26 Mayıs 2020 Salı

Anadolu Türk Toplumunda Felsefenin Yeri Nedir?

Anadolu Türk toplumunda felsefenin yeri nedir?
Felsefe sürekli bir «hayır» deyiş aracılığı ile «evet»i bulmaya çalışmak çabasıdır. «'Evet» bulunduğu zaman onu da irdeleyip eleştirerek aşmaya çalışmak; yani yeniden «hayır» demek çabasıdır. Felsefe sürekli bir «olumsuzlama olumlama ve yeniden olumsuzlama»dır; insan düşüncesinin; nesnesini ve kendini sürekli olarak evirip çevirmesi; düşünmesi eleştirmesi irdelemesi ve kendisinden - uzaklaşmışlığının bilincine vararak yeniden kendine dönmesi; kendini bilinçli kılmasıdır. -Başka bir açıdan felsefe hayatta elle tutulur halde gerçekleşmemiş olanın düşüncede gerçekleştirilmesidir; bilgi bakımından «en doğru olansın; ahlâk bakımından «en iyi olanın» hayat bakımından «en anlamlı hayatın»; estetik bakımından «en güzel olan»ın araştırılması ve ortaya konması çabasıdır. Ama bu özellik felsefenin soyut yanını; yabancılaşmış yanını da göstermektedir bize.
Felsefe «olan»dan çok «olması gereken»den söz eder. Ama bu olması gerekeni somut olarak gerçekleştirmek gücünden yoksundur; ancak düşüncede yani soyut olarak gerçekleştirir. Felsefe ideal bir dünyanın iyi ve güzel bir yaşamanın nasıl olması gerektiğini açıklar ama bunu hayatın kendisinde yani somut olarak gerçekleştiremez; «iyi» «güzel» ve «adaletli» hakkında bize ancak bilinç verir; bir özlem ve arayıp gerçekleştirme ihtiyacı duyurur. Bundan ötürü Marx «felsefenin dünyalaşmasından» ve «dünyanın felsefeleşmesi» neden söz ediyordu. Yani Marx felsefenin dünya haline gelerek (somutlaşarak) ortadan kalkması ve dünyanın felsefî ideallere yönelerek bu idealler haline gelmesi gerektiğini söylemek istiyordu. Böylece soyut fikirle (özlemle) somut varlık ve somut varlıkla soyut fikir kaynaşmış felsefe gerçek bir varoluş edinerek felsefe olarak ortadan kalkmış ve hayatın kendisi haline dönüşmüş olacaktı. Marx'a göre bu kaynaşmayı ve dönüşümü gerçekleştirecek olan araç «devrimci eylem»di.
Felsefe hakkındaki bu genel açıklamalar bizi ister istemez kendi gerçeğimizle felsefe arasındaki bağıntı problemine götürmektedir. Başka bir deyişle Anadolu Türk toplumunda felsefenin yerinin ne olduğu felsefeye nasıl bakıldığı sorusuna götürmektedir. Kitabımızda felsefî düşüncenin tipik örneklerini vermeğe çalıştık. Ayrıca tarih boyunca çeşitli felsefelerin ve sistemlerin ortaya çıktığını gördük. Yaptığımız açıklamaları göz önünde tutarak islâm düşüncesi içinde on beşinci yüzyıldan itibaren «felsefe çabası» diyebileceğimiz bir fikir çalışmasına rastlanmadığını ileri sürebiliriz. Demek ki Anadolu Türk toplumunun ve onun siyasî örgütü olan Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu aşağı yukarı Yakın - Doğu'da felsefî düşüncenin kapanışına rastlamaktadır. Gerçekten de on beşinci yüzyıldan itibaren. Yakın - Doğu'da ve Osmanlı toplumu çerçevesi içinde yeni felsefî düşüncelerin ortaya çıkmadığı; yeni sistemlerin kurulmadığı görülmektedir. Bu yüzyıldan sonra eski felsefî düşüncelerin şu ya da bu şekilde tekrarıyla yetinilmiş; ya da dinî düşüncenin ağır basması karşısında felsefeye karşı güvensizlik gösterilmeye felsefî tavır tasavvuf ve Batıni akımlar içinde şekil değiştirerek yaşamak zorunda kalmaya başlamıştır. Felsefe tehlikeli ve beyhude bir fikir çabası olarak görülmüştür.
İslâm ilahiyatı olarak niteleyebileceğimiz «kelâmsın açıklamaları bu yüzyıldan sonra felsefî arayışın ve hür düşüncenin yerine geçmiş ve dinî düşüncenin yanı sıra ideolojik bir faktör olarak; bir çeşit mutlak hakikat ya da «dogma» olarak kabul edilmiştir. Başka bir deyişle kelâm dinî düşüncenin pekiştiricisi ve savunucusu olarak iş görmüştür. Gerçek felsefî düşünceye karşı duyulan bu güvensizlik Nâbi'nin şu mısralarında açıkça dile gelir:
Hikmet-ü felsefeden eyle hazer
Evliya zümresine eyle nazar.
Demek ki Anadolu Türk toplumunda felsefe tehlikeli bir çabadır; Nâbi'nin belirttiği gibi kendisinden kaçınılması gereken bir şeydir. Felsefeye karşı duyulan bu güvensizlik ile; Osmanlı yönetiminin siyaset konusunda yani pratik konularda gösterdiği «akılcılık»ı birbirine karıştırmamak gerekir. Gerçekten de çağı içinde ele alındığı zaman örgütünün ve yönetiminin «akılcı» ilkelere dayanması bakımından Osmanlı İmparatorluğu ayrıca dikkati çekmektedir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder