Tarihsel
süreçte şüphecilik, ileri sürülen düşüncelerin eskidiği ve yeni
düşüncelerin henüz ortaya çıkmadığı çağlarda belirmiştir. Bu çağlardan
ilki, Yunan köleci toplumunun yozlaştığı ve çökmeye yüz tuttuğu çağdır. Bu
yozlaşma ve çöküntü, Yunan bilgicilerinin (sofistlerinin) şüpheciliğinde
yansımıştır. Thales'ten beri ortaya atılan felsefesel
açıklama denemelerinin çokluğu, doğal olarak eleştiriyi ve şüpheyi gerektirmiştir.
Bu çağa antik aydınlanma çağı denir. Antikçağ Yunan bilgiciliğinin
kurucusu Protagoras (485-411), tarihsel süreçte ilk şüphelenen düşünürdür.
Şöyle der: Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey, bana nasıl görünürse benim
için böyledir, sana nasıl görünürse senin içinde öyledir. Üşüyen için
rüzgar soğuktur, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için,birbirine
tümüyle karşıt iki söz söylenebilir. Demek ki herkes için gerekli kesin ve
saltık bir bilgi edinmek olanaksızdır. Bu göreci şüphecilik (Os. Reybiyyei
izafiyye, Fr. Scepticisme relativiste), Protagoras'ın izleyicisi
Leontinoi'lı Gorgias (483-375)'ta daha da ileri giderek yokçuluğa
(nihilizme) varmaktadır. Gorgias şöyle diyor: Hiçbir şey yoktur. Varsa
bile insan için kavranılmaz. Kavranılsa bile öteki insanlara anlatılamaz.
Antikçağ Yunan şüpheciliği, bu ilk bilgici döneminden sonra Elis'li
Pyrrhon (365-275)'la okullaşıyor. Bilgi sorununu dizgesel
(sistematik) olarak ilk inceleyen şüpheci Pyrrhon'dur. Bu yüzden Pyrrhon'a
şüpheciliğin kurucusu denir.
Büyük İskender'in ve Aristoteles'in çağdaşı olan
Pyrrhon, akademia'yla peripatos (Platon'la Aristoteles) okulları
arasındaki karşıtlığı sezmekte gecikmemiştir, daha sonra da bu karşıtlığın
Stoa ve Epikuros okullarında derinleşmesini izlemiştir. Bu gözlemleri,
Pyrhon'a, felsefe öğretilerine karşı güvensizliği ve bundan ötürü de
şüpheyi aşılamıştır. Şöyle diyor: Gerçekten güzel ya da çirkin olan hiçbir
şey yoktur. Herhangi bir şeyi güzel ya da çirkin bulan insanın kişisel
seçimidir. Gerçek bir bilgi olmadığına göre, bilge kişi, her şeyde
yargıdan kaçınmalıdır.
Ruhsal rahatlık (Yu. Euthymia) ancak böylesine bir
ilgisizlik ya da duygusuzluk (Yu. Adiaphoria)'la sağlanabilir. Bu
düşüncelerini sözlü dersleri ve yaşamıyla açıklayan Pyrrhon'un öğretisi,
yazılı olarak, izdaşı Timon (320-230) tarafından yayılmıştır. Timon,
ustasının öğretisini üç önermede formüle etmiştir:
1- Nesnelerin gerçek yapısı kavranılmaz (Yu.
Akatalepsia)'dır,
2- Öyleyse nesnelere karşı tutumumuz yargıdan kaçınma
(Yu. Epokhe) olmalıdır,
3- Ancak bu tutumladır ki ruhsal dinginlik (Yu.
Ataraksia)'e kavuşabiliriz.
Pironcular için gerçek mutluluk (Yu.Eudaimonia)
budur. Görüldüğü gibi, yüzyıllarca sonra Kant'ın öğretisinde biçimlenecek
olan bilinemezcilik, antikçağ Yunanlılarında şüphecilik biçiminde
yansımaktadır. Daha açık bir deyişle, antikçağ bilinemezciliği
şüpheciliktir.
Pyrrhon şüpheciliği, stoacılıkla Epikurosçuluğu da
belli ölçülerde etkilemiştir. Bundan sonra şüpheciliğin,Platon'un
izdaşlarınca sürdürülen akademiye sızdığını görüyoruz. Kimi felsefe tarihçileri
bu sızmayı, Pyrrhon şüpheciliğinin büyük bir başarısı olarak nitelerler.
Platon akademisinin akademi şüpheciliği adıyla anılan bu şüpheci dönemi,
orta akademi dönemidir. Arkesilaos (316-241), Karneades (214-129) ve
Klitomakhos (180-110) zgibi düşünürlerce sürdürülen akademi şüpheciliği,
felsefe tarihçilerince ölçülü şüphecilik olarak nitelenir. Akademi
şüpheciliği, kesin gerçek deyimi yerine gerçeğe benzer deyimini koymuş ve
bununla yetinilmesi gerektiğini savunmuştur. Onlara göre kesinliği hiçbir
zaman elde edemeyeceksek de kimi şeylerin öteki şeylerden daha çok
doğruluğa yatkın olduğunu görebiliriz. Gerçeğe benzer olan, en çok olasılı
(muhtemel) bulunandır. Ussal olan da,olanaklı bulunanların içinde en
olasılıya göre davranmaktır (Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi'nde,
bu görüş çoğu çağdaş düşünürlerin paylaşabileceği bir görüştür, der). Bu
yüzden akademi şüpheciliği, olumlu şüphe ya da verimli şüphe
deyimiyle nitelenmiştir. Çünkü bu şüphe, kesin gerçeğe henüz ulaşamamışsa
bile, yanılabileceğini de göz önünde tutarak kesin gerçeği aramakta ve her
an kendi kendini düzeltip tamamlayarak gittikçe daha çok kesin gerçeğe
yaklaşmaktadır. Bununla beraber, İ.Ö. 56 yılında Atina'nın elçilik
göreviyle Roma'ya gönderdiği üç düşünürden biri olan, orta akademinin
ikinci başkanı Karneades, Roma'da tüze (adalet) üstüne iki ayrı konuşma
yapmış ve birinde tüzeyi tanıtlamak için ileri sürdüğü kanıtları
ikincisinde birer birer çürütmüşter. Böylelikle de kesin gerçeğin
bulunmadığını göstermiştir. Roma'lı gençlerin pek beğendiği bu söylevlere
yaşlı Marcus Cato şiddetle karşı çıkmış ve senato'da yaptığı
bir konuşmayla elçi Karneades'in Atina'ya geri gönderilmesini
sağlamıştır (Plutarkhos, ünlü Yaşamlar'ında, Cato'nun bunu, Karneades'i
sevmediğinden değil, genellikle felsefeyi sevmediğinden yaptığını yazar).
Orta akademi, özellikle Arkesilaos'un büyük etkisiyle tam iki yüzyıl (İ.Ö.
69 yılında ölen Antiokhos'un akademi başkanlığına kadar) şüpheci
kalmıştır. Bu iki yüzyıl sonunda stoacılığa teslim olan akademi şüpheciliğinden
sonra antikçağ Yunan şüpheciliği, Girit'li Aenesidemos (İ.S. birinci
yüzyılda yaşadığı sanılıyor)'la yeniden ve Pironcu biçimiyle
canlandırılmıştır.
Tarihlerin yazdığına göre, Greklerden iki bin yıl
önce Knossos'ta şüpheci söz oyunlarıyla saraylıları eğlendiren bir çeşit
şüpheciler varmış. Bu yüzden kimi felsefe tarihçileri Anenesidemos'un bu
kökenden de kaynaklandığına işaret ederler. Aenesidemos'un Pironcu
şüpheciliği, akademi sonrası şüpheciliği ve yeni Pironculuk adlarıyla da
anılır.
Aenesidemos, tropos öğretisi (nesnel bilginin
olanaksızlığını tanıtlamak için ilerisürülen on kanıt öğretisi)'nde şöyle
diyor: Bütün insanların algıları aynı olsaydı aynı düşünceleri edinirler,
tek düşünceli olurlardı. Oysa çeşitli düşüncelerimiz var. Demek ki
algılarımız da birbirinden farklı. Nedensellik de bu bir örnekliği
sağlayamaz. Neden, sonuçtan önce olamaz, sonuçla zamandaş olamaz, sonuçtan
sonra olamaz. Zamandaşlık her ikisini aynılaştırır.
Nedenin sonuçtan önce olması da, birinin varlığı
öbürünün yokluğunu gerektireceğinden, mümkün değildir. Neden neden olduğu
sürece sonuç ortada yoktur ve sonuç, sonuç olarak meydana çıkınca nedenle
ilişiği kalmamış demektir. Güneş kızartır, karartır, eritir ve yakar.
Demek ki aynı nedenin çeşitli sonuçları olabiliyor. Güneşin böylesine
çeşitli nitelikleri olduğu da söylenemez. Çünkü bunlar, güneşin
nitelikleri olsaydı her şeyi kızartması, her şeyi karartması, her şeyi
eritmesi ve her şeyi yakması gerekirdi. Oysa böyle değil; elmayı
kızartıyor, buzu eritiyor ve yaprakları tutuşturuyor. Yaprağı eritmediğine
ve buzu kızartmadığına göre, nedenselliği yaprakta ya da buzda aramak
gerektiği ileri sürülebilir ki bu da sonucun, neden kadar,
nedenselliği olabileceğini düşünmek demektir ve saçmadır. Oluş çelişiktir,
öyleyse yoktur. Nedensellik olamayacağına göre, oluş da mümkün değildir.
Şüpheciliğin yargıdan kaçınmak için dayanacağı on
kanıt vardır ki her türlü şüpheyi ve yargıdan kaçınmayı haklı kılar (Yu.
tropoi e topoi epokhes): Duyan canlı varlıkların yapısı birbirinden
farklıdır, aynı şey çeşitli hayvanlara çeşitli biçim ve oranlarda görünür.
İnsan yapısı da birbirinden farklıdır, her insanın başka duyu ve
düşüncelere sahip oluşu bunu tanıtlamaktadır. Aynı insandaki duyu
organları da birbirinden farklıdır, göze hoş görünen buruna tiksindirici
bir koku verebilir. Duyan kişinin içinde bulunduğu çeşitli durumlar ve
koşullar da birbirinden farklıdır, nesneler bize
gençlikte ihtiyarlıktakinden başka görünür. Eğitim de duyan
kişileri farklılaştırmaktadır, bilgiliyle bilgisiz aynı nesneyi aynı
biçimde görmezler. Nesnelerin içinde bulundukları durum ve koşullar da
onları farklılaştırır, uzakta giden bir gemiyi duruyor sanırız. Nesnelerin
nicelikleri ve nitelikleri onları kendi kendilerinden
farklılaştırmaktadır, keçiboynuzunun bütünü karadır ama, ondan ayrılan
parçalar aktırlar. Nesnelerin belli birtakım nitelikleri görecedir, sağdan
başka ve soldan başka görünürler. Duyumlara karışan yabancı unsurlar da
onları farklılaştırır, nesneler su içindeyken havadakinden daha
hafif gelirler.
hafif gelirler.
Alışkanlıklar da nesneleri farklılaştırır, her gün
görünen güneşe aldırmayız ama, kırk yılda bir görünen ondan daha küçük bir
kuyruklu yıldızdan dehşete kapılırız... İ.S. ikinci yüzyılda yaşayan
şüpheci Agrippa, troposları ondan beşa, Agrippa'yla aynı yüzyılda yaşayan
şüpheci Menodotos da ikiye indirmiştir.
Şüphecilik antikçağda bitmiyor. Günümüze gelinceye
kadar onun çeşitli biçimlerine rastlayacağız. Özellikle Descartes, Hume,
Kant, Comte gibi ünlü düşünürlerin şüphecilikleri bizi şaşkına çevirecek.
Hele rönesans şüpheciliğini ibretle izleyeceğiz. Bütün bu şüpheciliklerde
ortak olan iki büyük yanılgı (hata)'dır: İlk yanılgıları nesnel gerçekliğe
yanlış bir anlam vermeleri ve onu son (değişmez, başkaca hiçbir bilgiyi
gerektirmez) bilgi saymalarıdır. Oysa böyle bir bilgi yoktur. Bilgi süreci
de, kendisinden yansıdığı evrensel yaşam gibi, sonsuzdur ve sürekli olarak
gelişmektedir. Sonsuza kadar da gelişmeye devam edecektir. Bilgiye son
çekmek, sonsuza son çekmek demektir ki olanaksızdır. Evrensel gelişme
nasıl sonsuzsa, onun bilgisi de elbette sonsuz olacaktır. Belli bir yere
bir zamanlar yirmi saatte giden tren teknik gelişme sonucu bugün dört
saatte gitmektedir. Bir zamanlar trenin o belli yere yirmi saatte gittiği
nasıl kesin (saltık) ve doğru bir bilgiyse bugün dört saatte gittiği de
öylece kesin ve doğru bir bilgidir. Her ikisinden de şüphelenilemez. Yarın
bu süre belki de çok daha kısa bir zamana inecektir. Bilgi bu anlamda görelidir
ama, tarihsel olarak (eşdeyişle, bilgi sürecinin belli aşamalarına tekabül
eden belli tarihlerde) kesin ve saltıktır. Her göreli bilgi saltıklığını
da birlikte taşır. Şüpheciler, kendilerinin verdiği yanlış anlamdaki
saltık bilginin yokluğundan, bilginin yokluğu sonucunu çıkarırlar. Bundan
ötürü de metafizik ve idealist göreciliğin (relativizmin)
çıkmazına düşerler. İkinci yanılgıları bilgi sürecinde duyumların rolünü
abartıp saltıklaştırmalarıdır.
Oysa bilgi sadece duyumlarla elde edilmez. Bilgi
edinmenin, duyum ve düşüncenin çeşitli etkileşimlerini gerektiren karmaşık
bir süreci vardır. Şüpheciler, duyumları saltıklaştırmakla da yetinmeyip
onun kişiden kişiye değiştiğini ve bundan ötürü de saltık ve kesin
olmadığını ileri sürerler. Oysa çeşitli kişiler aynı nesnel gerçekliği
birbirinden farklı olarak algılayabilirler, ama bu duyumlarımızın bizi
aldattığı anlamına gelmez. Ünlü bir diyalektikçinin dediği gibi, eğer bir
duyu örgenimiz şüphe uyandırıyorsa başka bir duyu örgenimizi kullanırız.
Gözlerimize inanmıyorsak ellerimizle yoklarız. Bu
da yetmiyorsa başka insanların ellerinden ve gözlerinden yararlanırız. Bu
da yetmezse çeşitli araçlara, deneye, pratiğe başvururuz. Böylece
duyu örgenlerimiz, hem birbirlerini denetleyerek, hem de başkalarının
duyu örgenleriyle denetlenerek ve aynı zamanda çeşitli araçlar, aygıtlar,
deneyler ve pratikle de denenip doğrulanarak bizlere doğru ve kesin
bilgiyi verirler. Örneğin elimize aldığımız yuvarlak meyveye bu elmadır
deriz. Bu kesin, saltık, doğru bir bilgidir; şüphelenilemez. Görüldüğü
gibi antikçağın çocuksu şüphecilerinden günümüzün sözde bilimsel
şüphecilerine kadar tüm şüpheciliğin kanıtları sadece bu iki yanılgıya
dayanır. Protagoras hava üşüyen için soğuk, üşümeyen için sıcaktır
diyordu, doğrudur.
Ama havanın sıcak ya da soğuk olduğunu sizin üşümeniz
ya da üşümemeniz değil, termometre saptar. Hava size sıcak ya da soğuk
gelebilir, bu bedensel yapınızın direncine bağlıdır. Ne var ki havanın,
sizden bağımsız olan bir ısısı vardır. Kaldı ki bedensel dirençleri normal
olan insanların büyük çoğunluğu da bunu termometre kadar doğrulukla
saptayabilirler....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder