Hukuk felsefesi
Hukuk felsefesi, insanların toplum içinde bir arada yaşamalarıyla oluşan ilişkilerin dayandığı ya da dayanması gerektiği temelleri karşılıklı haklar ve yükümlülükler açısından ele alan felsefe dalı. Pozitif hukukun bittiği yerde başlayan ve hukuk kavramından yola çıkan hukuk felsefesi, hukuk biliminin temelini ve ana kavramlarım ele alır.
Hukuk felsefesinin temel kavramı olan “hak”, bireylerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerini düzenleyen hukuk sistemlerinin özünü belirler. Bu ilişkilere farklı açılardan bakılması ve farklı değerlendirmeler yapılması sonucunda çeşitli hukuk felsefesi görüşleri gelişmiştir. Örneğin, birey ile hukuk ilişkisinde bireye ağırlık veren görüşlerin en ucunda hiçbir hukuksal düzenleme tanımayan anarşizm, hukuka ağırlık veren görüşlerin en ucunda da bireyin geçerli hukuk düzenine mutlak boyun eğişini öngören totaliterlik vardır. Bu iki uç arasında, bireyin hukuk karşısındaki durumunu “özgürlük”, hukukun birey üzerindeki yetkesini de “ödev” kavramı açısından sınırlandırmaya yönelik görüşler yer alır. Bu dengeleme çabalan, günümüzde, her insanın sahip olması gerektiği düşünülen ve hukuk devleti ilkesinin temel bir öğesini oluşturan “insan haklan” kavramını doğurmuştur.
Hukuk felsefesinin tarihi “Adil bir hukuk sistemi nasıl olmalıdır?” sorusuna verilen yanıtların tarihi olarak görülebilir. Bu açıdan bakıldığında, hukuk felsefesinin temel kavramları arasında yer alan hukuk ve adalet kavramları üzerine her devirde düşünüldüğü ortaya çıkar.
Eski Yunan’da ilk dönemlerde egemen olan kozmoloji görüşlerinin yerini zamanla topluma ve insana ilişkin kavramların almasında sofistlerin ve Sokrates’in etkisi büyüktür. Pozitif hukuk açısından adil olan bir şeyin ya da bir durumun doğal hukuk açısından da adil olup olmadığı sorununu ilk kez sofistler tartıştılar. Sokrates ise, tek kişiden yola çıkıp toplumsal bir kurum olarak adaletin ne olduğu sorusu üzerinde durdu. Öğrencisi Platon ve onun ardından da Aristoteles, aynı geleneği sürdürerek, kişi ile devlet ilişkisine ağırlık verdiler ve bu ilişkilerin çerçevesi içinde vatandaş hakları açısından adaletin ne olduğunu araştırdılar. Her ikisi de devletin temel işlevinin adaleti sağlamak olduğunu vurguladı. Bu tür bir felsefe görüşünün temelinde yatan kent-devletinin (polis) zamanla kendine yeterli olmaktan çıkması ve Büyük İskender’in geniş bir imparatorluk kurmasıyla, insanların daha geniş bir dünya görüşü edinmesini sağlayan felsefe sistemleri ortaya çıktı. Böylece, evrensel bir imparatorluğun vatandaşı olan insanların haklan ve bu bağlam içinde adalet kavramı tartışılmaya başladı. Bu görüşün başlıca temsilcileri stoacılar ve Epikurosçular oldu. Doğaya uygun yaşamayı öneren stoacılar bu görüşün sonucu olarak dünya vatandaşlığı kavramım getirdiler. Böylece dar sınırlan olan bir devlet egemenliğine son verdiler. Epiktetos ve daha sonra Marcus Aurelius da bu görüşü savundular. Epikurosçular ise yarar ilkesinden yola çıkarak hukukun temeline bu ilkeyi koydular. Bir anlamda bu görüş sözleşme düşüncesinin ilk örneği olarak görülebilir.
Hem stoacılardan, hem Epikurosçulardan bazı görüşler alan Cicero, De republica (Cumhuriyet Üzerine), De legibus (Yasalar Üzerine) ve De officüs (Ödevler Üzerine) adlı temel yapıtlannda yeni bir hukuk felsefesi ortaya koydu. Cumhuriyetin eski kurumlannın askeri diktatörler tarafından yıkıldığı bir siyasal kargaşa döneminde yaşayan Cicero res publica’yı insan yaşamını daha iyi bir hale getirmek amacıyla yasalarla düzenlenmiş bir birlik olarak tanımlıyordu. ius naturale (doğal hukuk), ius gentium (bütün kavimler ülkeler için geçerli hukuk) ve ius çivile (medeni hukuk) ayrımını yapıyor ve devletin de doğanın bir ürünü olması nedeniyle bu üç hukuk türünün birbirine karşıt olmadığını belirtiyordu.
Ortaçağda Hıristiyanlığın etkisiyle insan yaşamının her alanına egemen olan omnia potestas a Deo (Her güç Tann’dan gelir) ilkesi hukuk kavramını da etkiledi. Bu dönemin en önemli temsilcisi sayılan Aqui-no’lu Aziz Tommaso’nun görüşleri, klasik anlayış ile dinsel tabular arasında orta bir ol bulma çabasını yansıtır. Tommaso bu bağlamda üç tür yasadan söz eder: Lex aetema (ebedi yasa) insanın kavrayamadığı ve dünyayı yöneten ilahi usun kendisidir; lex naturalis (doğa yasası) us yoluyla doğrudan bilinebilen yasadır; lex humana (insani yasa) insanın doğal hukukun kurallarına uygun olarak kendisi için koyduğu yasadır. Tommaso bu üç tür yasa arasında bir çelişkinin ortaya çıkması durumunda önceliği lex hu-mana’ya verir.
Hukuk felsefesi tarihi içinde, Eski Yunan’ da vatandaşlık hakkı olarak ortaya çıkan hak anlayışının giderek insanı ön plana çıkaran bir konuma ulaşması ve insan hakkı olarak vurgulanması Felemenkli hukuk bilgini Hugo Grotius’un (1583-1645) doğal hukuk kuramıyla oldu. Kilise otoritesinin çökmesi, hükümdarların bağlı oldukları dinsel odakların giderek zayıflaması, Grotius’ un ortaçağ öncesi doğal hukuk anlayışına dönmesinin başlıca nedenidir. Grotius’un görüşlerini daha ileriye götüren Hobbes, Locke ve Rousseaü insanın doğal durumundan ve doğal haklarından yola çıkarak sahip olmaları gereken insan haklan için en uygun koşullan tartıştılar. Bu filozofların birleştiği ortak nokta, insanların kendilerini yönetme hakkını bir kişiye ya da bir gruba ancak kendi yaptıkları bir sözleşmeyle devredebilecekleri görüşüdür. Hobbes sözleşme öncesi ve sonrası doğal haklara öncelik verirken, Locke ağırlığı mülkiyet hakkının tanınmasına, Rousseaü da temel hak ve özgürlüklerin korunmasına verir.
Özgürlük sorununun ortaya atılmasıyla, toplumsal özgürlüklerin yanında kişisel özgürlükler de tartışılmaya başladı. Kant, çağdaş hukuk felsefesinde işlenen en önemli kavramlardan olan “kişi” kavramını ilk kez ortaya atan düşünürdür. Geliştirdiği ahlak felsefesinden yola çıkarak tek insanın kendi içinde özgürlük olanağı taşıyan bir varlık olduğunu belirtir. “İnsanlık” ile “tek insan” ilişkisinden “kişi” kavramını elde eden Kant, kişiyi “hak ve ödev sahibi varlık” olarak tanımlar. Buna göre kişi, bütün insanlığı kapsayan ödevlere uygun eylemlerde bulunmakla özgür ve dolayısıyla da ahlaklı olur; bundan da sahip olduğu haklar doğar. Kişi haklan ve temel özgürlük gibi kavramlar, Kant’ı “dünya vatandaşlığı” ve “ebedi barış” gibi hukuk felsefesinin önemli bazı başka kavramlarını da ele almaya yöneltti.
Kant’ı eleştirerek yola çıkan Hegel ise, tek insanın, volksgeisf’m (halk tini) oluşmuş biçimine uygun davranarak özgür olabileceğini savundu. Bu, Hegel’e göre hukukun da temelini oluşturuyordu. Grundlinien der Philosophie des Rechts’in (1821; Hukuk Felsefesinin Anahatları) özellikle birinci bölümünde soyut ve evrensel yasa ile hakları ele alan Hegel mülkiyet, kişilik ye sözleşme kavramlarını irdeleyerek devletin sivil topluma üstün olduğu sonucuna vardı. Bu görüşün eleştirisinden hareket ederek bireysel özgürlük ile devlet arasındaki çelişki üzerinde duran Marx, bir noktada Kant’a yaklaşarak tek tek devletlerin olmadığı ve emeğin özgürleştiği bir dünya toplumu görüşünü savundu.
Yüklendiği ağır mirasın izlerini taşıyan çağdaş hukuk felsefesi, insanın insan olmakla sahip olduğu “insan haklan”, bir toplumun üyesi olmakla sahip olduğu “birey haklan” ve her türlü toplumsal kurumun üzerinde bir kişi olmakla sahip olduğu “kişi haklan” arasında kendine özgü bir model oluşturmuştur. Örneğin son yıllarda kişinin kendi varlığı üzerinde tasarruf hakkına ağırlık verenler ile devletin kişinin sağlığım denetleme görevini öne çıkaranlar arasında tartışılan “ölüm hakkı” sorunu, hukuk felsefesi açısından da önemli bir konu sayılmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder