26 Mayıs 2020 Salı

Nasyonal Sosyalizm

Nasyonal Sosyalizm
Nasyonal sosyalizm, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'da gelişmeye baş­layan ve 1933'ten İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar iktidarda kalan otoriter bir si­yasal rejimdir. Sosyalizmin toplumsal ku­ralları ile ırkçılığı birleştirme iddiasında ol­duğu için bu adı alan "nasyonal sosya­lizmin bir diğer adı da "nazizm"dir. Nas­yonal sosyalizm, Alman ırkçılığı, Yahudi düşmanlığı, lider (führer)in mutlak ege­menliği, antikomünizm, savaşın yüceltil­mesi ve şiddet öğeleri üzerine kurulmuş­tur.
Nasyonal sosyalizmin ilkelerini belirle­yen ve iktidara gelmesi için mücadelesini yürüten Adolf Hitler'dir. Bu nedenle nasyo­nal sosyalist hareketin başarısı, Hitler'in ki­şiliğine bağlı olarak dalgalanmalar göster­miştir. Hitler orta halli bir devlet memuru ailenin çocuğu olarak 1889 yılında Alman-ya-Avusturya sınırında küçük bir kasaba olan Braunauam Inn'de doğdu. Babası gibi memur olmak istemeyen Hitler, onbeş ya­şındayken ressamlık öğrenimi görmek üze­re Viyana'ya gitti. Viyana'da yoksul ve sı­kıntılı günler geçiren Hitler, ressamlık öğ­reniminden vazgeçerek mimarlık öğrenimi görmek istediyse de, eğitimini tamamlama imkanı bulamadı. Hitler'in Viyana'da yaşa­dığı bu sıkıntılı günler Ve Almanların kendi ülkelerindeki onur kinci durumları, nasyo­nalist sosyalist ideolojinin gelişmesine kaynaklık etmiştir. Kendisi bir Alman olarak açlık ve yoksulluk çekerken, Alman olma­yanlar, özellikle de Yahudiler lüks ve bol­luk içinde yaşıyorlardı. Viyana gibi, Al­manları onurlandıran muhteşem şehirde, aşın zenginlik ve sefaletin bir arada yaşan­dığı, eşitsizlik ve haksızlıklar üzerine kuru­lu bir düzen hüküm sürüyordu. Bu durum­dan kurtulmanın yollarını arayan Hitler, Ön­celeri sosyalist ve sosyal demokrat düşün­celere ilgi duyarak işçi hareketlerine katıl­dı. Ne var ki, bu çevreler, Hitler'in yürekten inandığı, vatan, millet, ahlak, hukuk ve din gibi kavramları, kapitalist düzenin ve bur­juva ideolojisinin öğelerinden sayarak inkâr ediyorlardı. Ayrıca bu hareketler, bilerek ya da bilmeyerek Yahudilerin amaçlarına hiz­met ediyordu. Çünkü Marksizm, bütün in­sanların Yahudilerin denetimine geçirilme­si için icad edilen bir ideolojiydi. Demokra­si ise sağladığı özgürlük ve hoşgörü orta­mıyla, Marksizmin gelişmesine yataklık eden bir üreme alanı görevi yapıyordu. Marksizmin kökünün kazınması ve Yahudilerin dünya egemenliğinin önlenebilme­si için, Alman Irkı'nın üstün değerleriyle donatılan, gerektiğinde sertlik ve şiddetten kaçınmayan bir siyasal hareket başlatılma­lıydı. Avusturya'daki mevcut partilerden, Pan Germanist Parti, kitlelerden çok burju­va sınıfına dayandığı ve ihtilalci olmadığı, Sosyal Hıristiyan Parti ise ırkçılıktan çok din kurallarına önem verdiği ve Yahudi düşmanlığı yapmadığı için böyle bir hareketi başlatmaya uygun değildi. Hitlere göre Alman toplumunun sorunlarını ancak, sos­yalizmin toplumsal ilkeleri ile milliyetçiliği birleştiren, ama sınıf mücadelesini redde­den, güçlü bir liderin önderliğinde örgütle­nen nasyonal sosyalist hareketler çözümle­yebilirdi.
Hitler 1919'da Münih'e giderek yıllardan beri tasarladığı siyasal hareketi başlattı. Ha­reketin kısa sürede sesini duyurabilmesi için, geniş kitlelerin katılımını gerekli göre­rek, Alman İşçi Partisi'ne giren Hitler, mü­cadelesini orada başlattı. Kısa sürede parti içinde etkili bir konuma gelerek, partinin örgüt yapısını tamamen değiştiren Hitler, adını da Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Par­tisi olarak değiştirdi. Kendisine gamalı haç'ı sembol olarak seçen parti, yirmi beş il­keden oluşan bir program yayınladı. Nas­yonal sosyalistler ilk dönemlerinde daha çok komünistlere ve Yahudilere karşı yü­rüttükleri şiddet ve saldırı hareketleri ile dikkati çektiler. İktidarı kısa yoldan ele ge­çirebilmek için 1923'de Musolini'nin Roma yürüyüşüne benzer bir yürüyüş düzenledi­ler. Ama başarısız oldular, Hitler kurmayla­rıyla birlikte tutuklanarak hapse gönderildi, partileri de kapatıldı. Hitler, mahkumiyet günlerini geçirdiği Landsberg Kalesi'nde hayatını, görüşlerini ve mücadelesini anlat­tığı Mein Kamp (Kavgam) adlı kitabını ka­leme aldı. Hapisten çıkınca daha güçlü ve düzenli bir mücadele yürüten Naziler, 1933'de iktidara geldiler ve parti progra­mında yer alan düşüncelerini yürürlüğe koydular.
Nasyonal sosyalistlerin hareket noktası­nı oluşturan en temel kavram Alman ırkçılı­ğıdır. Irk kavramını biyolojik anlamıyla be­nimseyen nasyonal sosyalistlere göre, Dev­let adı verilen siyasal toplulukları, etnik ba­kımdan aynı ırka mensup olan insanlar oluşturur. Irklar insanlar arasında fiziki farklılık yaratmakla kalmaz, entelektüel ve manevi değerlere de kaynaklık eder. Bu de­ğerlerin yaratılmasına katkıları bakımdan üstün ırklar ile aşağı ırklar arasında eşitlik yoktur. Üstün ırkların kültür üretme ve uy­garlık kurma yeteneği vardır. Tüm uygar­lıkları üstün ırklar kurmuşlardır. Uygarlığın devam edebilmesi için, üstün ırkların ko­runması ve aşağı ırklarla birleşmelerinin engellenmesi gerekir. Irklar arasında yapı­lan derecelendirmenin en üstünde, ırkların en safı ve en fazla korunmuşu olan kuzey aryan ırkları, en altında da insanlığın ve uy­garlığın düşmanı olan Yahudiler yer alır. Kuzey aryan ırkları içerisinde en saf ve te­miz kalanı ise Almanlardır. Alman halkı führerinin önderliğinde ve ona tam bağlılık içerisinde kuzey aryan ırklarını koruyarak, aşağı ırklarla birleşip bozulmasını önleye­cektir. Almanya'da Naziler iktidara gelince, çıkardıkları yasalarla, tüm resmi makamla­ra Alman kanı taşıdığını kabul ettikleri ken­di adamlarını getirdiler. Uygulanan şiddet ve yıldırma hareketleriyle, kamu kesiminde ve serbest meslek mensupları arasında yer alan komünistler ve Yahudiler temizlendi. Sadece Alman kanı taşıyanlara vatandaşlık hakkı tanındı. Alman kanı taşımak için ön­celeri en az iki kuşak ileriden Alman olma şartı aranırken, daha sonraki yıllarda aryan ırkının Özelliklerinin belirlenmesi konu­sunda fikir ayrılıkları ortaya çıkınca, bu uy­gulamadan vazgeçilerek, aryanların de di­ğer ırklarla karışabileceği kabul edildi. An­cak bu karışma çok sınırlı kalmıştı. Üstelik üstün ırk olduğu için, karışmada aryanlar kendi özelliklerini koruyabilmişlerdi. Al­manlar içerisinde diğer ırklarla hiç karışma­mış olan sınırlı sayıda seçkinler de vardı. Bunlar, tanrının seçerek yarattığı saf arî ır­ka mensup olanlardı. Devleti yönetmek, saf ve üstün olan bu kimselerin hakkı olarak görülmüştür.
Nasyonal sosyalistlere göre, devleti oluşturan insanlar arasında aynı kanı taşı­manın verdiği yakınlaşmadan kaynaklanan bir topluluk (cemaat) ruhu vardır. Aynı ır­kın parçalarını oluşturan bu insanları bir araya toplayan şey, kişisel çıkarlar ve yasa­lardan çok, taşıdıkları kan bağıdır. Kişiler kendi yararlarına bir hak talebinde bulun­mazlar, ırkın çıkarlarını esas alan hukuki düzenlemelerin sağladığı imkanlarla yeti­nirler. Her türlü gelişmenin temel koşulu, ırkın yükselmesi ve korunması olduğun­dan, özel ve kişisel çıkarlara hizmet eden örgütlenmelere izin verilmez. Bu yönleriy­le Nazizm ile İtalyan faşizmi arasında bir benzerlik kurulabilir. Ancak faşistler devle­ti yücelterek, onun üstünde bir kurum ve çı­kar tanımadıkları halde, Naziler ırkı en yük­sek yere koymuşlar, devleti ise ırkın yük­seltilmesinin aracı olarak görmüşlerdir. Hitler'e göre devlet "muhteva" değil "kalıp"tır. Muhteva ırktır, önemli olan muhte­vanın korunmasıdır. Kalıp ancak muhteva­yı koruduğu sürece değerli olacağından, devlet de ırkı koruduğu ve geliştirdiği süre­ce Önem taşır.
Nasyonal sosyalizmde siyasal iktidarın kaynağı, tek ve tartışmasız sahibi führer'dir. Führer'in bu tekelci iktidarı, tüm devlet or­ganlarını ve onların faaliyetlerini kapsar. Halkın yolgöstericisi olan führer, bu misyo­nunu kendi kişiliğine bağlı olarak aslen ka­zanmıştır. Ona bu yetkileri bir başka kişi, ya da organ vermemiştir. Führer halkın ruhunu temsil eder. Bu nedenle ona uyanlar gerçek­te kendi iradelerine uymuş olurlar. Hitler bunu halka karşı yapmış olduğu konuşma­larda "ben hepinizdeyim, hepiniz bendesi­niz" diye ifade etmiştir. Führer, halkını di­lediği gibi yönetir. Gerekli gördüğünde hal­kın oyuna da başvurabilir. Ancak halkın oyuna başvurulması, führerin görüşlerinin halk tarafından benimsenmiş olmasından başka anlam taşımaz. Bu kuralın bir sonucu olarak parlamentonun bir yasayı görüşmesi de führenin iradesinin onaylanmasından başka bir şey değildir. Halkın, parlamento­nun ve diğer devlet organlarının führere karşı sadece yükümlülükleri vardır. Bu yü­kümlülük onun emirlerine itaat edilmesi ve iradesinin tartışmasız yerine getirilmesi şeklinde kendisini gösterir. Führer hem par­lamentoyu, hem de hükümeti denetleyen tek yetkilidir. Dolayısı ile parlamenter sis­temde olduğu gibi, parlamentonun hükü­meti siyasi yönden denetleme yetkisi bu­lunmamaktadır. Nasyonal sosyalizm, siya­sal hayatla plüralizmi ve devlet organları­nın kuvvetler ayrılığı esasına göre örgütlen­mesini reddeder. Führer devletin, hüküme­tin, parlamentonun ve kamusal görevleri yöneten tüm kurum ve kuruluşların başı­dır.
Alman ırkının yüceltilmesi, Yahudilerin ve komünistlerin yok edilmesi düşünceleri savaşı ve şiddet hareketlerini ön plana çı­karmıştır. Nazilere göre savaş, milletlerin hayatını düzenleyen biyolojik bir zorunlu­luktur. İnsanlığın yüz karası olan aşağı ırk­lar savaşla yok edilir, üstün ırkların korun­ması ve gelişmesi savaşla sağlanır, uygar­lıklar savaşların verdiği dinamizm olmasa kurulamaz. Savaş halkın içindeki iktidar ve kudret duygusunu alevlendirir, genel çıkar­lar uğruna kişisel ve özel çıkarların terke-dilmesini öğretir. Alman ruhuna bağlı kuv­vetli bir dünya devletinin kurulması, Al­manya'nın düşmanlarıyla savaşarak onları yenmesine bağlıdır.
Hitlere göre, güçlünün rolü kendinden zayıflan yenerek denetimi altına almaktır. Kuvvetliler içinde bile üstünlüğü elinde tutacak olan en kuvvetliler­dir, öyleyse Almanlar her bakımdan en üs­tün olmalı ve tüm düşmanlarını yenerek bo­yunduruğu altına almalıdır. Hitler bu görüş­leriyle ırklar arasında doğal seleksiyonu ka­bul eden bir tür "Sosyal Darvinizm"i savun­muştur. Naziler iktidara geldiklerinde, Al­manların denetiminde bulunan mevcut top­rakların, halkın ihtiyacının karşılanmasına yetmeyeceğini, kalabalık nüfusları ile ülke­lerinin genişliği arasında bir ters orantı bu­lunduğunu öne sürerek, topraklarını geniş­letmek için komşu devletlere saldırdılar. Naziler bu saldırılarının Avrupa uygarlığı­nın Yahudilere ve komünistlere karşı ko­runmasına yönelik bir önlem olduğunu da öne sürmüşlerdir. Çünkü Yahudilere oldu­ğu kadar, komünizme de karşı olmuşlar, da­ha iktidara gelmeden önce sol hareketlere karşı şiddete başvurmuşlardır. Nazilerin ik­tidara geldiği yıllarda ileri derecede sanayi­leşmiş olan Almanya'da radikal sol hareket­ler oldukça güçlüydü.
Sosyal demokratlar bile biçimsel olarak Marksizmi benimsi­yorlar, ayrıca komünistler de oldukça etkili oluyorlardı. Komünistlere karşı acımasız bir mücadele yürüten Naziler, iktidara gel­diklerinde sol örgütleri dağıttılar, komünist liderleri ve sol hareketlerin aktif üyelerini toplama kamplarına gönderdiler, Almanya’da nazı rejiminin kurulması beklenmedik bir anda, aniden ortaya çıkan bir olgu değildir. Alman toplumunun kültü­ründe, ırkın ve devletin önemini, ırkın ve devletin çıkarları uğruna güç ve şiddete başvurmanın meşruiyetini savunan düşün­celerin tarihsel kökleri vardır. Hegel'in mutlak düşünce kabul ettiği devlete duydu­ğu hayranlık, Herder ve Treitsche gibi dü­şünürlerin romantik milliyetçiliği, Alman felsefe ekollerinin benimsediği tarihselci yöntem, bu alanda önemli birikimler sağla­mıştır. Bu birikimlerin etkisiyle Cermen ır­kının geleceği için yöneticilerine koşulsuz itaat eden, üniforma, yetki ve şiddetten hoş­lanan bir kitle oluşmuştur.
Almanların Bi­rinci Dünya Savaşı'nda yenilmeleri de Na­zilerin iktidarı için uygun olan psikolojik ortamı hazırlamıştır. 1871'de Bismark'ın Fransa'yı yenerek Alman imparatorluğumu ilan etmesinin üzerinden henüz yarım yüz­yıl geçmeden girdikleri savaşta büyük bir yenilgiye uğradılar. I919'da imzalanan Versay Antlaşması ile Almanlar sömürge­lerini ve topraklarından bir kısmını kaybet­mekle kalmayıp, savaşı başlatmakla suçla­narak tazminat ödemeye mahkum edildiler. Bu yenilgi Alman halkının onurunu tamir edilmez biçimde zedeledi. Üstelik 1929-30 yıllarında yaşanan büyük ekonomik kriz, savaşın henüz kapanmayan yaralarına yeni­lerini ekledi. Ortaya İlk çıktığı günden beri Versay Antlaşması'nın öcünün alınacağını söyleyen Hitler'in, ekonomik krizden çık­mak için önermiş olduğu çözümler de, o gü­nün koşullarında çekici geldi. Zaten Alman halkı kendisini içinde bulunduğu koşullar­dan kısa sürede çekip çıkaracak bir kurtarıcı arıyordu.
Tüm bu avantajları iyi değerlen­diren Naziler, 1932 seçimlerinde çoğunlu­ğu sağlayamamakla beraber, en fazla oyu aldıkları için hükümeti ele geçirdiler. 30 Ocak 1933'de Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler'i başbakan atadı. İktidara gelen Naziler kısa süre içerisinde tüm muhalefet partileri, sendikaları ve karşıt görüşleri sa­vunan toplumsal örgütleri kapattılar. Yahu­dileri ve radikal sol hareketlerin Önde ge­lenlerini ya öldürdüler, ya da toplama kamplarına gönderdiler. Yeniden güçlü Almanya'yı kurarak ari ırkın üstünlüklerini in­sanlığa gösterebilmek için, tüm komşuları­na savaş açtılar. Güçlü ve disiplinli ordula­rı, son model silahlarıyla güçlük çekmeden, neredeyse kıta Avrupası'nın tamamını kontrollerine aldılar. Ama karşılarında Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devlet­leri ve İngiltere'nin birleşik kuvvetlerini bu­lunca, savaşı başlatmakla doğru bir şey yapmadıklarını anladılar. Fakat dönülmez noktaya gelinmişti; ya yenecekler, ya da bu uğurda öleceklerdi. Sonuç bekledikleri gibi olmadı, savaşı kaybettiler. Dünyayı fethet­meye, Alman ırkının onurunu kurtarmaya çıkmışlardı. Ellerinde bulunanı da yolda yi­tirdiler, Almanya sadece harabe olmakla kalmayıp, ikiye bölünmekten de kurtula­madı.
Şükrü KARATEPE



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder