Bir coğrafi terimden ziyade bir kavram ya da bir algılama olarak
ele almayı yeğlediğim “dünya” fenomeni basit bir tanımlamayla
üstesinden gelinemeyecek kadar çetrefilli bir kavram. Bilinmelidir ki
dünya ve daha özelinde “yaşam” için söylenen ne varsa, bu tanımlardan
herhangi birisi bu “yaşam”ın özünü muhteva etmekte son derece yetersizdir.
Dünyayı ele almaya başlamışsanız ilk büyük
handikap bunu araştırmaya nerden başlamanızla ilgili olarak kendini
gösterir. Burada farklı bilim dallarının farklı çözüm versiyonları
olacaktır. Dünya deyince neyi anlıyorum? Pekiyi dünyadaki diğer
milyarlarca hemcinsim ne anlıyor? “Dünya nedir?”, “Yaşam nedir?”
sorusuna verdiğim cevap beni tatmin ediyor mu? Pekiyi kendisini tatmin
eden var mı? Bulduğu cevabı içinde yıllarca saklayıp yaşatan ve bu cevabın
kendisine sağladığı iç huzuruyla hayata gözlerini yuman bir tek insan bile
var mı? Felsefe yüzyıllar boyunca iş başında… Filozoflar kafa
patlatırcasına yüzyıllardır, ne olduklarını, ne olacaklarını, ne olmaları gerektiklerini düşünmüyorlar
mı? Din adamlarının bu sorulara ilişkin verdikleri tatminkâr cevapları var
mı? Botanikçiler, evrimbilimciler, zoologlar aynı cevaplar üzerinde
hemfikirler mi?
Anlaşılan o ki, yüzyıllardır insanlar bir şeyi
diğerlerinden daha fazla yaptılar. “Anlam” aradılar. O aranan şey o kadar
değerli ve anlamlıydı ki, cevabı dünyada elde edebilecekleri herhangi bir
şeyden kat kat daha değerli olacaktı. Bu şeyi bulmak için sorular
sordular: “Ben kimim?”, “Neden yaşıyorum?”, “Hayat nedir?”
Dünyada insanın en büyük meselesi kendini bir
doğrunun içine (ya da doğru sandığı şeyin içine) oturtma meselesidir. Bu
mesele o kadar büyüktür ki delirmeyi ya da intiharı göze almalısınız. Size
dolaylı olarak şunu söyler ya beni bulursun ya da bu yaşamına mal olur.
İnsan kendine ilk soruları sormaya başladığı andan itibaren kum saati ters
çevrilir ve süre başlar. Kimileri bulduğunu düşünür ve süreyi durdurur,
kimileri ise bulmak diye bir şey yoktur der ve hiçbir şey bulamayacağını
bile bile aramaya devam eder ve kendi sonunu hazırlar. Fiedrich Nietzsche
beynine taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemişti ama kum
saatine uzanmak aklının ucundan bile geçmiyordu. Nihayetinde süre doldu ve
onu delirmeye mahkum etti. Aynı şekilde Hemingway’i, Woolf’u ve daha
nicelerini de intihara zorladı.
Yaşam hakkında ne düşünüyorsanız, bilin ki o
düşündüğünüz şey değildir. Yaşam cevabı birkaç cümleyle verilebilir bir
şey değildir. Yaşama dair vereceğiniz cevap, insanoğlunun sınırlı sözcük
kapasitesine, sınırlı bakış açısına ve diğer yaşam ürünleriyle olan
ilişkisine göre verilecektir. Burada problem yaşamı, yaşam içerisinde
tanımlamaya çalışmamızdır. Bu dışarısını hiç görmemiş bir balığın su dışı
dünyayla ilgili spekülasyonlar yapmasına benziyor. Bazen dünyada sudan
başka bir şeyin olmadığına inanıyor, bazen dünyada balıklardan başka da
canlılar olabileceğine inanıyor, bazen de sudan başka bir yaşamın olup
olmadığının bilinemeyeceğini savunuyor. Yaşam, en iyi yaşam dışılıkta
anlaşılabilir. İnsan bedeni, yaşarken yaşam-dışılığa çıkamayacağına göre
bunu yine yaşarken yapmalıdır. Yani dünyayı konuşabilen bir bebek
gibi düşünmelidir. Burada bebek metaforunu özellikle seçtim, çünkü
yetişkinlerin aksine bebeklerin geçmiş yaşantı ürünleri ve doğal olarak
önyargıları yoktur. Dünyayı anlamamızın önündeki en büyük engel dünyayı
açıklarken işin içine yaşantı ürünlerimizi de katarak anlamaya
çalışmamızdır. Doğumundan beri kimsesiz çocuklar yurdunda kalmış bir
çocuğun yaşadığı yığınla olumsuz tecrübeyle söyleyeceği “dünyada mutluluk
diye bir şey yoktur,” ifadesi onun geçirdiği olumsuz tecrübelerle
açıklanabilir. Konuyu biraz daha özele indirgersek, ben Türkiyeli olarak
Almanya’nın İkinci Dünya Savaşındaki mağlubiyetine ne kadar üzülebilirim
ki? Çünkü bir Türk’ün aynı şekilde herhangi bir ülkenin herhangi bir
vatandaşının bakış açısına az ya da çok ülkesinin menfaatleri karışmaz mı?
Ülkesi ile ilgili önyargılarını kaç yurttaş bir tarafa bırakabilip, haksız
olduğunu düşündüğü bir savaşta karşı ülkenin menfaatlerini düşünebilir? Bu
da bizi bir sonuca götürüyor: az ya da çok yaşamsal önyargılarımız bizi
hayatı yaşadığımız şekilde algılamaya götürüyor.
Her filozof felsefesini önce kafasında yapılandırır.
Hiçbir filozofun felsefesi, kafasındaki dünyadan, tanıdığı insanlardan,
umutlarından, öfkelerinden, acılarından bağımsız değildir. Yani benim bu
küçük odam buram buram felsefem kokar. Sizinki de öyle...
Aslında felsefe dediğimiz şey halet-i ruhiyenizin
ellerinizvasıtasıyla kâğıda kendini yazmasından başka bir şey değildir. Ne
Nietzsche eksiktir yazdıklarında, ne de Sokrates. Nietzsche’nin
paragraflarını üst üste koyarsanız, onun beynine ve yaşamına ulaşırsınız.
Nietzsche’nin felsefesinde Tanrı’nın ölü olması, aslında onun buna böyle
inandığı için değildir; böyle olmasını görmek istemesindendir.
Bu nedenle nesnel felsefe yoktur. Her filozof
aslında kendini anlatır ve insanlar buna felsefe der. Yaşamın kendisini
sürüklediği ve bu sürüklemenin bitip insanın eline kalemi alacak kadar
sürüklenmez olduğu zamanda felsefesini yapar. Bir pesimist için çoğunlukla
Tanrı yoktur, hayat anlamsız ve muğlaktır, yaşamın bir amacı ve anlamı
yoktur, bu nedenle toplumsal normlar ve ahlak kuralları sorgulanmalıdır.
Aslında ahlak diye bir şey de yoktur. (Daha da ileri gidip) Aslında hiçbir
şey yoktur. Kendi bile yoktur.
Arthur Schopenhauer mutsuz bir çocukluk dönemi
geçirmişti. Babasının otoriter ve baskıcı eğilimleri altında yaşamak
zorunda kaldı. Babasının intiharından sonra annesi de evi terk etti ve
Arthur’a onu sürekli azarlayan mektuplar yazdı. İç huzursuzluğu onu sürekli
şehir değiştirmeye yöneltti. Yaşamında belki de yaşayamadığı tek haz
mutluluktu. Giderek daha da umutsuzlaştı ve yazdığı kitaplarla karşımıza
yeryüzünün gördüğü en kötümser filozof olarak çıktı. Şimdi biz
Schopenhauer’i felsefesinden ayrı düşünebilir miyiz?
Ya Lao Salome’ye olan aşkından (belki de onun Paul Ree
ile olan ilişkisini kıskanmasından) yaşama attığı iftiralarla meşhur,
nihilist, karamsar, Friedrich Nietzsche…
Ya yıllarca uyuyamamanın etkisinde hüzün günlüklerini
bize “yaşam felsefesi” diye yutturmaya çalışan ve “Umutsuzluğun
Doruklarında” kitabının mey’us yazarı Emil Cioran…
Ya etrafında ceset görmekten dolayı dünyada kusmadık
yer bırakmayan ve bu kusmuklar üzerinde Nobel’e uzanan “Yabancı”nın
absürtçü filozofu Albert Camus…
Ya Sartre,
Ya Kierkegaard,
Ya Woolf,
TÜM BİLDİĞİM HAYVANİ BİR ŞEKİLDE “ANLAM’A” AÇ
OLDUĞUMUZ VE
BU AÇLIĞIMIZIN HİÇ BİR ZAMAN DİNMEYECEĞİDİR.
BU AÇLIĞIMIZIN HİÇ BİR ZAMAN DİNMEYECEĞİDİR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder