Kendi
gözlemlerimiz, bize her devletin iyi bir amaçla kurulmuş bir topluluk
olduğunu söyler. “İyi,” diyorum, çünkü gerçekten, bütün insanlar
eylemlerinde iyi sandıkları şeyi elde etmeye çalışır. Öyleyse, bütün
topluluklar şu ya da bu iyi şeyi amaçladıklarına göre, toplulukların en
üstünü ve hepsini kapsayanı da, en yüksek iyi’yi amaç edinecekti. Bu,
bizim Devlet dediğimiz topluluktur ve o topluluk türüne de siyasal
diyoruz.
Devlet
adamıyla devlet, kralla uyrukları, aile reisiyle ev halkı, efendiyle
köleleri arasındaki ilişkilerin hep aynı olduğunu sanmak yanlıştır.
Aralarında yalnızca büyüklük değil, nitelik farkı da vardır. Büyüklük
ayraç değildir; bir adamla birkaç kişi arasında efendi-köle ilişkisi, daha
çoğu arasında aile ilişkisi, bundan daha çoğu arasında da bir krallık ya
da siyasi topluluk ilişkisi olduğunu söyleyemeyiz – sanki büyük bir
aileyle küçük bir şehir arasında hiçbir ayrılık yokmuş gibi. Oysa
krallıkla siyasal bir topluluk ya da bir yurttaşlar topluluğu arasında
bile bir nitelik farkı vardır; bir kimsenin ötekilerin üstünde yönetme
gücü varsa, bu krallıktır da, ilgili bilimin ilkelerine göre, yurttaşlar
sırayla hem yönetir hem yönetilirse bu siyasal topluluk olur, demek doğru
değildir. Sorunu her zamanki ilkelerimizle, yani çözümleme yöntemi
(analitik metot) uyarınca incelersek, bu apaçık ortaya çıkacaktır. Öteki
bilim dallarında bileşik şeyleri artık bölünemeyecek kadar küçük parçalara
ayırıyorduk; devleti ve devletin kurucu öğelerini de aynı biçimde
inceleyelim; bunların nasıl birbirinden ayrıldıklarını ve söz
konusu parçalar hakkında geçerli ilkeler çıkarıp çıkaramayacağımızı o
zaman daha iyi göreceğiz.
Sanıyorum
ki, öteki konularda olduğu gibi, bunda da şeylerin doğal gelişimine
başından bakarsak sorunu en iyi biçimde görmüş olacağız. İlkin, öteki eşi
olmadan etkinlikten yoksun kalacak şeyler çift çift birleştirilmelidir.
Örneğin, üreme için erkekle dişinin birliği zorunludur, çünkü öteki olmadan
biri etkisiz kalır. Bu, düşünülerek yapılmış bir seçme değildir; doğanın
hayvanlara da bitkilere de verdiği, kendi benzerlerini çoğaltma isteğinden
ileri gelmektedir. Yöneten ile yönetilenin birleşmesi de, tıpkı bunun
kadar gereklidir; bunların bir araya gelmelerinden amaç, ortak
güvenliklerinin korunmasıdır. Çünkü gereken şeyleri zekâsıyla önceden
görebilen bir kimse, doğaca yönetici ve efendidir, oysa beden
gücüyle bunları yapabilen bir kimse doğaca köledir, yönetilenlerden
biridir. Bundan ötürü, efendiyle köleyi birleştiren ortak bir çıkar
vardır. Doğa, kadınla köle arasında bir ayrım gözetmiştir. Kadın ayrı
ayrı işlere bakar ve cömertlikle başka başka araçlar sağlar – her işe
yarayan Delphoi bıçağı gibi değildir; bir araç, birçok işi görmesi için
değil de, yalnız tek bir işi görmesi için yapılmış olunca, en iyi işler.
Kadınla kölenin ayrı ayrı işlevlerinde de durum böyledir. Bazı Yunanlı
olmayan (barbar) topluluklar bunu açıklayamazlar, kadınla
köleyi birbirinden ayıramazlar. Çünkü topluluklarında doğaca yönetecek ya
da buyruk verecek bir bölüm yoktur; onların toplumu erkek ve kadın
kölelerden oluşmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, ozanlar barbarla köleyi
özdeş sayarak, “Helenlerin barbarları yönetmesi uygundur,”
demişler. İlk aile, erkeklerin bu ikisiyle, yani kadınlar ve
kölelerle birleştirilmesinden meydana gelmiştir; ozan Hesiodos, “İlkin bir
ev ve bir kadın edin ve bir öküz sabana koşmak için,” derken haklıdır,
(Öküz yoksul adamın kölesidir).
Doğa
yasası uyarınca kurulan ve günbegün sürüp giden bu birlik, ailedir;
üyelerine Kharondas: “Ekmek ortakları”, Giritli Epimenides de “Ahırdaşlar”
demiştir. Bundan sonraki aşama, köydür: Günlük gereksinmelerin ötesinde
bir amacın karşılanması için birçok evler birleşince köy meydana gelir. Bu
ilk birlik, genel olarak, oğulların ve torunların evlerinin eklenmesiyle,
doğal bir süreç sonucunda oluşur. Böyle bir köyün üyelerine, “bir sütten
emzirilenler” (homogalaktes) derler. Bu yoldan kurulmuş olunca, yönetimi
de ister istemez krallık oluyordu; günümüzdeki bazı uluslar gibi, şehir-devletleri
de başlangıçta krallıkla yönetilmekteydi. Her evin en yaşlı üyesi, adeta
bir kral gibi yönetiyordu; bütün bu evler topluluğu da aralarındaki kan
ilişkilerinden ötürü aynı biçimde yönetiliyordu. Homeros, bu ataerkil
yönetimi, “Her adamın, çocukları ve kadınları üstünde yasa koyma yetkisi
vardır,” diye anlatır. Homeros bu sözüyle köylerdeki topluluklara değil,
dağınık ailelere değinmektedir, çünkü eski zamanlarda dağınık yerleşmeler
gerekti. İnsanlar başlangıçta kendileri kralların yönetimi altında yaşadıkları
için -hâlâ birçokları öyle ya- tanrıların da bir kralları
olduğunu söylerlerdi. İnsanlar, tanrıları insan biçiminde tasarladıkları
gibi, onların yaşayışlarının da kendi yaşayışlarına benzediğini sanırlar.
Son birlik, çeşitli köylerden oluşan şehir ya da devlettir (polis). Bununla, hemen her bakımdan süreç tamamlanmıştır; kendi kendine yeterliğe erişilmiş ve böylelikle, yaşamın kendisini sağlamak için başlamışken, şimdi iyi yaşamı sağlayabilecek bir duruma gelmiştir. Bundan dolayı, içinden çıktığı daha eski topluluklar nasıl doğalsa, şehir-devleti de öylece yetkinlikle doğal bir topluluk biçimidir. Bu birlik, ötekilerin amacıdır ve bunun doğasının kendisi bir amaçtır; çünkü biz herhangi bir şeyin yetkinleşme sürecinin tamamlanmış ürününe o şeyin doğası deriz – insan, ev, aile, her şey o olmayı (kendi doğasına erişmeyi) amaçlar. Bundan başka, amaç ve son (sonul neden) ancak en iyi olandır; kendi kendine yeterlik ise hem amaç hem yetkinliktir. Bundan, devletin doğada var olan şeyler sınıfına girdiği ve insanın doğadan siyasal bir hayvan olduğu sonucu çıkar. Düpedüz bahtsızlığından değil de doğası gereği şehri ya fazla iyidir ya fazla kötü, ya insanlığın altındadır ya üstünde – insanlığın altında olmaya bir örnek, Homeros’un, “saygısızlık eder, soyuna, düzene, ocağına,” diye kınadığı savaş düşkünü kişidir; böyle bir kimse, doğası gereği savaşa düşkün olur, tek başına kalmış bir dama taşı gibi hiçbir işbirliğine girmez. Fakat önümüzdeki, yalnızca bir işbirliği yapıp yapmama sorunu değildir; çünkü besbelli ki, insan arının ya da topluluk içinde (sürü halinde) yaşayan başka herhangi bir hayvanın olmadığı anlamda bir siyasal hayvandır. Çoğu kez dediğimiz gibi, doğa hiçbir şeyi boşuna yapmaz; insanı siyasal bir hayvan yapmak amacıyla da bütün hayvanlar arasında yalnız ona dili, anlamlı konuşma yetisini vermiştir. Konuşmak ses çıkarmaktan oldukça ayrı bir şeydir; ses çıkarma yetisi öteki hayvanlarda da vardır, bununla duydukları acı ya da hazzı anlatırlar; çünkü gerçekten bazı hayvanların doğal güçleri, onların hem haz ve acı duymalarına, hem de bu duygularını birbirlerine aktarmalarına elverişlidir. Oysa dil yararlı ve zararlı olanı, doğru ve yanlışı bildirmeye yarar. Çünkü insan ve öteki hayvanlar arasındaki gerçek ayrılık, yalnız insanların iyi ile kötü’yü, doğru ile yanlış’ı, haklı ile haksız’ı sezebilmeleridir. İşte bir aile ya da şehri meydana getiren şey de bu konularda ortak bir görüşü paylaşmaktır. Üstelik şehir ya da devletin, aileden de, aramızdaki herhangi bir bireyden de önceliği vardır. Çünkü bütün, parçalardan önce gelmelidir. El ya da ayağı tüm bedenden ayırın, artık el ya da ayak olmaz (ancak nasıl taştan yontulmuş bir el ya da ayaktan söz edebiliyorsak, öylece adı kalır geriye). Böyle bir eylem sonucunda, onu o yapan güç ve işlevi yitirmiş olacağı için, ortadan kalkacaktır. Dolayısıyla, bunlar hakkında aynı sözcükleri kullanabiliriz, ama aynı şeylerin sözünü ediyoruz, diyemeyiz. Öyleyse, devletin hem doğal hem de bireyden önce olduğu apaçıktır. Çünkü bir birey nasıl bir parçası ayrıldığı zaman tümüyle kendine yeterli olmazsa, o da tıpkı öteki parçaları gibi bütün’le aynı ilişki içindedir. Devlet dediğimiz birliğe katılma yeteneği bulunmayan herhangi bir varlık, örneğin sessiz bir hayvan ya da (eşit ağırlıkta olmak üzere tam karşıtı) yetkinlikle kendi kendine yeten ve devlete hiçbir gereksinmesi olmayan bir varlık (örneğin, bir tanrı) – bunlar, devletin birer parçası değildir. Öyleyse, tüm insanlar arasında onları bu ortaklığa sürükleyen doğal bir içgüdü vardır ve bir devleti kuran ilk adam, çok büyük yararlar sağladığı için övülmeye değer. İnsan nasıl tam gelişme durumuna ulaştığı zaman hayvanların en iyisiyse, yasa ve kurallardan ayrılınca da en kötüsü olur. Baş edilmesi en güç kötülük, silahlı olanıdır; insan her ne kadar silahlarını elinde tutarken anlayış ve erdeme yatkın olabilirse de, bunlara karşıt amaçlarla silahlarını kullanması çok kolaydır. Bu yüzden, erdemsiz insan, varlıkların en vahşisi, en adalet bilmeyenidir, cinsel tutkunlukları ve oburluğu bakımından da en kötüsüdür. Oysa adalet devletin orta direğidir; çünkü siyasal topluluğun temeli hak’tır ve hak neyin adaletli olduğuna karar vermenin ayracıdır. (...) Aristo bu noktadan sonra o dönemde Yunanlılar arasında yaygın olan bir ilişki/birliktelik biçimini ele alır.
(…)
Önce efendi ile köleyi tartışalım. Çoğu kez yapılan varsayımlardan
başlamak yerine, bu konuyu kavramanın daha iyi bir yolunu bulabiliriz,
sanıyorum. Örneğin, bazı kimselere göre, efendilik etmek belli bir çeşit
bilgiyi gerektirir ve bu bilgi, bir evi yönetmek ya da bir devlet adamı
yahut bir kral olmak için gerekenle aynıdır – başta değindiğim yanlış
görüş! Başkaları ise, efendinin köleyi yönetmesinin doğaya aykırı
düştüğünü, bu ayrımın yalnızca uylaşımdan ileri geldiğini, çünkü (efendi
ile köle arasında) doğadan bir ayrılık bulunmadığını ve bu yönetim türünün
zora dayandığını ve onun için de haksız bir şey olduğunu söylerler. Mülk
ailenin, mülk edinme de aile ekonomisinin bir parçasıdır; çünkü belli bir
düzeyde servet olmadan ne yaşamın kendisi ne de iyi yaşam olabilir. Öte
yandan herhangi belirli bir sanat açısından uygun araçların var olması o
işi yapmak için zorunludur. Araçlar cansız olabilecekleri gibi canlı da
olabilir; bir gemi kaptanı cansız bir dümen kullanır, ama gözcüsü canlı
bir adamdır; çünkü bir sanatta çalışan işçi, o sanat açısından, işin
araçlarından biridir. Bunun gibi, mülkiyet konusu olan herhangi bir şey,
bir kimsenin yaşamasını olanaklı kılan bir araç sayılabilir, o kimsenin
mülkiyeti (malvarlığı) ise, köleleri de içinde olmak üzere, bu
gibi araçların bir toplamıdır; köle ise, başka herhangi bir uşak gibi
canlı bir yaratık olduğu için, birçok araç değerinde bir araçtır. Çünkü
her aracımız, Daidalos’un yaptığı heykeller ya da ozanın,
“Kendiliklerinden tanrının toplantısına girerler,” dediği Hephaistos’un
tekerlekli sehpaları gibi, biz söyleyince ya da gerektiğini kendisi
görerek işlerini yerine getirebilseydi – diyelim, dokuma tezgâhının mekiği
kendiliğinden gidip gelse, lirin mızrabı kendiliğinden çalsaydı, o zaman
ne yapımcıların işçiye gereksinimleri olurdu, ne de efendilerin
köleye. Olağan anlamıyla araçlar, üretim araçlarıdır; oysa mülkiyet
kendi başına yararlıdır. Demek istiyorum ki, örneğin bir mekik kendi
kullanımından başka bir şey üretir, ama bir yatak ya da bir elbise öyle
değildir. Üstelik üretim ve eylem ayrı nitelikte oldukları ve her ikisi de
araç kullanılmasını gerektirdikleri için, araçları arasındaki ayrılık da
aynı nitelikte olmalıdır; araçlar üretime uygundur, mülkiyet eyleme. Yaşam
ise üretim değil, eylemdir; onun içindir ki, mülkiyet konusu olarak
köle, eyleme yarayan şeylerden biridir. Bazen, mülkiyet konusu olan bir
şeye parça denir; çünkü parça yalnızca efendisinin kölesi değildir, fakat
bütünüyle ona bağlıdır, mülkiyet konusu olan bir şey de böyledir.
Dolayısıyla, bir köle yalnızca efendisinin kölesi değildir, fakat
bütünüyle efendisinin mülkiyeti altındadır da; oysa efendi, kölesinin
efendisidir, fakat ona bağlı değildir. Bu gözlemler, kölenin doğasını ve
işlevini ortaya koymuş olmalı; doğadan kendi kendisinin olmayan, bir
başkasına bağlı olan bir kimse, doğadan köledir; bir kimse bir mülkiyet
konusu olursa, yani ayrı bir varlığı olan ve yaşama amaçlarına yararlı
bulunan bir araç olursa, (o zaman) bir başkasının malı olur. Fakat, acaba
doğadan bu tanıma uyan bir kimse var mıdır, bir kimsenin bir başkasına
köle olması iyi ve haklı bir şey midir, her türlü köleliği doğaya aykırı
saymalı mıyız? – Şimdi incelememiz gereken sorular bunlar.
Bu
sorulara karşılık vermekte, ne kuramsal tartışmalar ne de deneysel
gözlemler bir güçlük çıkarıyor. Birinin buyruk vermesi, bir başkasının ise
söz dinlemesi ilkece karşı konulamaz; bu hem zorunlu hem de faydalıdır:
Bazıları yönetecekler, bazıları da yönetileceklerdir. Bu
yöneten-yönetilen ilişkisinin birçok çeşiti vardır ve bu
ilişkilere her yerde rastlanır. Sürekli ya da kesintili öğelerden oluşan ve
sonuçta ortak bir birliği olan her şeyde, yöneten-yönetilen ilişkisi
ortaya çıkar. Bu bütün doğaları gereğince, özelikle canlı yaratıklarda
görülür; canlı yaratık ilk önce zihin ve bedenden oluşur, bunlardan
birincisi yöneten, ikincisi yönetilendir. Doğal büyümeye bağlı herhangi
bir olguda bizim hep doğanın kendi biçimlerine bakmamız ve gözlemlerimizi
yozlaşmış (bozuk) biçimlere dayandırmamamız gerekir. Onun için, bu
bağlamda da zihince ve bedence iyi durumdadır, zihninin bedenini yönettiği
apaçık görünen bir insanı düşünmeliyiz. Karşıt duruma, yani bedenin zihni
yönetmesine ise, bu kendi içinde kötü ve doğaya aykırı bir şey olduğu
için, kötü insanlarda ya da kötü koşullar içinde bulunan insanlarda
rastlanır. Bununa birlikte, dediğim gibi, yönetme ya da buyurma gücünün
kullanılmasını, bir efendinin mutlak olan veya mutlak olmayan ya
da anayasal yönetimin her ikisini birden, ilkin canlı yaratıklarda
görürüz. Zihnin beden üstündeki yönetimi (efendinin kölesini yönetişi
gibi) mutlaktır; zekâ ise tutkuları (devlet adamının yurttaşlarını ya da
kralın uyruklarını yönetmesi gibi) anayasal olarak ve kralca yönetir.
Bütün bunlarda, beden için zihin tarafından, doğalarımızın duygusal bölümü
için de akla sahip olan bölümü, yani zekâ tarafından yönetilmenin hem
doğal hem de uygun olduğu açıktır. Bunun tersinin olması, hatta ikisinin
eşitliği ise hepsi için zararlıdır. İnsanlarla öteki hayvanlar arasında da
böyle olur; çünkü evcil hayvanlar, doğadan, vahşi hayvanlara oranla daha
iyidir; onlar için de insanlar tarafından yönetilmek daha faydalıdır;
çünkü böylesi hiç olmazsa, güvenliklerini sağlar. Yine, erkekle dişi
arasında, önceki doğadan üstün, beriki aşağıda ve uyruktur. Bu genel
olarak tüm insanlık için de geçerlidir. Bundan ötürü, diyebiliriz ki,
iki insan topluluğu arasında, zihinle beden ya da insanla hayvan
arasındaki kadar geniş bir ayrılık olan her yerde, işleri bedenlerinin
kullanımından ibaret kalan ve kendilerinden daha iyi bir şey beklenemeyecek
olanlar, bence, doğadan köledir.
Sözü
edilen benzerlerinde olduğu gibi, onlar için de böylelikle yönetilmek ve
uyruk olmak daha iyidir; onlar için de insanlar tarafından yönetilmek daha
faydalıdır; çünkü böylesi hiç olmazsa güvenliklerini sağlar. Yine, erkekle
dişi arasında, önceki doğadan üstün, beriki aşağı ve uyruktur. Bu genel
olarak tüm insanlık için de geçerlidir. Bundan ötürü, diyebiliriz ki,
iki insan topluluğu arasında, zihinle beden ya da insanla hayvan
arasındaki kadar geniş bir ayrılık olan her yerde, işleri bedenlerinin
kullanımından ibaret kalan ve kendilerinden daha iyi bir şey
beklenemeyecek olanlar, bence doğadan köledir. Sözü edilen benzerlerinde
olduğu gibi, onlar için de böylelikle yönetilmek ve uyruk olmak daha
iyidir. Öyleyse, “doğadan köle” bir başkasına bağlı olabilen,
dolayısıyla da bağlı olan ve akıl yürütme yetisinden anlayacak kadar pay
alan, ama ona sahip olacak kadar pay almayan bir kimsedir. Öteki,
hayvanlar, sahiplerine akıllarını işleterek değil, söz dinleyerek
hizmet ederler. Kölelerin kullanılması da, evcil hayvanlarınkinden hiç
ayrılmaz; bir her ikisinden de bedensel gereksinimlerimizin giderilmesinde
yararlanırız. Bu durumda, doğa özgür kişilerle kölelerin bedenlerini ayrı
ayrı yapmayı amaçlamıştır: Köleler, zorunlu kol işleri için yeterince
güçlü, özgür kişiler, bu çeşit işlere yarayamayacak biçimde, dimdik, ama
bir devlet yurttaşının yaşamı için, savaşla barış arasında bölünen bir
yaşam için pek uygun olarak yaratılmıştır. Fakat doğanın amacı böyle
olabilirse de, tersi sık sık görülmektedir. Özgür kişilere yakışır bir
bedeni olan, ama zihni olmayan yahut zihni uygun olmakla birlikte bedeni
uymayan insanlar vardır. Şurası kesindir ki, bedensel görünümleri tanrı
heykellerinin insanüstü büyüklüklerindeki aynı üstünlüğü gösteren insanlar
olsaydı, insanlığın geri kalanının onların köleleri olması gerekeceğini
herkes kabul ederdi. Bedensel üstünlük bakımından bu fark gözetme doğru
olursa, zihin üstünlüğü yönünden böyle bir ayrım haydi haydi geçerli olur.
Fakat zihin niteliğini görmek bedenin niteliğini görmekten çok daha
zordur. Öyleyse, apaçık, doğadan bazıları özgür bazılarıysa köledir
ve bunlar için, kölelik etmek hem doğru hem de uygundur…
Aristo,
daha ileriki bölümlerde, farklı devlet biçimlerini/formlarını ve bunların
doğasını irdelemektedir. Yaşadığı dönem, Yunan şehir-devletlerinin yerini,
öğrencisi olan İskender’in büyük imparatorluğunun almakta olduğu dönemdir
ama o, imparatorluk gibi bir siyasal yapının üstünde düşünmez
bile. Şimdi, Anayasa’yı çeşitli tür ve biçimleriyle incelerken,
devlete bakmakla işe başlamamız ve onun bir tanımını yapmamız gerekiyor.
Bu konuda genel bir anlaşma yoktur; örneğin, işleyişi bakımından, bazıları
(kamusal) eylemi yapan devlettir derler, bazılarıysa eylemi yapan devlet
değil, oligarşi ya da diktatör ya da her neyse o yapar derler. Besbelli
ki, devlet adamının ve yasamacının etkenlikleri devleti yakından
ilgilendirmektedir. Anayasa, bir devlet içinde yaşayanları örgütlemenin
bir yoludur. Parçalardan oluşan herhangi bir bütün gibi, devlet de parçalara
ayrılarak çözümlenmelidir; biz önce yurttaşı incelemeliyiz, çünkü devlet,
yurttaşlarının toplamıdır. Öyleyse yurttaş kimdir? Ve bir kimseye yurttaş
demeyi doğru kılan nedir? Diye sormamız gerekiyor. Burada da genel
bir anlaşma yoktur, bir yurttaşı neyin meydana getirdiği
üstünde anlaşılamamaktadır; çoğu kere, bir demokraside yurttaş olan (bir
kimse) bir oligarşide yurttaş değildir. Önerilen bir tanım şöyle:
“Mahkemeye gidebilen, dava açabilen ya da dava edilebilenler”. Fakat bu
çok geniştir; bir ticaret sözleşmesine (taraf olarak) giren herkes için
mahkemeye gitme yolu açıktır ya da yarı yarıya açıktır, çünkü bir ülkede
oturan bir yabancı, kendisi adına hareket edecek birini atamak zorunda
tutulabilir, böylelikle devlete katılması eksik olur. Bence, yurttaşı
bütün ötekilerden etkinlikle ayıran Yargı’ya ve Yetke’ye katılması, yani
yasal, siyasal ve yönetsel görevler almasıdır. Bazı görevler süreleri
bakımından ayrılır, bazılarını aynı kimse her ne olursa olsun iki kere
yapamaz, başkalarına aradan belirli bir süre geçmedikçe üst üste iki kere
gelinmez. Bir yargıçlar kurulu ya da bir şehir meclisi üyeliği gibi daha
başkalarında ise hiç böyle bir sınırlama yoktur. Bu gibi kimselerin
gerçekten “yönetilmedikleri” ve dolayısıyla yetkeye katılmadıkları ileri sürülebilir.
Fakat erkleri vardır ve yetkeye katıldıklarını yadsımak gülünç olur. Zaten
bu bir şey fark etmez; bütün sorun, jüri yargıcı ile yasama kurulu
üyesi (ekklesiastes) için her ikisini de kapsayan ortak bir ad
bulunmamasıdır. Tanımlamak amacıyla, “belirlenmemiş yetke” dememizi
öneriyorum. Yurttaşları, işte buna katılanlar diye tanımlıyoruz. Böyle bir
tanım, gerçekte yurttaş adı verilenlerin hemen tümüne uyar gibi
görünüyor. Öte yandan, devletin altbölümleri başka başka türlerden
meydana gelebilen ve birisinin birincil, ötekinin ikincil vb. olabildiği
bütün bunlarda onları ne iseler o kılan, ortaklaşa hiçbir şey ya da hemen
hiçbir şey bulunmayan şeylerden biri olduğunu unutmamalıyız.
Bundan
ötürü, çeşitli anayasa biçimlerinin birbirlerinden türce ayrıldıklarını,
mazılarının mantıkça ötekilerden önce geldiklerini görüyoruz, çünkü
bozulmuş ya da yoldan çıkmış olanlar, yanlışsız olanlardan sonra
olmak gerekir. Onun içindir ki, yurttaşın anlamı da her örnekte söz
konusu olan anayasaya göre değişecektir. Bu nedenle, bizim yurttaş
tanımımız, en iyi, bir demokrasiye uyar; öteki anayasalara da uyabilir,
ama zorunlu olarak uyması gerekmez. Örneğin, bazı
anayasalarda demos’a karşılık bir Kurul, üyeliği belli bir Meclis
yoktur, yalnız zaman zaman bir toplantı olur. Sonra, adaleti (bütün)
yurttaşlar sırasıyla, dağıtmayabilir, bu görev bir kesime
verilmiştir. Örneğin, Sparta’da sözleşmelerden çıkan
davalara ephor60’lar bakar, aralarından biri ya da öteki; adam
öldürme davalarına, yaşlılar; öteki davalara da hiç kuşkusuz başka kurullar.
Bunun gibi, Kartaca’da da bütün davaları resmi kurullar yargılar. Fakat
bizim yurttaş tanımımızı bırakmamız gerekmez; onu demokrasi olmayan
anayasalara da uyacak biçimde düzeltebiliriz. Yargıcın ya da üyenin
“belirlenmemiş yetke”si yerine, yalnızca “resmen belirlenmiş” deyiveririz.
Çünkü yasal ya da siyasal kararlar alma ödevi, bunların hepsine ya da
bazılarına, tümüyle ya da kısmen verilmiştir. Bütün bu sözlerden
yurttaşın kim olduğu anlaşılmıştır: Bir kimse, görüşme (yasama) ya da yargılama
yetkesine katılmaya hak kazanır kazanmaz, onu bu devletin yurttaşı
sayarız; merkezi-kendinde bir varlık sürdürebilecek (kendi kendine
yetebilecek) kadar çok sayıda bu gibi kimseler olunca da, bunlara aşağı
yukarı bir devlet diyebiliriz… Bu sorunları çözüme bağladıktan sonra,
bir sonrakine geçmeli ve tek bir anayasa mı, yoksa birden çok anayasa
mı kabul edeceğimizi sormalıyız; eğer birden çoksa, o zaman da, bunların
neler olduğunu, sayılarını ve aralarındaki ayrılıkları sormamız
gerekir. “Anayasa”dan biz çeşitli yetkelerin ve özellikle bütün
ötekilerin üstünde olan egemen yetkenin örgütlenişini anlıyoruz. Yurttaş
topluluğu her yerde egemendir; anayasa da politeuma’nın toplamıdır.
Örneğin, demokratik anayasalarda en üstün olan halk ya da demos’tur,
oligarşilerde ise azınlıktır. İşte bir anayasayı ötekinden bu ayırmaktadır
– yurttaş topluluğunun bileşimi; aynı ayraç ötekilere de
uygulanabilir. Başlangıçta, devletin hangi amaçla var olduğunu,
şehrin insanlarını ve ortak bir toplumun üyeleri olarak yaşamlarını
denetim altında tutan egemenlik ya da yetke türlerinin doğasını
ve sayısını belirtmeliyiz. Bu yapıtın başında, bir evin yönetilmesiyle
despotça egemenlik arasında bir ayrım yaptığımız zaman, insanın doğadan
siyasal bir hayvan olduğunu da söylemiştik. İnsanların birbirlerinin
yardımını aramaya gerek duymadıkları zaman bile, toplumda yaşamak için
doğal bir istekleri vardır. Yine de, ortak yarar onları bir araya getiren
bir etkendir, çünkü hepsinin yararı her birinin iyi yaşamına katkıda
bulunur. İyi yaşama ise, gerçekten devletin gerek topluca
gerekse bireysel olarak baş amacıdır; fakat insanlar bu çeşit birlikleri,
yaşamın kendisi için kurmakta ve sürdürmektedir. Belki, sıkıntılarla aşırı
derecede dolu olmadıkça, salt yaşamda bile bir değer öğesi bulunduğunu
söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz, çoğu insan sağ
kalma
tutkuları nedeniyle birçok acı çekmeye razıdır; yaşamın kendisinde
belli bir mutluluk ve canlı olmanın iyi bir şey olduğu duygusunu
bulurlar. Fakat yetkeye dönecek olursak, bunun belirli çeşitlerini
ayrımlamak güç değildir – ben, genel konuşmalarımda bu tanımları sık sık
yaparım. Önce efendinin köle üstündeki yetkesi; bu yetke, birinci olarak
efendinin yararına ve ancak ikincil olarak kölenin yararına işler; aslını
ararsanız, doğası kölelik olanın doğadan efendisi olan
kimseninkinin dışında (kendine özgü) bir yararı yoktur. Fakat bu ilişkiyi
sürdürmek efendinin yararınadır, onun için kölenin sağ ve çalışabilir
durumda olması gerekir. Sonra, bir adamın karısı, çocukları ve ev halkı
üstündeki yetkesi vardır; bu yönetim biçimine “ev yönetimi” diyoruz. Bu,
ya o yetkeye uyruk olanların faydası için kullanılır ya da her iki yanın
ortak faydası için.
Bir
hekimin ya da bir atletin yetiştiricisinin (antrenörünün) çalışmaları
gibi, başka ustalık gerektiren etkenliklere benzeme yoluyla gördüğümüz
gibi, böyle bir yönetim (yetke kullanışı) doğru olarak ve kendi içinde
uyrukların faydasınadır, ancak dolaylı (ya da rastlantıya bağlı) olarak
kendi yararlarınadır. Üçüncü olarak siyasal yetke gelir: Devlet,
yurttaşlar arasında eşitlik ve benzerlik temeline dayandırılmış olunca, bu
yurttaşlar kendilerinin sırayla yetkeyi kullanmak, devleti
yönetmek (hükümet etmek) hakları olduğunu iddia ederler. Öyleyse,
ortak iyiliği amaçlayan bu anayasaların, mutlak adalete uygun olmakladoğru oldukları açıktır;
yalnız yöneticilerin iyiliğini amaçlayanlarsa yanlış’tır. Onların
hepsi doğru ölçütten (örnekten) sapmalar’dır. Bunlar efendinin
yararının en üstün önemi taşıdığı, efendinin köle üstündeki yönetimine
benzerler. Fakat devlet, özgür adamların bir birliğidir. Bu ayrımı
yaptıktan sonra, şimdi de kaç türlü anayasa bulunduğunu ve bunların neler
olduğunu inceleyelim. “Doğru” dediğimiz, herkesin iyiliğini sağlamayı
amaçlayanlarla başlıyoruz, çünkü bir kere bunlar tanınınca, bunlardan sapan
türleri görmek kolay olacaktır. Yukarıda gördüğümüz gibi, gerçekte anayasa
ilepoliteuma aynı şeydir; devletlerde yurttaşlar topluluğu egemen erk
olur. Egemenlik ya bir adamın, ya bir azlığın ya da çokluğun elinde
bulunacaktır. Bir Kişi, Azlık ya da Çokluk, ortak yararı sağlama amacını
güderek devleti yönettikleri zaman, bu anayasalar doğru olmak gerekir;
fakat yalnız bir kesimin -bu kesim ister Bir Kişi, ister Azlık ya da Kitle
olsun- çıkarını gözetirlerse, söz konusu anayasa bir sapmadır. Çünkü ya
katılanların yurttaş olmadıklarını söylememiz ya da bunların ortak iyiliği
paylaşmaları gerekmektedir. Doğru anayasalara genellikle verilen adlar
şunlardır:
1.
Ortak iyiliği amaçlayan bir kişinin yönetimi – Krallık.
2. Bir kişiden çoğunun, ama bir azınlığın yönetimi – Aristokrasi
3. Bütün topluluğun iyiliği için yurttaşların hepsinin uyguladığı yönetim – Siyasal Yönetim. Bunlara karşılık olan sapmalar da şunlardır: Krallıktan tiranlık, aristokrasiden oligarşi, siyasal yönetim ya da çokluğun anayasal egemenliğinden demokrasi. Çünkü tiranlık tek yöneticinin çıkarı için tek’in yönetimidir, oligarşi varlıklı adamların çıkarı için, demokrasi yoksulların çıkarı için. Üçünden hiçbiri bütün topluluğun yararını amaçlamaz.
2. Bir kişiden çoğunun, ama bir azınlığın yönetimi – Aristokrasi
3. Bütün topluluğun iyiliği için yurttaşların hepsinin uyguladığı yönetim – Siyasal Yönetim. Bunlara karşılık olan sapmalar da şunlardır: Krallıktan tiranlık, aristokrasiden oligarşi, siyasal yönetim ya da çokluğun anayasal egemenliğinden demokrasi. Çünkü tiranlık tek yöneticinin çıkarı için tek’in yönetimidir, oligarşi varlıklı adamların çıkarı için, demokrasi yoksulların çıkarı için. Üçünden hiçbiri bütün topluluğun yararını amaçlamaz.
* Aristo, Politika, Türkçe çeviri: Mete
Tunçay, Remzi Kitapevi 2009.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder