10 Haziran 2020 Çarşamba

Ziya Gökalp

Ziya Gökalp
Ziya Gökalp, çağdaş Türk düşünce tarihinin büyük mütefekkirlerindendir. Türkçülük akımının felsefesini yapmış, Türkiye'de millî edebiyatın gelişmesini sağlamış bir sosyolog ve mürşittir.
Tarihin çeşitli medeniyet eserlerini kucağında taşıyan Diyarbakır'da doğdu. Bu şehir, kütüphaneleri, medreseleri ileAnadolu'nun en eski kültür merkezidir. 1876 yılının 23 Mart günü, Ziya Gökalp'in babası vilâyet evrak müdürü Tevfik Efendi, evinin selâmlığında oturmuş, eşinin doğum haberini beklerken Çorlu Hoca adında bir ziyaretçi geliyor :
- Bu saatte bir oğlunuz olacak, adını Mehmet Ziya koyunuz, diyor. Gerçekten, bir süre sonra Tevfik Efendinin bir oğlu dünyaya geliyor, adını Mehmet Ziya koyuyorlar.

Ana ve baba, çocuğun yetişmesi için büyük ihtimam gösteriyor. Küçük Ziya, daha yedi sekiz yaşlarında Şah İsmailleri, Aşık Keremleri okuyor. On dört yaşına gelince Ziya Paşaların, Namık Kemallerin eserlerinden zevk almaya başlıyor. Tevfik Efendi ileri görüşlü bir insandır. Ziya'ya okuma zevkini aşılıyor, onu yüce ülkülerle besliyor. Namık Kemal'in öldüğü gün oğluna: "Bugün büyük bir matem günüdür, çünkü milletin en büyük adam? Namık Kemal öldü. Sen de onun yolundan gideceksin, onun gibi vatansever, hürriyet sever olacaksın", diyor. Psikolojik bir anlayışla yapılmış olan bu telkin, Ziya için bir baba vasiyeti olmuş, ona istikamet vermiştir.
Ziya rüştiyede okurken sevgili babası ölüyor. Onun yerini amcası Hasib Efendi alıyor. Hasib Efendi İslâm felsefesini iyi bilen, aydın bir insandır. Ziya'ya İbni Sina, İbni Rüşd, İmam Gazali gibi büyük İslâm filozoflarını tanıtıyor. Arapça'yı, Farsça'yı ve ilmî araştırma metodunu öğretiyor.
Ziya, 1890'a doğru idadiye giriyor. Kelâm, fizik ve biyoloji okuyor. Müspet ve menfi bu iki akım, kafasında hakikat şimşekleri yerine derin bir şüphecilik doldurmuştur. "İnsan" denen ve kalbin biricik pınarı olan faziletli varlığın âciz, hürriyetsiz, iradesiz, "madde"den yapılmış bir makine olmasını aklı almıyor. Binbir tehlike ile tehdit edilen, fakat bunun farkında olmayan Türk milletinin istibdattan nasıl kurtulabileceğini düşünüyor. Bunun için mucize lâzım. Bir ümit felsefesi arıyor. O günkü Türk toplumunun problemlerini ele almayan tasavvuf ve kelâm
bilimleri ona bu felsefeyi vermiyor. "İnsanlığı yükseltmek, milleti, vatanı kurtulmuş görmek istiyorum" diyor. "Hakikat-i kübra" adını verdiği "Büyük hakikat" i arıyor. "Onu bulabilsem, hiç bir derdim kalmayacak" derken, korkunç bir fikir buhranına yuvarlandığını ifade etmiş bulunuyordu.


Böylesine engin emellerle dolu bir ruh, Diyarbakır'ın öldürücü istibdat havasında yaşayabilir miydi? Felsefî düşüncelerin doğurduğu bu buhran onu intihara sürükledi. Kurşun beyninde kalmış, fakat olay zararsız atlatılmıştır.
Ziya o sıralarda bir ihtilâl şarkısı yazarken bilinçaltının karanlığından fışkıran bir mısra ona aradığı hakikatin kaynağını gösteriyordu :
Mev'uttur (vaat edilmiştir) bugün bana namusu milletin Ülkülerine ulaşmak kararındadır. Amcasına haber vermeden İstanbul'a gidiyor. O zamanın parasız okullarından biri olan baytar
okuluna yazılıyor. Tıbbiyelilerin kurmuş olduğu gizli cemiyete girmeyi de ihmal etmiyor. Yol harçlığı olarak kendisine gönderilen paraları, yardım olarak gizli cemiyetlere veriyor. Bazen kendisi günlerce parasız kalıyor. Baytar okulunun son sınıfında iken, istibdat aleyhindeki gizli hareketlere katıldığı için tevkif ediliyor. Taşkışla'da dokuz ay hapsedildikten sonra (1900), Diyarbakır'a sürülüyor.


Ölmüş olan amcasının vasiyetine uyarak kızı ile evlenmiştir. Sade bir hayat sürüyor. Meşrutiyetin ilânına kadar gelip geçici birkaç memurluktan başka bir işle meşgul değildir. Amcasının bıraktığı servetin mühim bir kısmını Diyarbakır'a sürülmüş olan hürriyet mücahitleri için harcamış, emlâkinin yarısından fazlasını ve kıymetli eşyalarını da satmıştır. Parayı sevmiyor. Durup dinlenmeden okuyor, yazıyor, düşünüyor; kendi tefekkür dünyasında yaşıyor.
Meşrutiyet ilân edilince (1908), İttihat ve Terakki Cemiyetinin Diyarbakır şubesini açıyor. Bir yıl sonra, bu cemiyetin Selânik'te toplanan kongresine Diyarbakır delegesi olarak katılmış (1910), Merkez-i Umumî üyeliğine seçilmiştir. İttihat ve Terakki mektebinde sosyoloji okutuyor, Ali Canip'le Ömer Seyfettin'in çıkardıkları Genç Kalemler dergisine giriyor. Yazılarında kullandığı takma adlardan biri de Gökalp'tir. Ziya Gökalp, otuz beş yaşındaki bu genç mütefekkir, basını ve aydınları etrafına toplayan bir kutuptur. Dış görünüşü ile çok şey vaat etmez. Münzevî ruhlu, çekingen ve alçakgönüllüdür. Fakat konuşmaya başlayınca hemen fark edilir ki o, ince zekâsı, derin ilmi ve olağanüstü telkin kabiliyeti ile bir fikir ve mücadele kuvveti, bir mürşittir.
Genç kalemlerde dil, felsefe ve sosyolojiye ait makaleler yazıyor. Bu derginin ele aldığı Türk dilinin sadeleşmesi davasını ilmî olarak inceliyor. bu dava daha önce Tanzimat yazarlarınca da ileri sürülmüş, ama söz ve dilek halinde kalmış, pek dar ölçüde uygulanmış, yazı dili ile konuşma dili birleştirilememiştir.

Ziya Gökalp, sade dil akımını müdafaa ederken, İslâm kültürü arasında benliğini kaybeden Türklüğü kurtarmak istiyordu. Ona göre sade dil ilmî ve millî bir zarurettir. Osmanlıca ile Türklük kaybolmuştur. Çünkü dil, milliyetçiliğin temelidir. Hukuk, ahlâk, güzel duygular gibi bütün değerler dile anlatılır. Millî kültürün yayılması, dilin sadeleşmesi ile gerçekleşir. Vatan manzumesinde, vatanı dille ne güzel uzlaştırır:
Bir ülke ki camiinde türkçe ezan okunur,
Köylü anlar namazdaki manasını duanın.
Bir ülke ki mektebinde türkçe Kur'an okunur,
Ey Türk eli, işte senin orasıdır vatanın.
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın.
Dilin sadeleşmesi prensiplerini de etraflıca ele alıyordu. Yaşayan dildi Türkçe. Karşılığı bulunan Arapça, Farsça kelimeleri, tamlamaları ve bu dillerin dilbilgisi kurallarını atmak gerekirdi.
Arapça'ya meyletme,
İran'a da hiç gitme
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.
Başka Türk lehçelerinden kelime almamak, kökü Türkçe de olsa ölü kelimeleri Türkçeye sokmamak lâzımdı.
Türkçeleşmiş Türkçedir,
Eski köke tapmayız.

Ziya Gökalp'e göre ölü kelimeleri dile sokmak, dilin tabiî tekâmülüne ve kendi öz kurallarına aykırıdır. Türk halkının bildiği her kelime millidir. Bu fikirler Ömer Seyfettin, Falih Rıfkı Atay, Orhan Seyfi Orhan, Halit Fahri Ozansoy gibi yazarları ve şairleri aydınlatmış, Türkiye'de millî edebiyat akımının gelişmesine sebep olmuştur.
Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun çöktüğü devrin fikir anarşisi içinde gidilecek yolu gösteren bir mütefekkirdir. Türkçülüğün esaslarını, batının ilim anlayışı ile incelemiş bir sosyologdur. Yaşadığı devirde, Osmanlı Devleti idaresindeki Türk olmayan unsurlar millî benliklerini duyuyor, Türklerden ayrılmak istiyorlardı. Türkler ise Türkçülük, Osmanlıcılık, İslâmcılık gibi üç cereyandan hangisini seçmek gerektiği hakkında millî bir şuura erememişlerdi.
Bu üç cereyanı ilk defa uzlaştıran mütefekkir Ziya Gökalp'tir.
Gökalp'e göre, Türkiye için en lüzumlu şey, millî şuurun uyanması ve asrın gidişine uyulması idi. Modern olmak, batının ilmini, tekniğini kabul etmek demektir. Hem doğu, hem batı ilmi diye iki ilim, iki anlayışı olamaz. Darülfünun batı anlayışına göre düzenlenmelidir. Şeriye mahkemeleri kalkmalıdır. Din, vicdan mevzuudur. Laik bir devlet teşkilâtına lüzum vardır.
Yıkılmış ve yaşatılması imkânsız ataerkil (pederşahi) aile yerine modern Türk ailesinin kurulmasını istiyor. Bunun sağlanması için eski Türk ailesini ilmî olarak inceliyor. Ailenin hukuk, iktisat ve ahlâk bakımından teşekkülü için medenî kanunun ıslah edilmesini ileri sürüyordu. Modern aile, nikâh, boşanma, miras mevzularındaki düşünceleri bugünkü Türk toplumunda kabul edilmiş esaslardır.

Milliyetçilik fikrinin gelişmesi yalnız Osmanlı tarihini değil, Türk tarihini incelemekle gerçekleşebilirdi. Edebiyatın kaynağı batı değil, Türk folkloru, Türk milletinin hayatı olmalıdır. millî şuuru uyandırmak için fikir Türkçülüğü lâzımdır. Çünkü medeniyet uluslararasıdır, müşterektir. Fakat hars (kültür) millîdir, diyordu.
Milliyetçiliği, "Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir" diye tarif ediyor; ekonomi, dil, din, hukuk, ahlâk ve aile bakımından Türkçülüğün izahını yapıyor. Ona göre milliyetçilik, Irkçılık
değildir. Ziya Gökalp'in Turancılığı "Irkçılık" diye anlaşılmamalıdır.
Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan...
diyorsa da Turan'ı, Osmanlı birliğini tamamlayan bir ülkü olarak anlıyor. Tarihî determinizmin ortaya çıkardığı bir teşekkül olarak kabul ediyor.
Türkçülüğün esasları eserinde: "Millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafi, ne de siyasî bir zümredir", "...bugünkü duruma göre Türkçülüğün üç mefkûresi olmalıdır. Bunların hakikate en yakın
olanı Türkiyeciliktir" diyor. İkinci mefkûrenin Oğuzculuk, üçüncü ve uzak mefkûrenin de Turancılık yani bütün Türklerin birleşmesi olduğunu tahayyül
ediyor.
Malta'da sürgünken Anadolu'nun elden gitmesi tehlikesini anlamış, realist bir Türkçü olarak, Çoban ile Bülbül'ü yazmıştı.
Çoban dedi: -Ülkeler hep gitse de,
Kopmaz benden Anadolu ülkesi.
Bülbül dedi: -Düşman haset etse de,
İstanbul'da şakıyacak Türk sesi.
"Mabedimizin üstünde bir meşale söndü"
Gökalp'in sosyoloji sistemi, Durkheim'in içtimaî mefkureciliğidir. Yalnız, bu mefkureciliği millî bir tefekkür açısından ele alır. Sosyal mevzulardaki örneklerini Türk tarihinden, Türk hayatından seçer. Gökalp, Mondros mütarekesinden sonra Üçlü Anlaşma Devletlerinin İstanbul'u işgali üzerine İngilizler tarafından Malta'ya sürülüyor (1919-1921). Sürgün bitince Diyarbakır'a dönüyor. Kurtuluş Savaşı sırasında Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti üyesi olarak Ankara'ya gidiyor. 1923'te Diyarbakır'dan milletvekili seçiliyor. 1924'te hastalanıyor. Tedavi için gittiği İstanbul'da

kırk dokuz yaşında ebediyete intikal ediyor.
İttihat ve Terakki'yi parmağında çevirecek kadar siyasi bir güce de sahip olan Ziya Gökalp, hiçbir memurluk istememiş, bakanlıklara "Firavun mevkii" demiştir. Onun yüksek ahlâkını Yakup
Kadri Karaosmanoğlu şöyle anlatır: "Bulutların ve şimşeklerin üstünde berrak sema ile arkadaş olan yüksek tepeler gibi her vakit insan ihtiraslarının üstünde sakin başı, merkez-i umumî azalığında bulunduğu zamanlarda bile bir an gündelik politika adını verdiğimiz sıtmalı dalgalanışların üzerine eğilmedi. Daima yüksek gördü, yüksek düşündü. Her şeyden önce yüksek bir insandı". Büyük mütefekkirin ölümü ile, Ruşen Eşref Ünaydın'ın dediği gibi: "Mabedimizin üstünde bir meşale söndü, fakat binlerce el o meşaleden kendi meşalesini yaktıktan sonra"!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder