3 Temmuz 2020 Cuma

Mantık ve Diyalektik

Mantık ve Diyalektik

İnsanların, uzun bir toplumsal evrim sürecinin ürünü olan mantıksal düşünme yetenekleri, biçimsel mantığın icadından, binlerce değil, milyonlarca yıl önce gelir. Locke bu düşünceyi daha 17. yüzyılda dile getirmişti: “Tanrı insanları güç belâ iki bacaklı yaratıklar olarak yaratıp, sonra da onları akılcı hale getirmeyi Aristoteles’e bırakacak denli acımasız davranmıştır insanlara.” Locke’a göre mantığın berisinde, “fikirlerdeki tutarlılığı ya da tutarsızlığı algılama naif yetisi” yatmaktadır.[1] Mantık kategorileri gökten zembille inmez. Bu biçimler insanlığın sosyo-tarihsel gelişim süreci içinde şekillenmişlerdir. Gerçekliğin, insanların zihinlerine yansımış temel genellemeleri olan bu kategoriler, her nesnenin onu diğerlerinden ayıran belli nitelikleri olduğu; her şeyin diğer şeylerle belirli ilişkiler içinde var olduğu; nesnelerin, birtakım özgül nitelikleri paylaştıkları büyük sınıflamalar oluşturdukları; kimi olguların diğerlerine sebebiyet verdikleri vb. gerçeğinden doğarlar. Troçki’nin dikkat çektiği gibi, bir dereceye kadar hayvanlar bile muhakeme etme ve verili bir durumdan bazı sonuçlar çıkarma yeteneğine sahiptirler. Yüksek memelilerde ve özellikle bonobo şempanzeleri üzerine yapılan son araştırmaların da çarpıcı biçimde gösterdiği gibi insansı maymunlarda bu yetenek hayli gelişmiştir. Ancak, muhakeme yeteneği insan türünün bir tekeli olmayabilirse de, akılcı düşünme yeteneğinin, en azından evrendeki küçük köşemizde şimdiye kadarki en yüksek noktasına insan zekâsının gelişiminde ulaştığına şüphe yoktur.

Soyutlama mutlak surette gereklidir. O olmadan düşünce genel olarak imkânsızdır. Soru şudur: ne tür soyutlama? Gerçeklikten soyutladığımda, verili bir olgunun bazı yönleri üzerine yoğunlaşırım ve diğerlerini hesaba katmam. İyi bir haritacı, örneğin, her evin ve kaldırım taşının, park etmiş her arabanın her ayrıntısını kopyalayan birisi değildir. Bu kadar ayrıntı, haritanın gerçek amacını, yani bir şehrin ya da başka bir coğrafi bölgenin güvenilir bir şemasını sunma amacını ortadan kaldırır. Benzer biçimde beyin, ilk anlardan itibaren bazı sesleri göz ardı etmeyi ve diğerlerine yoğunlaşmayı öğrenir. Bunu yapamıyor olsaydık, her yönden kulaklarımıza ulaşan bilginin miktarı zihnimize bütünüyle hakim olurdu.

Dilin kendisi yüksek bir soyutlama düzeyini ön var sayar. Anlamak ve ifade etmek istediğimiz gerçekliği yeterince yansıtan doğru soyutlamalar yapma yeteneği, bilimsel düşüncenin temel ön şartıdır. Biçimsel mantığın soyutlamaları, gerçek dünyayı ancak çok dar sınırlamalar içinde ifade etmek için yeterlidir. Bu soyutlamalar tek yanlı ve statiktirler ve özellikle hareket, değişim ve çelişki gibi karmaşık süreçlerle uğraşırken umutsuz derecede yetersizdirler. Bir nesnenin somutluğu, altta yatan kendi yasalarınca belirlenen kendi veçhelerinin ve karşılıklı iç ilişkilerinin toplamından oluşur. Bilimin görevi bu yasaları açığa çıkarmak ve bu somut gerçekliğe mümkün olduğunca çok yaklaşmaktır. Bilmenin bütün amacı, nesnel dünyayı, onun altında yatan yasallık ve zorunlu ilişkileri mümkün olduğunca sadık biçimde yansıtmaktır. Hegel’in dediği gibi, “hakikat her zaman somuttur.” Ama burada bir çelişki vardır. İlk önce soyutlamaya başvurmaksızın, doğanın somut dünyasının kavranılışına ulaşmak imkânsızdır. Soyut kelimesi Latince “den almak”tan gelir. Bir soyutlama süreciyle, söz konusu olan nesneden, önemli olduğunu düşündüğümüz bazı yönleri alır, diğerlerini bir kenara bırakırız. Soyut bilgi zorunlu olarak tek yanlıdır, çünkü söz konusu olgunun yalnızca belirli bir yanını, bütünün özgül doğasını belirleyen şeyden soyutlanmış yanını ifade eder. Örneğin, matematik, özellikle nicel ilişkilerle uğraşır. Nicelik doğanın son derece önemli bir yönü olduğu için, matematiğin soyutlamaları onun sırlarına sondaj yapmak için bize güçlü bir alet sağlamıştır. Bu nedenle bu soyutlamaların gerçek doğası ve sınırlarını unutma eğilimi vardır. Oysa bunlar da tüm soyutlamalar gibi tek yanlıdırlar. Bunu kendimizi riske atma pahasına unuturuz.

Doğa niceliği bildiği kadar niteliği de bilir. Eğer doğadaki en temel süreçlerden birisini anlamak istiyorsak, ikisi arasındaki kesin ilişkiyi belirlemek ve kritik bir noktada nasıl birinin diğerine dönüştüğünü göstermek mutlak surette zorunludur. Bu, salt biçimsel düşünceye karşıt olarak, diyalektik düşüncenin en temel kavramlarından ve bilime en önemli katkılarından biridir. Bu yöntemle sağlanan ve uzun bir süre “mistisizm” olarak kınanmış olan derin kavrayışlar, ancak şimdi anlaşılmaya ve takdir edilmeye başlanmıştır. Biçimsel mantıkta dışa vuran tek yanlı soyut düşünce, diyalektiği aforoz ederek bilime çok büyük bir zarar vermiştir. Ama bilimin fiili sonuçları, son tahlilde diyalektik düşüncenin, doğanın gerçek süreçlerine biçimsel mantığın doğrusal soyutlamalarından çok daha yakın olduğunu göstermektedir. Nesnenin, soyutlanmış parçalar olarak değil, bütünsel bir sistem olarak; bir koleksiyoncunun tahtasına yapıştırılan kelebek gibi bağlamından koparılıp alınarak değil, tüm zorunlu iç bağıntılarıyla; cansız ve statik bir şey olarak değil, canlılığı ve hareketliliği içinde, somut bir kavranışını elde etmek gereklidir. Bu tür bir yaklaşım, bir tür zihinsel ölüm sertliğini [rigor mortis] temsil eden dogmatik düşüncenin en mutlak ifadesi olan biçimsel mantığın sözde “yasalarıyla” açık bir uyuşmazlık içindedir. Fakat doğa yaşamakta, nefes almakta ve biçimsel düşüncenin kucaklamalarına inatla direnmektedir. “A”, “A”ya eşit değildir. Atom altı parçacıklar vardır ve yoktur. Lineer süreçler kaos içinde sona erer. Bütün, parçalarının toplamından büyüktür. Nicelik niteliğe dönüşür. Evrimin kendisi tedrici değil, ani sıçramalar ve felâketlerle kesintiye uğrayan bir süreçtir. Ne yapabiliriz? Gerçekler inatçıdır.

Soyutlama olmadan nesnenin “derinine” nüfuz etmek, onun özsel doğasını ve hareket yasalarını anlamak imkânsızdır. Zihinsel soyutlama faaliyeti aracılığıyla, duyularımızla (duyu-algı) sağlanan doğrudan bilginin ötesine geçebiliriz ve daha derine inebiliriz. Nesneyi onu oluşturan parçalara ayırabilir, bunları soyutlayabilir ve ayrıntılı olarak inceleyebiliriz. Nesnenin, idealize edilmiş, ikincil özelliklerinden sıyrılmış “saf” bir biçim olarak genel bir tasavvuruna varabiliriz. Bu, bilme sürecinin mutlak surette zorunlu bir aşaması olan soyutlamanın işidir. Lenin şöyle yazıyor: Somuttan soyuta ilerleyen düşünce –doğru olması şartıyla (ve Kant da diğer tüm filozoflar gibi doğru düşünceden bahseder)– hakikatten uzaklaşmaz, bilakis ona yaklaşır. Maddenin soyutlanması, bir doğa yasasının soyutlanması, değerin soyutlanması, vb. kısaca tüm bilimsel (doğru, ciddi, saçmalamayan) soyutlamalar doğayı çok daha derin, doğru ve tam olarak yansıtırlar. Canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: hakikati bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur.[2]

İnsan düşüncesinin temel özelliklerinden birisi, onun sadece kendisini olanla sınırlamaması, aynı zamanda olması gerekene de el atmasıdır. Bizler, içinde yaşadığımız dünya hakkında her türden mantıki varsayımları sürekli olarak yapmaktayız. Bu mantık kitaplarından öğrenilmez, uzun bir evrim sürecinin ürünüdür. Ayrıntılı deneyler, bu mantığın temellerinin bebek tarafından çok küçük yaşta deney yoluyla edinildiğini göstermiştir. Bir şey doğru ise, doğrudan kanıtımızın olmadığı başka bir şeyin de doğru olması gerektiğini muhakeme ederiz. Bu mantıki düşünce süreçleri, uyanık olduğumuz tüm saatler boyunca, biz farkında bile olmadan, milyonlarca kere gerçekleşir. Bunlar alışkanlık derecesine yükselirler ve yaşamdaki en basit davranışlar bile bunlar olmadan mümkün olmaz. Düşüncenin temel kuralları insanların çoğu için doğru kabul edilir. Bunlar hayatın tanıdık bir parçasıdırlar ve “hem pasta yiyeyim hem de bitmesin diyemezsin” gibi birçok atasözüne yansımıştırlar: her çocuğun öğrenmesi gereken en önemli derslerden biri! Belirli bir noktada bu kurallar yazıya geçirilir ve sistematize edilirler. Biçimsel mantığın kökeni budur ve başka pek çok şeyde olduğu gibi bunun onuru da Aristoteles’e aittir. Bu son derece değerliydi, çünkü mantığın temel kuralları bilinmeksizin düşüncenin tutarsızlığa düşme riski vardır. Siyahı beyazdan ayırmak ve doğru bir önerme ile yanlış bir önerme arasındaki farkı bilmek gerekir. Bu bakımdan biçimsel mantığın değeri tartışma konusu değildir. Sorun, oldukça sınırlı bir deney ve gözlem yelpazesinden türetilen biçimsel mantık kategorilerinin, gerçekte ancak bu sınırlar dahilinde geçerli olmasıdır. Aslında bunlar gündelik olguların büyük bir bölümünü kapsar, ama hareket, türbülans*, çelişki ve nicelikten niteliğe dönüşüm içeren daha karmaşık süreçleri ele almak için oldukça yetersizdirler.

Making Sense adlı antolojide yer alan ve çocuğun dünyayı kurgulamasını konu edinen The Origins of Inference [Çıkarımın Kökenleri] başlıklı ilginç makalede, Margaret Donaldson, sıradan mantığın problemlerinden birisine, onun statik karakterine dikkat çekiyor: Sözel muhakemenin genellikle “durumlar”la, bir zaman kesitinde statik olarak görülen dünyayla ilgili olduğu görülmektedir. Böyle düşünüldüğünde evren hiçbir bağdaşmazlık içermiyor görünür: şeyler oldukları gibidir. Oradaki nesne bir ağaçtır; şu fincan mavidir; şu adam şu adamdan daha uzundur. Elbette bu durumlar, diğer sonsuz sayıda durumu öncelemektedir, ama bunun farkına nasıl varıyoruz? Bağdaşmazlık fikri zihinlerimizde nasıl ortaya çıkıyor? Besbelli ki, oldukları-halleriyle-şeylerden edindiğimiz doğrudan izlenimlerden değil. Aynı kitap, geçerli bir husus olarak, bilme sürecinin pasif değil aktif bir süreç olduğunu hatırlatıyor: Kollarımızı kavuşturup, dünyanın kendi “gerçekliğini” bizim aklımıza sokmasını pasif biçimde bekleyerek oturmayız. Aksine, şimdi yaygın biçimde kabul edildiği gibi, en temel bilgilerimizin çoğunu eylem yoluyla ediniriz.[3]
İnsan düşüncesi esas olarak somuttur. Zihin soyut kavramları kolay kolay hazmetmez. Doğrudan doğruya gözlerimizin önünde olan şeylerle ya da en azından somut bir biçimde gösterilebilen şeylerle kendimizi daha rahat hissederiz. Zihin, imgelerin şekillerinde adeta bir koltuk değneği arar. Bu konuda Margaret Donaldson şuna dikkat çekmektedir: “okul öncesi çocuklar bile duydukları öykülerdeki olaylar hakkında sık sık muhakeme yapabilirler. Ancak insan duyusunun sınırlarının ötesine geçtiğimizde dramatik bir farklılık belirir. Artık anlamlı olayların destekleyici bağlantısı içinde işlemeyecek biçimde bu sınırların ötesine geçen düşünce, çoğunlukla «biçimsel» ya da «soyut» olarak adlandırılır.”[4]
Bu bakımdan başlangıç süreci somuttan soyuta doğru ilerler. Nesne, parçalarının ayrıntılı bilgisini elde etmek amacıyla ayrıştırılır, analiz edilir. Ama bunun tehlikeleri vardır. Parçalar, bütünle olan ilişkileri dışında doğru olarak anlaşılamazlar. Nesneye bütünsel bir sistem olarak geri dönmek ve onu bir bütün olarak koşullandıran altta yatan dinamikleri kavramak gerekir. Böylece bilme süreci soyuttan tekrar somuta ilerler. Analizi sentezle, tümevarımı tümdengelimle birleştiren diyalektik yöntemin özü budur. İdealizmin tüm dalaveresi, soyutlamanın doğasına ilişkin yanlış bir kavrayıştan türetilir. Lenin, idealizm olasılığının her soyutlamada içkin olduğuna dikkat çekmiştir. Bir şeyin soyut kavramı, yapay biçimde bizzat o şeyin karşısına konulur. Sadece onun kendi başına bir varlığa sahip olduğu sanılmakla kalmaz, kaba maddi gerçekliğe üstün olduğu da söylenir. Somut olan şey, kusursuz, mutlak ve saf olan İdea’ya karşıt olarak, bir şekilde özürlü, kusurlu ve saflığı bozulmuş olarak resmedilir. Böylece gerçeklik baş aşağı durur.
Soyutlamalarla düşünme yeteneği insan zekâsının dev bir kazanımını ifade eder. Sadece “saf” bilim değil, mühendislik de, bizi somut örneğin dolaysız, sonlu gerçekliğinin üzerine çıkaran ve düşünceye evrensel bir karakter veren soyut düşünce olmaksızın imkânsızdır. Soyut düşüncenin ve teorinin düşüncesizce reddi, darkafalı, filisten bir mantaliteyi gösterir ki bu reddiye kendisinin “pratik” olduğunu düşünür, ama gerçekte iktidarsızdır. Nihayetinde teorideki büyük ilerlemeler pratikte de büyük ilerlemelere yol açar. Yine de tüm fikirler şu ya da bu biçimde fiziki dünyadan çıkarılırlar ve sonunda geri dönüp ona uygulanmaları gerekir. Herhangi bir teorinin geçerliliği, er ya da geç pratikte gösterilmek zorundadır.
Son yıllarda mekanik indirgemeciliğe karşı, bunun karşısına bilime yönelik holistik bir yaklaşım ihtiyacını koyan sağlıklı bir tepki oluştu. Holistik kavramı, mistik çağrışımları nedeniyle talihsiz bir kavramdır. Ne var ki, şeyleri kendi hareketleri ve bağlantıları içinde görme çabası içinde olan kaos teorisi, şüphesiz diyalektiğe yaklaşmaktadır. Biçimsel mantıkla diyalektik arasındaki gerçek ilişki, şeyleri ayrı ayrı ele alan ve onlara ayrı ayrı bakan düşünme türüyle, aynı zamanda bunları tekrar bir araya getirme ve işlemesini sağlama yeteneğinde olan düşünce arasındaki ilişkidir. Düşünce şayet gerçekliğe denk düşecekse, onu tüm çelişkileriyle canlı bir bütün olarak kavramaya muktedir olmak zorundadır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder