19. yüzyılın
ortalarına kadar ruhun varlığına inanılırken, bu zamandan sonra yadsınmasıyla
ruhu yok sayan bir ruhbilim doğar. Çünkü maddeci anlayış elle tutulan
görülebilen somut durumları kabul etmektedir. Modern bilinç, bilincin yatay
yayılmasına neden olur ve gelişimini yavaşlatarak büyük buluşların kapısını
açar. Böylelikle tin maddeden bağımsızlaşır. Bilinçten önce bilinçsiz
süreçlerin yer alışı çocuklukta olduğu gibi insanlığın evriminde de gözlenir.
19. yy sonrası maddecilikle topluluk bilincinin yerini kişinin bilinci alır.
Topluluk bilinci ilkellerden o ana kadar, bir çocuk bilinci gibi bilinçsiz
hareket eder. Bilinçsiz süreçte, bilgeliğin varlığını sezinlemek ya da kökenle
temas etmek bize her şeyin altında varlığını sürdüren özü açıklar. Bilinç öne
çıktıktan sonra özle bağlar zayıflamaya başlar. Bilinçdışı bilince sızmaya
çalışarak özün varlığını bize hep hatırlatır ve hatırlatmaya da sürdürecektir.
Çünkü bilinçlilik aslında bir uyku durumudur. Bilinç, üst üste katmanlardan
oluşan bilinçsizlik sürecinden sonra var olmuş, bilinç dış dünyanın
yanılsamalarıyla körleşmiştir. Bilinç bilinçsizliğin üstündeki yerini alırken
giz bilinçaltı katmanlarının en derinlerine gizlenir. Sadece görünenin
varlığını kabul eden insanın kökenle teması daha da zorlaşır. Artık tümüyle
görünen vardır ve görünmeyen görmeye hazır olana görünecektir. 26 Temmuz
1875’te İsviçre Kesswill’de dünyaya gelen Jung, maddeci bir dünyaya gözlerini
açar. Ruhun yok sayıldığı gerçek anlamından koparılan maddenin öne geçtiği bir
zamanda. Çocukluğundan itibaren düşleri aracılığıyla gizle temas etmiş ve
çözümlemeye çalıştığı düşler aracılığıyla yeni gelişmekte olan bir bilimin
öncülüğünü yapmıştır. Kökenle bağların zayıfladığı bu dönemde Jung geçmiş, an
ve gelecek arasında bir köprü işlevi görür. Ruhu yok sayan bir anlayışa
karşılık ruhun varlığını ilkellerden kendi yaşadığı güne kadar ruh ile ilgili
inanışları inceleyerek kanıtlar. “Ruh, en yüksek gerçek bütünlüktür, çünkü
gerçeği göründüğü gibi yansıtır.” Tarihsel bir anlayışla insanı dünden bugüne
inceleyerek insanlığın ortak yönlerini ortaya çıkarır. Bilinçdışının niteliğini
araştırmak amacıyla Kuzey Afrika, Amerika (Pueblo Kızılderilileri arasında)
Arizona ve Meksika’da bulundu.
“Yaşamım bilinçdışının kendini gerçekleştirdiği
öykülerden biridir. Bilinçdışında var olan her şey dışa çıkıp varlığını
göstermeye çalışır. Kişilikse, evreler geçirerek bilinçdışı durumundan kurtulup
bir bütün olarak deneyimden geçmek ister.”
Bu sözler Jung’un yaşamının özetidir diyebiliriz.
Bilincinin örüldüğü çocukluk döneminde dışsal olaylar varlığını sürdürürken,
içsel olaylar hayatında hep baskın olmuştur. Bu nedenle dışsal olaylar Jung
için silik bir fotoğrafken içsel olaylar tüm canlılığını korumuştur. Düşler iç
yaşamıyla buluşmasında aracı olmuştur. Üniversite yıllarına kadar annesi,
babası, arkadaşları ve öğretmenlerinin çevrelediği bir dünyada içedönük, yalnız
biridir.
Çocukluğunun ana motifleri içinde doğanın eşsiz
manzarasına koşut ölüm ve sevgisizlik yer alır. Konstance gölü ve Alpler’in
büyülü dünyası, kentte yaşamaya başladığında doğanın mükemmelliğinin farkına
varamayan kentli insanlardan farklı kılmıştır. Anne ve babasının arasındaki
sorunlar ve annesinin rahatsızlığı nedeniyle evden uzun süre uzaklaşması, minik
Jung’un iç dünyasında güvensizliğin tohumlarını yeşertir. Bu güvensizlik Anima
figürünü şekillendirir. Babasının rahip oluşu nedeniyle eve gelen ziyaretçiler
küçük Jung’un anlamlandırmakta zorlandığı karmaşık motiflerdir. Ren
şelalelerinde ölenlerin cenaze törenlerinde ölümle küçük yaşta tanışır.
Büyüklerin ölümü Hz.İsa’yla açıklamaları Jung’un küçük aklında sorular
oluşturur. Gün içinde karşılaştığı olaylar, geceleri korkuya dönüşür. Gördüğü
düşler ise çevresinde olup bitenlere karşı bir kabullenmeden uzaktır. “İsa’ya
karşı benden beklenen olumlu düşünceyi elde edebilmek için kendimi çok zorladım
ama ona duyduğum gizli kuşkuyu hiçbir zaman yenemedim.” Çocuk aklıyla
çevresinde olup biten anlamlandıramadığı olaylar düşlerinde açıklığa kavuşur.
Düşünde yeraltına iner ve insan etiyle beslenen yaratıkla karşılaşır. Bu düş 3
yaşındaki Jung’un ruhsal yaşamının bilinç dışına açılışını simgeler.
On iki yaşı Jung için önemli bir yaştır. Bu yaşta
Tanrı ile ilgili düşünceleri oluşmaya başlar. 11 yaşına kadar Hz.İsa’ya karşı ondan
beklenen olumlu düşünceyi geliştirmek için çabalar. Fakat tüm çabalamalarına
rağmen bu düşünceyi edinemeyeceğini fark eden Jung tanrı kavramıyla ilgilenmeye
başlar. 12 yaşında uyanıkken gördüğü düşün etkileri sonunda şu sonuca varır.
“İnsanın kendini tümüyle Tanrı’nın iradesine bırakması gerekiyordu.” Tanrı’ya
İncil’in bir reçete gibi sunulduğu biçimde inanmış, atalarının öğrettiğiyle
yetinmiş babasıyla arasındaki düşünce ayrılığı da bu dönemden itibaren belirgin
hale gelir. Anne ve baba tarafında birçok rahip olan Jung dinsel bir atmosfer
içinde büyür. Dinsel tartışmalar ve vaazlarda, uyanıkken gördüğü düş
aracılığıyla edindiği deneyimin eksikliğini fark eder. Edindiği bu deneyim,
onun için bir gizdir. Dış dünyayla kopuşların başladığı bu dönemde Jung zihnini
kaplayan soruların cevaplarını kitaplarda aramaya başlar. Kitaplarda
karşılaştıklarıyla çevresine ait Tanrı ile ilgili gerçeklik arasındaki farkın
uyumlaştırılmasında 2 nolu kişiliği yardımcı olur.
2 nolu kişiliğinin bilincine on iki yaşında yaşadığı
bir olayın sonucunda varır. Biri başarısız bir öğrenci diğeri önemli ve yetki
sahibi, 1700’lerde yaşamış yaşlı bir insan. “Aynı anda iki ayrı zamanda
yaşıyordum ve iki ayrı insandım.” İçindeki gizle keşfettiği gerçeklikle dış
dünyada kabul gören gerçeklik arasındaki farklılığın sürüklediği kuşku ve
güvensizliği kendine güveni olan biri gibi davranmaya çalışarak örter. Görünen
birinci kişiliği çevresinin istediği şekilde dikkatli, dürüst, derslerine
çalışan bir çocukken, ikinci kişiliği ise insanlara güvenmeyen, onlardan uzak
yaşlıbiridir. Yetiştirilme tarzı yüzünden Tanrı ile ilgili gizini kimseyle
paylaşamaz. Bu yüzden yalnız ve garip biri diye nitelendirilir. Tanrı’yı,
herkesten farklı algılayışı ve onu o şekilde kabullenmesi ona sonsuz dünyanın
kapılarını açar. İki nolu kişiliği aracılığıyla zamanın dışında sonsuz evrende
Tanrıyla beraberdir. 1. ve 2. kişilikler bir bölünme değildir. “İkinci kişilik
tipiktir ama çok az kişi onu ayrımsayabilir çünkü çoğu kişinin bilinci bunun
onların bir parçası olduğunu anlayacak kadar gelişmemiştir.” Dış dünyada,
okulda arkadaşlarıyla olduğunda ikinci kişiliğinden ve onun dünyasından
uzaklaşmaktan üzüntü duyar. Tesadüfen yaşadığı bayılma deneyimini bir hastalığa
dönüştürür ve altı ay okuldan uzak kalır. Özgür ve yalnızdır. Yaptığının yanlış
olduğunu anladığı andan itibaren sorumluluk sahibi bir çocuğa dönüşür. Bu
olayla nevrozla tanışır.
Yalnız kalma isteği ve sorumlulukları arasında bir
denge kurmayı öğrenir. Tanrı ile ilgili bilgiler bulabilmek için babasının
kütüphanesinde araştırmaya başlar. Araştırmaları esnasında annesi, Goethe’nin
Faust’unu okumasını önerir. Faust onu felsefeye yönlendirir. Jung bu
araştırmaları ikinci kişiliğinin yaptırdığını söyler. Kütüphanede gizli
araştırmalar yapan Jung’un birinci kişiliği herkesin gözü önünde klasikleri
okuyan bir gençtir. Jung’un yaşlı bir insan diye adlandırdığı 2 nolu kişiliği
yeterince şey görmüş yaşlı adam arketipidir. Ve bu arketip 1 nolu kişilik
aracılığıyla ses bulur. “En azından benliğimizin bir parçası yüzyıllarda yaşar.
Bu parçaya ben, bana kolaylık olsun diye 2 no adını verdim.”
“Çocukluğumuzun ilk dönemlerindeki yaşayışımız
bilinçsizdir, en önemli içgüdüsel işlevler bilinçsiz çalışır, bilincin önce
bilinçdışı tarafından oluşturulması zorunludur çünkü.” Çocuktaki bu gelişim,
evrimsel bir çizgidir. İnsanın bilinçsiz süreçlerden bilinçli sürece doğru
evrimleştiği bu çizgi her çocukta tekrarlanır. Çocuk, kendine özgü bedensel ve
ruhsal özelliklerle dünyaya gelir. Dış dünyada olan bitenleri anlama ve uyum
süreci bilincin temelini oluşturur. Ve çocuğun doğduğu aileye karşı uyumlu
olması beklenir. Bilinçdışının egemenliği altındaki küçük Jung ise dinle ilgili
zihninde oluşan sorular nedeniyle ailesinin edinmesini istediği gerçekliğe uyum
sağlayamaz. Fakat 2 no’nun baskın sesiyle araştırmalarını sürdürür. Büyüdükçe
bilincinin gelişimine paralel, içe kapanık yalnız çocuk dışa dönük bir gence
dönüşerek farklılığı ve yalnızlığıyla toplum içindeki yerini alır.
1 ve 2 no arasındaki ayrılık, Jung’un üniversitede
seçeceği alan konusunda kararsız kalışıyla başlar. 2 no bir bütündür ve 1
no’nun dıştan aldıklarıyla bulanıklaşan bir ortamda kendini ifade etmekte
zorlanır. Goethe’nin Faustu’nun, onun 2 no’lu kişiliği olduğunu fark etmesiyle
2 no yine özgürlüğüne kavuşur. Okuyacağı bölüm konusunda kararsızken, babasının
“din adamı olma” şeklindeki öğüdü ve gördüğü iki düş sonunda tıbbı seçer.
Üniversiteye kadar, araştırmaları için Antik Çağ
filozoflarını okuyan Jung, Schopenhauer ile karşılaştığında, okudukları
arasında ona en yakın düşünür olduğunu görür. Schopenhaur Jung’u, Kant’ın “Saf
Aklın Eleştirisi”ni okumaya sürükler. Felsefe kişilik gelişiminde ve
özgüveninin artmasında büyük rol oynar.
“…1 no’nun ışığın taşıyıcısı olduğunu, 2 no’nun da onu
gölge gibi izlediğini biliyordum.” İçedönük kişilikten dışadönük kişiliğe
geçişiyle 1 no 2 no dan ayrılır. Bilincinin belli bir aşamaya gelişiyle, kendi
kararlarını alabilen özgüveni olan genç Jung tıp eğitiminde ilerlemeye başlar.
2 no tümden yok olup gitmez her zaman yol göstericiliğini sürdürür. Aslında 2
no yüzeye çıkmış Jung’un gerçek kimliği görünür hale gelmiştir. Lise bitene
kadar kaderin çizdiği yolda ilerlemiş, üniversiteye başladıktan sonra, dışsal
olaylar önemini yitirerek içsel olaylar öne çıkmıştır. Bundan sonra dış olaylar
bir rastlantısallık içinde akıp giderken, Jung iç dünyasının sunduğu yolda
ilerler.
Gençliğinden itibaren felsefe ile ilgilenmesi, bilgi
ile yüklü tıp eğitiminin sezgilerden yoksun olduğunu fark etmesine neden olur.
“Ruh olmasaydı ne bilgi ne de sezgi olurdu.” Ruh ile ilgili düşüncelerine
açıklık getirmek için araştırmalar yapar. 1770’li yıllarda ispritizmanın
başlangıcı olan ve bir din adamı tarafından kaleme alınmış bir kitap bulur. Bu
kitaptaki olaylar çocukluğunda duyduğu öykülerle benzerlik içerir. Zamana bağlı
olmaksızın yinelenen öykülerin nedenini merak eder. Ruhun nesnelliği ile ilgili
ilk olayları ispritizmacılardan duyar. Bu konularda zihninde fikirler uçuşurken
Kant’ın “Ruh Görenlerin Düşleri”ni okur. İçindeki anlama isteğinin baskın oluşu,
Nietzsche’ye karşı çevresindeki olumsuz düşünceler yüzünden onunla kitaplar
aracılığıyla tanışmasını engelleyemez. “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kitapta
Zerdüşt’ün Nietzsche’nin geç yaşta keşfettiği iki nolu kişiliği olduğunu anlar.
Nietzsche’nin yalnızlığı Jung’u düşüncelerini açıklarken daha dikkatli olmaya
yöneltir. Yeni düşüncelerin gerçeklerle ifade edilebileceği ve kanıtlanmamış
düşüncelerin deneyimle somut hale getirebileceğinin farkına varır.
1898 yılında, Jung’un uzmanlık alanını belirlemesinde
etkili olan iki para psikolojik olay yaşanır. Dahiliyeci olmaya karar vermek
üzereyken, bu olaylar Jung’u farklı bir alana yöneltir. Aslında bu alan, iç
dünyasının onu sürüklediği ruh ile ilgili araştırmalarıyla yabancı olmadığı bir
alandır. 10 Aralık 1900’de şizofreni üzerine yaptığı çalışmalarla ünlü Bleuler
tarafından yönetilen Zürih’te ki Burghölzli hastanesinde asistan olarak göreve
başlar. 1904-1905 yıllarında Psikiyatri Kliniği’nde deneysel psikopatoloji
laboratuarı kurar. 1905 yılında
Zürih Üniversitesi’nde psikiyatri dersleri verir. Aynı
yıl Psikiyatri Kliniği’nin başhekimi olur.
Fakat özel çalışmaları için bu görevinden istifa eder.
1913 yılına kadar ders vermeyi sürdürür
Burghölzli’de göreve başladığında, çalışma
arkadaşlarını hastanın yaşadıkları ve ruhundaki fırtınalarla ilgilenmediklerini
görür. Hastanın bireyselliği göz ardı edilerek, hastalığa sınıflandırma yoluyla
teşhis konulurken akıl hastasının psikolojisi yok sayılır. Bu konuda Freud’un
çalışmaları Jung’un ilgisini çeker. “Nörolog olmasına karşın, psikiyatriye
psikolojiyi sokan odur.” Hastanın bireyselliğini önemsemeyen meslektaşlarının
yanında Jung teşhis ve tedavi için psikiyatri hastasının kimsenin bilmediği dile
getirilmemiş öykülerini araştırır. “Gizli öyküsü bilinirse tedavi için bir
anahtar elde etmiş olunur.” Bu gizi ortaya çıkarmak için çağrışım deneyi,
düşlerin yorumu ve hastayla iletişimden yararlanır. Hastalarıyla olan
çalışmaları, psikozun arkasında bir kişilik ve yaşamöyküsünün var olduğunu
gösterir. Hastanın sunduğu ipuçlarını değerlendirmek yerine söylediklerinin
anlamsızlığına inanma psikozun nedeninin derin bir şekilde araştırılmasına bir
engeldir. Bu yüzden hastanın ürettiği fantezilerin anlamı ve diğer hastaların
fantezileriyle neden benzerlik taşıdığının araştırılması yerine fanteziler
sınıflandırılmakla yetiniliyordu. Jung teşhis ve tedavide sınıflandırma yöntemi
yerine psikoterapik ya da analitik yöntemi geliştirir. Bu yöntemin tek bir
açıklaması yoktur, “çünkü yöntem yalnızca yönünü kişinin belirlediği bir
yoldur.” Her hastanın bireysel farklılıkları yöntemin uygulanmasında da
farklılıklar yaratır. Öncelikle hastaya insan olarak yaklaşmak ve dünü bugünü
ile hastaya analiz uygulamak gerekir. “Her hasta farklı bir dil gerektirir, Bir
analizde ‘Adler’in dilini kullanırken, bir başkasında Freud’un dilini
kullanabilirim.” Analitik Psikoloji, hastayı yüzeysel bilgilerle değerlendirmek
yerine geniş bir alan(edebiyat, tarih, mitoloji vb.) içinde hastanın iç
dünyasının çözümlenmesinin kapılarını açar. Ve terapistin kendini
geliştirmesine olanak sağlayacak, engin bilgi edimine sürükler.
Psikiyatride yeterli olamayan tedavi yöntemleri Jung
için yeni yolların bulunabileceğini ifade ediyordu. Jung’dan 19 yaş büyük olan
Freud’un psikanalizin yolunu açması, Jung’un bu yolda kendi yöntemleriyle
yürümesine bir etken olmuştur. Freud’un varlığı ve keşifleri Jung’a zaman
kazandırmış, onun çalışmalarını hızlandırmıştır. Freud’un geliştirdiği
psikanalizle Jung’un nasıl buluştuğu ve Freud’la kısa süren birlikteliklerini
Freud’un aktardıkları üzerinden incelediğimizde Jung ve Freud arasındaki
farklılıklar daha net görülebilir.
“Psikanalizin tarihi, nevrozluların sağaltımında
uygulanan yöntemde bir değişikliğe gidilerek hipnotizmadan el çekilmesiyle
başlar.” S.Freud, psikanaliz tekniğinde hipnotizmanın yerine serbest çağrışımı
getirir. Freud felsefi açıdan ele alınan bilinçdışının var
olduğunu deneylerle gösterir ve bilinçdışına giden
yolu açar. Düşler aracılığıyla bilinçdışının sırlarını gün yüzüne çıkartarak,
insanlığın anlamını yitirmekte olduğu bilinçdışıyla buluşturur.
Jung düşleri çok yönlü ele almış ve geçmişin derin
alanlarında anlamlarını ararken, Freud tek yönlü bakış açısıyla düşleri
derinlemesine değerlendirememiştir. “Düş dilindeki simgeler en son
kavrayabildiğim şeyler olmuştur.”
Psikanalitik düş yorumuyla antik düş yorumu arasındaki
ilişkiyi Freud çok sonraları fark etmiştir. Jung ise çocukluğunda görmeye
başladığı düşlerin ne anlatmak istediğini bıkıp usanmadan araştırmıştır. Öyle
ki gördüğü düşleri unutmamış, bazı düşlerin anlamını yıllar sonra
keşfedebilmiştir. Freud yaptığı çalışmalarda çaresiz kaldığı ve özgüvenini
yitirmeye korktuğu anlarda düş yorumlarına başvurmuştur.
1890lı yıllarda psikanaliz ile ilgili çalışmalarına
başlayan Freud’un, 1902’den başlayarak çevresinde genç hekimler toplanmaya
başlar. Fakat 1907 yılına kadar, psikanalizi anlamak ve onu öğrenmek isteyenler
arasında bir birlik kurulamaz. Bu dönemlerde Jung, 1900 yılında Freud’un “Düşlerin
Yorumu” adlı kitabını okumaya çalışır, ancak bu kitabı 3 yıl sonra 1903 yılında
yeniden okuduğunda anlayabilir. Ve Freud’un düşünceleriyle kendi düşüncelerinin
örtüştüğünü fark eder.
Viyana ve Zürih arasında psikanaliz konusundaki
iletişim Bleuler’un, Freud’a çalışmalarının Burghölzli’de incelemekte olduğunu
bildiren mektupla başlar. Bleuler, Psikanalizi bağımsız bir öğreti olarak
psikiyatri alanına alan ilk klinik Profesörü’dür. Bunun sonucunda 1907 yılı
Mart ayında Viyana’da Jung ve Freud buluşur. 1908 de Salzburg’ta ilk kez bir
psikanalistler kongresi toplanır. Bu toplantının sonunda, Freud ve Bleuler.
Psikanalitik ve Psikopatolojik Araştırmalar Yıllığı adı verilen bir dergi
çıkarırlar. Yazı işleri müdürlüğünü de Jung üstlenir. 1910 yılında Nürnberg’te
psikanalistlerin ikinci kongresi yapılır. Uluslararası Psikanalistler Derneği
kurulur, başkanlığına Jung seçilir. Ilımlı giden bu çalışmalar, 1913 yılında
Münih’te yapılan toplantıyı, Freud’un değerlendirmesi üzerinden Jung hoşa
gitmeyecek bir şekilde yönetir. Bu kongre sonrasında Freud ve Jung ayrılığı
kesinleşir.
Bu ayrılık öncesinde Freud ve Jung’un Amerika
seyahatinden söz etmek gerekir. 1909 yılında Massacute eyaletinin Worcaster
kentindeki Clark üniversitesine Jung ve Freud davet edilir. Psikanalizle ilgili
düşünceler, Avrupa’nın tersine Amerika tarafından daha olumlu karşılanır.
İsviçre, psikanaliz uygulamalarına değer veren ve
gelişimine katkıda bulunan bir ülke olmuştur. Wundt ekolünce başvurulan
çağrışım deneyi, psikanaliz çalışmalarında kullanılmıştır. Psikanalizin
gelişiminde İsviçrelilerin katkıları, Freud’un düşünceleriyle ayrılık
göstermesiyle son bulur. Özellikle Freud’un libido üzerine görüşlerine Jung’un
getirdiği farklılıklar, bu iki dostun ayrılmasına neden olur. Freud kuramı
konusunda son derece titiz davranmaktadır. “Jung, psikanalitik gerçekler
üzerinde yeni bir yorum denemesine girişerek bunları soyuta ilgisiz bir bölgeye
tarih dışı bir alana kaydırmaya çalıştı.” Freud, Adler ve Jung’un psikanaliz
kuramıyla ilgili oluşan farklı düşünceleri yüzünden onların çalışmalarını
psikanaliz adı altında adlandırmalarına izin vermez. Bunun üzerine Jung,
çalışmalarını Analitik Psikoloji adıyla adlandırır. Analitik Psikoloji,
bilinçaltının labirentlerinde Ariadne’nin ipi gibi yol göstericidir.
1890 yılından 1900 yılına kadar büyük bir yalnızlık
içinde kuramını geliştiren Freud onunla aynı düşünceleri paylaşan Jung’u bir
oğul gibi benimser. Fakat cinsel kuramını bir doğmaya dönüştürmesi Jung ve
Adler ile fikir ayrılığına neden olur Hasta kabullenemediği durumları
bilinçaltına iterek onları bastırır. Freud, hastanın duygularını bastırmasının
cinsel bir travma olduğunu öne sürer. Ve bulduğu cinsel kuramın kölesi olur.
Adler ve Jung Freud’un cinsellik kuramını geliştirerek yeni yöntemler
keşfetmeleri, Freud’un onlarla olan bağını tamir
edilemeyecek bir şekilde koparır.
“Libido’nun Değişimi ve Simgeleri“ adlı kitap Freud’la
olan fikir ayrılığını yansıtır. Jung, bu kitabının gün yüzüne çıkmasında
kararsız kalır fakat düşüncelerini bastırmasının doğru olmayacağına karar
verir. Freud’la artık yolları ayrılmıştır ve hastalarına uygulayacağı yöntemle
ilgili izlemesi gereken yol konusunda ne yapacağını bilemez. Bir süre sadece
hastalarını dinleyerek, düşlerindeki imgeleri anlamalarına yardımcı olur. Bu
kararsız dönemde fantezileri yoğunlaşır. Fantezi seli beraberinde iç
sıkıntıları getirir. Bu sıkıntılardan uzaklaşmak için karışık fantezilerini
sabırla çözmeye uğraşır. Fantezilerini anlamak için çocukluğuna dönerek
çocukluğunda olduğu gibi taşlarla binalar inşa etmeye başlar. Taşlarla uğraşı
sonunda fantezileri berraklaşır ve Philemon adını verdiği bilinçaltı dünyasının
kahramanıyla karşılaşır. Bilinç düzeyinde fark edemediklerini Philemon
fantezilerinde dile getirir. 2 no bir gölgeyken bir kimliğe kavuşur. Jung
karşılaştığı sorunların çözümünü ararken ya taşlarla uğraşmış ya da resimler
yapmıştır. Yaptıkları, fantezilerinin sözcükler dışında farklı bir şekilde var
olmalarını destekler. Çizimlerinde mandalayla karşılaşır. “Mandala, çağlar
boyunca varlığı kabul edilmiş bir arketip imgesidir ve benliğin bütünlüğü
anlamına gelir.” Bilinçdışı, yönü olmayan deneyimlere sürükler. Mandala çizmeye
başladığında, bu sürüklenişin merkeze doğru olduğunu görür. Bir daire özellikle
büyüsel daireyi simgeleyen mandala bireyselliğe giden yolu ifade eder. Düş ve
fantezi dünyasının karışıklığı içinde yitip gitmemesini ailesine ve mesleğine
borçludur. 1903 yılında evlendiği Emma Rauschenbach, ölümüne kadar Jung’un hep
yanında yer almıştır.
Bilinçaltının kirlenmesi ve kaynağından uzaklaşması
bilincin bilgi ve ahlaksal doğrularla doldurulmasının sonucudur. 18. yy.dan
bugüne bilinç ve bilinçaltı arasındaki
mesafe arttıkça bilinç beslendiği kökten yoksun
kalmaktadır. Jung’u farklı kılan yetiştirilişindeki dini öğeler bilincini
örerken bilinçaltının bize sunduğu çoğumuzun fark etmediği gerçekliğin yüzeye
çıkmasıdır. Düşler aracılığıyla ortaya çıkan bu gerçeklik, Jung için her zaman
yol gösterici olmuştur. “Düş, ruhun en karanlık, en gizli köşelerine yerleşmiş
dar bir kapıdır. Bu kapı, benlik bilincinin var olmasından çok önceki bir
zamana, ruhu, bireysel bilincin hiç ulaşamayacağı bir yerin çok ötelerine sürükleyip
götüren o kökensel geceye açılır.” Jung sezgilerinin güçlü oluşuyla bu kökensel
gecede ilerleyebilecek ışığa sahip olabilmiştir. Keşfettiği her bilgi yeni bir
kapının anahtarıdır. Tanrı’yı anlama çabaları felsefeyle tanışmasına, düşlerin
yorumlanmasında mitolojiyle buluşmasına ve simyanın gizini çözmesine götüren
yolu oluşturur. 10 yıllık bir araştırma sonunda eski simya metinlerini
çözümlediğinde geçirdiği deneyimlerin simyadaki dönüşüm süreciyle aynı olduğunu
görür. Analitik psikoloji, simyayla benzerlikler içerir. Ruh, Jung için tarih
süreci içinde bir anlama kavuşmuştur. Bu da psikolojinin tarih ve bilinçdışı
olmadan var olamayacağını bizlere gösterir.
Bilinçaltından çok az şey yüzeye sızarak bilinci
oluşturur. Evrensel bütünlük bilinçaltının derinliklerinde giz olarak kalır.
Görünür dünyanın derinlerinde yer alan görünmeyene ulaşmak çaba gerektirir
çünkü bilinçaltı barındırdığı hazinenin ele geçirilmemesi için bilincin önüne
aşılması zor engeller çıkarır. Bu durum bilincin oluştuğu ana özgüdür. Bilinç
uyuma karşı uyumsuzlukla donatılmasaydı sonsuz evrende hiçbir sıkıntı olmadan
mutlu bir şekilde yaşamak mümkün olurdu. “Bireysel bilinç, kopukluk ve
düşmanlık demektir.” Bilincin dar alanı bütünü tek bir anda algılamamıza izin
vermez. Bilinç, kökeninden uzaklaştıkça bütünün daha da parçalanarak
algılanmasına neden olur. Bunun sonucunda bilinçaltı, ruh aracılığıyla bilinci
uyararak hastalığı oluşturur. Modern insan hastalığının güne ait olduğuna
inanırken, geçmişle bağlantısı olabileceğini görmezden gelir. Maddeci anlayış
ruhu yok saydığı için insanın geçmişle bağlantı kurabileceği aracını da elinden
alır. Bilinçaltını anlayabilmek ya da onun sesini duyabilmek için bilincin dar
alanı genişletilmelidir. Birey, bilinç alanını bilinçdışına doğru genişletmeyi
başarabilirse, iç dünyasını keşfedebilir, kendini tanımaya başlayabilir ve
yaşadığı dünyayı yeni bir gözle görebilir. İnsana nasıl davranacağı
öğretildiğinden, uzaklaştığı iç dünyasıyla buluşturacak yeni bir bilime ihtiyaç
duyulur. Jung bu bilimin psikoloji olduğunu söyler.
Ortaçağ simyasını modern psikolojinin öncüsü olarak
niteleyen Jung, ruhun şeytan, tanrı ya da mana adı altında kötülükle
özdeşleştirilmesini, geçmişi gün ile buluşturarak insanlığın var oluşundan çok
öncelere dayanan ruhun oluşumunu tarihsel yapısı içinde kanıtlayarak insanlığın
yanılgısı olduğunu ortaya koymuştur. Simya ve Richard William aracılığıyla
tanıştığı doğu Çin metninin buluşması düşüncelerinin doğruluğunun bir
işaretidir. Simya ve doğu düşüncesi insanı karşıt yönleriyle bir bütün halinde
ele alır. Karşıtların yok sayılması yerine karşıtların uyumlaştırılması
önemlidir. Batı zihni tek yönlü anlayışıyla iyi kötü karşıtlığında yalnızca
iyiyi var sayarak iyinin anlamını ve işlevini yitirmesine neden olur. Bu
noktada, batılı zihnince ruhun yok sayılmasına da bir açıklama getirilmiş olur.
Çünkü iyi görünendir, kötü ise görünmeyen. Ve böylelikle içimizden yükselen
bilinçaltının sesi, şeytan diye adlandırılarak susturulmaya çalışılır. Bu da
bütünün parçalanması demektir. Sınırlarını kavrayabildiğimiz bilincin varlığı
kabul edilirken, sınırları olmayan bilinçaltını yok saymaktır.
Jung, Protestan anlayışın yok saydığı iç dünyaya
karşın, her zaman 2 no’nun varlığını kabul etmiş, şeytan, tanrı, mana diye
adlandırılan bu dünyaya bilinçaltı adını vermiştir. Zihinsel içeriklerin,
sadece egomuzun algı sınırları dışında da algılanabilir olduğunu düşünürsek,
içimizdeki sesin bilince benzemeyen daha üst bir benden geldiğini
söyleyebiliriz. Bu kabulleniş kendi içimizde bir bütünlenme sağlarken, tarihsel
bir bütünlüğü de bizlere kazandırır.
Analitik yöntemde bilinç ve bilinçaltı bütünü
oluşturur. Bilinçaltındaki gölge bilince çıkarılarak çözüm aranır. Fakat bilinç
gerçekle karşılaştığında bir bölünme ve çatışma meydana gelir. Çözüm kişinin
elindedir. Kişi kendini yani bütünlüğünü olabildiğince iyi tanımalıdır. Sahip
olduğu olumsuzlukları göz ardı etmeden ya da onların üstünü kapatmadan,
doğasında var olan öğeler olarak görebilmelidir. “Kendini tanıyabilmek son
derece önemlidir çünkü içgüdülerin barındığı insan doğasının özüne ya da
temeline ancak bu yolla varabiliriz.” Çatışma yaşayan hastanın kendisini anlama
ve tanıma sürecinde hastayı nasılsa öyle kabul etmek ve başkasına
dönüştürmekten kaçınılmalıdır. Hastanın içsel deneyim yaşayabilmesi için destek
olunmalıdır. Bunun için terapist kendini tanımalı ve sorunlarıyla başa
çıkmasını bilmelidir. Hastaya gösterdiği tepkilere dikkat etmelidir çünkü
tepkilerin bir kısmı bilinçaltından gelir. Düşlerini yorumlayabildiği ve
kendini gözlemleyebildiği oranda hastayla iletişim kurabilir.
Çağlar boyunca felsefe aracılığıyla iç dünyanın
varlığı özellikle gizli okullar tarafından aktarılan bir öğreti olmuştur.
Jung’un felsefe ile tanışması, insanla ilgili gerçeklerle buluşturur.
Schopenhauer ve Eduard von Hartman’ın dile aldığı bilinçdışı kavramı, Freud
tarafından geliştirilmiştir. Freud zihni üç bölüme ayırır. İd, ego, süperego
Jung ise bilinç, bilinçaltı ve kolektif bilinçaltı ya da anima-animus, persona
ve gölge.
1961 yılında kaybettiğimiz Jung, en büyük felaketin
doğadan değil insandan geleceğini söyler. Bu felaketi durdurmanın yolu insanın
kendini tüm yönleriyle tanıyabilmesiyle mümkün olacaktır.
Jung kendinden yola çıkarak, insanlık için yeni bir
pencere açmıştır. Belki bizlerde Jung aracılığıyla kendimize yeni bir pencere
açabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder