Felsefenin Tarihi
İlk çağ felsefesi deyince, dar anlamında Yunan felsefesi ile bu felsefeden dogmus olan Hellenizm-Roma felsefesini anlayacagiz. Belli bir tarih dönemini adlandiran Ilkçag kavrami, bilindigi gibi, genistir: Bu dönem, ilk yazili belgelerle baslar – asagi yukari dördüncü bin yildan Isa’dan sonra 476 yilinda Bati Roma Imparatorlugunun çöküsüne kadar sürer. Bu uzun zaman araliginda da, birçok kültürler dogup gelismistir. Uzakdogu ve Hint kültür çevrelerini bir yana birakirsak, yalniz Akdeniz çevresinde baslicalarini sayalim: Misir, Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Asur), Hitit, Fenike, Yahudi, Yunan, Pers, Roma, Kartaca kültürlerini buluruz. Ilkçag kavrami, bütün bu kültürleri içine alir. Öyle ise, neden Ilkçag felsefesi derken, yalniz Yunan felsefesi ile bundan türemis olan felsefeleri anliyoruz? Neden bin yillarca sürmüs olan bu çagin, felsefe bakimindan basarisini yalniz Yunanlilara ayiriyoruz? Ilkçagi bir bütün olarak ele almak dogru olmaz miydi?
Dogru olmazdi, çünkü, görecegiz ki, bugün bildigimiz anlamdaki felsefeyi ilk olarak ortaya koyan, yaratan eski Yunanlilar olmustur. Böyle bir felsefe, Klasik Ilkçag ya da Antik Çag adi verilen, yalniz Yunan ve Roma kültürlerini içine alan, Isa’dan önce 8. yüzyilda baslayip, Isa’dan sonra 5. yüzyilda sona eren, demek ki bin yildan çok. süren bir tarih araliginin ürünüdür. Bundan dolayi, su sinirladigimiz biçimiyle Ilkçag felsefesine Antik felsefe de denilir. Buna göre, Antik felsefe denilince: Yunan felsefesiyle, bundan türemis olan Hellenizm ve Roma felsefesi anlasilir. Iste bizim konumuz da bu Antik felsefe olacaktir.
Yunan kültürüyle onun izinde yürüyenlerin disinda kalan kültürlerde, hiç olmazsa felsefeye benzer bir seyler yok muydu? Elbette vardi. Çünkü, hangi kültür basamaginda bulunursa bulunsun, her toplumun, bir yandan birtakim dini tasarimlari – mythoslari, efsaneleri – öbür yandan da birtakim bilgileri vardir. Bu mythoslar, bilinçsiz olarak çalisan ve yaratan kolektif hayalgücünden dogmadirlar; gelenekle kusaktan kusaga geçerler, bunlarin köklerinin Tanri’da olduguna inanilir, onun için bunlara olduklari gibi inanilir. Sözü geçen bilgiler ise, tek tek kisilerin veya kusaklarin görgülerinden, pratik amaçlar bakimindan doga üzerinde durup düsünmelerinden meydana gelmistir. Bu pratik bilgiler insana, varligini ilgilendiren belli birtakim doga olaylarina az ya da çok egemen olmak olanagini saglarlar.
Simdi sözü geçen mythoslarda: “Bu evren nereden gelip nereye gidiyor?” “Bu dünyada insanin yeri ve yazgisi nedir?” sorularina, bu en son sorulara bir cevap vardir. Bu cevaplar da olduklari gibi benimsenirler, bunlara hiçbir kusku duymadan inanilir, bunlar yalniz inanç konusudurlar.
Ancak, bir yerde ve bir zamanda öyle bir an gelir ki, bu yanitlar insani artik kandiramaz olurlar. Insan, son sorular üzerinde artik kendisi de düsünmeye baslar; din ile gelenegin verdigi yanitlarla yetinmeyip bilmek anlamak istedigine kendi akli ile, kendi görgüleriyle ulasmaya çalisir. Iste o zaman, insanin kendi bulduklariyla dinin, gelenegin sundugu tasarim arasinda bir çatisma baslar; o zaman insan dinin açiklamalari karsisinda elestirici bir durus alir; bunlara gözü kapali inanmaz olur, bunlarin dogrusunu, egrisini ayirmaya, elestirmeye koyulur.
Pratik bilgiler bakimindan da durum böyledir: Burada da öyle bir an gelir ki, insan, aklini ve görgülerini, yalniz varligini ayakta tutmak için gerekli pratik-teknik bilgiler edinmek yolunda kullanmakla yetinmez olur; yalniz bilmek için de bilmek ister, böylece de praxis’in üstünde tlieoria’ya yükselir, dolayisiyla bilime varir. Iste felsefe böyle bir anda, böyle bir durumda dogmustur.
I.Ö. 6. yüzyilda Yunan kültürü, gerçekten de, böyle bir durumu yasamistir. Bu yüzyilda Yunanlilar için kutsal gelenek çagi kapanmaya yüz tutmustu: Din ve gelenegin çizdigi dünya görüsü sarsilmis, bunun yerini, tek kisinin kendi akli, kendi görgüleriyle kurmaya çalistigi bilime dayanmak iste-yen bir tasarim almaya baslamisti.
İşte felsefenin adini da, kendisini de 6. yüzyilin Yunan kültüründeki bu gelismeye borçluyuzdur.
Bugün bizim de kullandigimiz felsefe deyimi, Yunanca philosophia sözcü-günden gelir. Felsefe, philosophia’nin Arapçada aldigi biçimdir. Türkçeye de Arapça üzerinden bu biçimde girmis. Philosophia bilesik bir sözcüktür, iki sözcükten kurulmustur: philia ile sophia’dan. Ilki sevgi, ikincisi bilgelik, genis anlamiyla bilgi demektir. Buna göre philosophia: bilgiyi, bilgeligi sevme demekti.
Platon’un ögrencilerinden Herakleites Pontikos’un söyledigine göre, philo-sophia deyimini ilkin Pythagoras kullanmis. Pythagoras kendine philosophos (filozof) dermis. Çünkü, ona göre sophia, bilgelik, eksiksiz dogru yalniz tanri-lara yakisir; insana ise ancak philosophia, yani bilgeligi sevmek, dolayisiyla ona ulasmaya çalismak yarasir.
Herakleides Pontikos’un bu bildirdiginin dogru olduguna inanmak pek güç. Burada sophia ile philosophia birbirinin karsisina öyle bir biçimde konu yor ki, bu karsilastirma – ilerde görecegimiz gibi – Sokrates ile Platon’un Sofistlerle savasmalarini pek andiriyor. Gerçekten de, Sokrates ile Platon, kendi bilgisizliklerini bilmelerini, yani neyi bilmediklerini bilmelerini gerçek bilginin kaynagi sayiyorlar, bunun karsisina da Sofistlerin sisirme, temelsiz bilgilerini koyuyorlardi. Herakleides Pontikos, philosophia deyimini 11km Pythagoras’in, hem de bu anlamda kullandigini ileri sürerken, ögretmeni Platon’da gördügü bu karsilastirmanin çok etkisinde kalmisa benziyor.
Ama, Herakleides Pontikos’un söyledikleri tarih bakimindan dogru olmasa bile, philosophia deyiminin o siralarda kazandigi anlami çok güzel dile getiriyor: Buna göre, philosophia durup dinlenmeden bilgiyi, dogruyu arama isidir. Düsünme ile olsun, deney ile olsun, burada varilmak istenen sey: dogrudur, hakikattir. Felsefe, dogru’ya varmak ister, bunun için ugrasir; eldekilerini bu amaci bakimindan boyuna ayiklar, elestiren bir süzgeçten geçirir. Kisaca: philosophia bilgi bir sevmedir, ona varmak özleyisiyle yoluna bir düsmedir, onu elde etmek için bir çabadir.
Bunun karsisinda: bu bilgeligin, sözde eksiksiz olarak, elde bulunduguna inanma var. Bu da, akil ve gözlemden çikarilmamis olan, oldugu gibi benimsenen bir inanç ancak.
Felsefenin adini oldugu gibi, kendisini de, 11km eski Yunan’da buluyoruz. Isa’dan önce 6. yüzyilda, o zaman Ionia adi verilen bölgede (Asagi yukari bugünkü Izmir ve Aydin illeri ile karsilarindaki adalar) birtakim düsünürlerle karsilasiyoruz ki, bunlar yapitlarina peri pliyseos (Doga üzerine) karakteristik adini veriyorlar. Bu yapitlar, doganin, evrenin bilimsel bir tablosunu çizmek için yapilmis olan ilk denemelerdir, dolayisiyla da, dini bir dünya tasarimindan ayrilan ilk felsefe yazilaridir. Iste Ionia’da buldugumuz bu gelisme ile Yunan felsefesi baslamis oluyordu. Nitekim, görecegiz, bu gelisme bizi sonra dosdogru Platon ile Aristoteles’e, Yunan felsefesinin bu iki doruguna ulastiracaktir.
Ionia’da karsilastigimiz bu gelismeden önce, hiçbir yerde bu çesit düsünceler, bu çesit yazilar bulamiyoruz. Hint kültürünün çok derin düsünceleri saklayan ünlü Upanisad’lari bile siki sikiya dine baglidirlar. Bunlarda da doga üzerine birtakim görüsler var. Ama bunlar, Ionia düsünürlerinin yazilarinda oldugu gibi, doganin önyargilardan uzak, özgür kalarak bir arastirilmasi olmayip, din açisina bagli kalarak yapilmis yorumlardir.
Yunan felsefesini Dogu’dan gelen etkilerden türetmek denemeleri yapilmistir. Bu denemelerin daha Ilkçag sonlarinda yapildigini görüyoruz: Yahudiler, Yeni pythagorasçilar, Yeniplatoncular ile Hiristiyanlar Yunan felsefesinin kökünün Dogu’da oldugu savini yaymislardir: Örnegin, 1.8. 2. yüzyilda yasamis olan Numenios adinda bir Yeni pythagorasçi “Platon, Attika diliyle konusan Musa’dan baska bir sey degildir” demistir. Ayrica Elealilarda Hint, Pythagorasçilarda Çin, Herakleitos’da Pers, Empedokles’de Misir, Anaxagros’da Yahudi dininin etkileri oldugu ileri sürülmüstür. Günümüze kadar sürüp gelmis olan bu denemeler, bazi bakimlardan haklidirlar, ama pek çok zorlamalara da kaçmaktadirlar. Çünkü varliklarin özü, yapisi üzerine Özgür bir düsünce olan Yunan felsefesi, Dogu dinlerinden alinma çesitli tasarimlarla açiklanamaz. Bunu bilgi konusunda açik olarak görebiliriz: Ilk Yunan düsünürleri, birtakim bilgilerini elbette Dogu’dan almislardir; bu arada, özellikle geometri bilgilerini Misirlilardan, astronomi bilgilerini de Babillilerden edinmislerdir. Ama, Yunanlilarin Dogu’dan aldiklari bu bilgileri, bu bilme gereçlerini isleyis ve degerlendirislerinde, Yunan düsüncesinin, baska hiçbir yerde bulamadigimiz basarisini çok açik olarak görebiliriz. Misir geometrisi pratik-teknik gereksemelerden dogmustu: Ülke için hayati önemi olan Nil’in yillik tasmalarini düzenlemek, bunun için kanallar açmak zorunlulugu, bu gereksinme, Misir geometrisini ortaya koyup gelistirmisti. Böylece dogan bu geometri, pratige bagli olmaktan hiçbir zaman da kurtulamamistir. Misirlilar, bulduklari geometri teoremlerine empirik bir yolla varmislardi; onun içindir ki, örnegin yüzeyleri ölçmede kullanilan formüller, bugünkü geometride oldugu gibi, birtakim axiom ve tanimlara dayanan bir Sistem meydana getirmiyordu; bunlar tek baslarina, daginik bir halde idiler, aralarinda bir baglanti yoktu. Iste Yunanlilarin bu alanda ulastiklari büyük basari: Misirlilarin parça parça bilgilerinden bir sistem gelistirmek, yalniz teknik nitelikte olan bilgilerinden teorik bir bilim yaratmak olmustur. Thales, Pythagoras, Eukleides, böyle bir geometriye yol açanlarin basinda yer alirlar. 0 siralarda Dogu’da çok ilerlemis olan baska bir bilgi kolunda, astronomide de durum böyle: Babillilerin ünlü astronomisi, yildizlara tapan Babillilerin dinine dayaniyordu, bu dinin ve pratigin hizmetinde idi. Yildizlar üzerinde yapilan inceden inceye gözlemler, günes ve ay tutulmalarinin hesaplanmasi, hep dini-pratik amaçlar içindi. Burada da Yunanlilar, Babillilerin zengin gözlem gereçlerinden yararlanmislar, ama sonunda, bu pratigin emrindeki daginik gereçlerden Anaximandros’tan Ptolemaios’ a kadar ki çalismalariyla gökyüzünün bilimsel bir görünüsünü çizen bir teori kurmuslardir.
Bütün bunlardan görüyoruz ki: Yunanlilar, dogruya ve bilgiye, dogrunun ve bilginin kendisi için yönelmis olan bir bilimin, bir felsefenin ilk yaraticilaridir.. öyle bir seyi de bilgiye, bilginin kendisi için ulasmak istemeyi Eski Dogu’nun hiçbir yerinde bulamiyoruz. Eski Dogu kültürü, bilgi ile ya dini bakimdan ya da teknik bakimdan ilgilenir. Misir ve Babil örneklerinde gör-dügümüz gibi. Yunan felsefesinin köklerini Dogu’da bulmak için ugrasmalar, bir yandan Dogu’nun efsanelik bir bilgeligi oldugu inancina dayanir; öbür yandan da Ilkçag sonlarinda Dogu ve Yunan bilgeliklerini genis bir dini felsefi sinkretizm içinde karistirip eritmek egiliminden ileri gelmistir denilebilir.
Ilkçagda filozof tipini de yalniz Yunanistan’da bulabiliyoruz. Bir yandan ha-yatinin en yüksek eregini bilgide bulan, bilmek için yasayan; öbür yandan, edindigi bilgileri yasamasina temel yapmak isteyen filozof denilen bu insan tipi ancak Yunanistan’da var. Bir Thales, bir Protagoras, bir Empedokles, böyle bir insan için tipik örneklerdir. Eski Dogu kültürlerinin hepsinde buldugu-muz bir kurum, Tanri ile kul arasinda aracilik eden, dolayisiyla gizli, esrarli birtakim güçlere sahip olduguna inanilan kapali rahipler kasti, Yunanistan’da hiçbir zaman olmamistir. Burada din adami yerine arastiriciyi, düsünürü buluyoruz. Bu düsünür tipi de, büyük bir sayginin konusudur. Pythagoras ve baskalarinda gördügümüz gibi, bu düsünürlerin adi, zaman zaman baska uluslarin peygamberleri, ermisleri gibi bir efsaneye bürünür. Bu düsünürler, hiç olmazsa baslangiçta, okul ile akademi arasinda bir sey olan bir çevrenin agirlik merkezidirler. Burada, ögretmek ve ögrenmek için, birlikte bilimsel çalismalar yapmak için birlesilmistir; bu çevreler, birer bilim dernegi, birer bilim tarikati gibi bir seydirler. Bu dönemin düsünürleri, siyaset alaninda da önder rolünü oynarlar. Baslangiçlarda buldugumuz bu filozof tipinden sonra, yavas yavas, bir yandan: hayattan çok kendi düsünce dünyasina çevrilmis olan bir bilgin, bir arastirici, bir derleyici tipi – Anaxagoras, Demokritos, en sonra da Aristoteles’de gördügümüz gibi – öbür yandan da: daha çok hayata yönelmis bir pratik filozof, bir yasama sanatçisi, bir egitici tipi gelismistir:
Sokrates, bu tipin, bütün Illkçag için en büyük örnegi olacaktir. Yunan felsefesinin ancak son döneminde, Bati’nin bilimi ile Dogu’nun dini kültlerinin karsilastiklari bu dönemde, daha çok din coskusu ile dolu, kurtulusu ögütleyen tipi görüyoruz.
Bu söylenenleri göz önünde tutarsak, yani bugünkü anlaminda bilim ve felsefenin besiginin eski Yunanistan oldugunu düsünürsek, Yunan felsefesinin büyük önemi kendiliginden belli olur. Yunan düsüncesi, bilim ve felsefeyi yaratan özelligi ile, siradan bir tarihi arastirmanin konusu degildir. Avrupa kültürünün, bütün Bati kültür çevresinin kurucu düsüncelerinin, bugüne kadar süregelen baslica ilkelerinin kaynagi burasi oldugu için, üzerinde çok önemle durulmaya deger.
Yalniz pratige yarayan bilgileri toplamada, yalniz din gereksemesini besle-yen hayal gücüyle yüklü tasarimlarla yetinmeyen Yunanlilar, temellendirilmis, bir birlik içinde derlenip toplanmis bilgilere varmaya çalismislardir. Onun için Yunan felsefesinin tarihi, ilk planda Bati biliminin dogusunu görmek, ögrenmek demektir. Ama Yunan felsefesi tarihinden, bir de, tek tek bilimlerin meydana gelislerinin tarihini ögrenebiliyoruz. Çünkü düsüncenin mitolojiden ve günlük yasayistan çözülmesiyle baslayan bilimin, kendi içinde de yavas yavas ayrilmalar baslamistir. Bilgi gereçlerinin birikmesi ve organik olarak bölümlenmesi yüzünden, baslangiçta yalin ve kapali bir birlik olan bilimden, giderek, tek tek bilimler ayrilip, az veya çok, kendi baslarina gelismeye koyulmuslardir.
Felsefenin eski Yunan’da sözü geçen bu baslangiçlari, onun sonraki, bugüne degin süren gelismesi için baslica bir ölçü olmustur. Yunan felsefesi, elindeki öyle pek genis olmayan bilgi gereçlerini bilimsel olarak islemek için gerekli kavram kaliplarini arastirip bulmus, pratik-dini kaygilardan bagimsiz kalarak dünya üzerine olabilecek hemen hemen bütün görüsleri ortaya koya-bilmistir. Antik düsüncenin özelligi ile tarihinin ögretici önemi iste buradadir. Bati kültür çevresinin bugünkü dünya anlayisi da, dilleri de Antik felsefenin varmis oldugu sonuçlarla yüklüdür, bu sonuçlardan yogurulmustur. Yunan felsefesi, Bati kültürü dünya görüsünün, bu görüse dayanan basarilarin bir ana kaynagidir.
Yukarida, Antik felsefe ile Yunan felsefesi deyimlerini, yer yer, esanlamda kullandik. Ilkçagin Yunan ve Roma tarihlerini içine alan dönemine Antik Çag denildigine göre, Antik felsefenin de Yunan ve Roma felsefelerini kapsamasi gerekir. Ama Yunan felsefesi yaninda basli basina olan bagimsiz olan bir Roma felsefesinin sözü olamaz. Çünkü, görecegiz, Romalilar felsefeye yeni, özgün denebilecek pek bir sey katamamislardir; düsünceleri, hemen hemen Yunanlilarin çizdigi yolda yürümüstür. Öbür yandan, Iskender’in seferleriyle, Yunan kültürü Akdeniz’in dogusuna, ta Asya’nin içerlerine kadar yayilmisti. Hellenizm (Dogu Akdeniz çevresinin hellenlesmesi, kültürce Yunanlilasmasi) denilen bu süreçte, tabii, Yunan felsefesi de Dogu’ya ulasmis ve böylece Dogu Akdeniz’de, en önemlisi Iskenderiye olan yeni bilim merkezlerinin kurulmasina yol açmisti. Bu dönemin baslica düsünürleri, Grekçe yazan Dogululardi. Burada da temel Yunan felsefesidir; ancak, içine, kökleri Dogu’da olan birçok düsüncenin karistigi bir Yunan felsefesi.
Yunanlilarin siyasi tarihinde üç dönem vardir. Bunlara paralel olarak Yunan kültür tarihinde de üç dönem ayirabiliriz: Siyasi hayatlarinin ilk döneminde Yunanlilar, ayri boylar, bagimsiz sehirler halinde, aralarinda sıkı politik bir baglilik olmadan yasamislardir. Bu ilk dönemde, düsünce hayati da felsefe de, birbirinden oldukça bagimsiz olan ayri ayri merkezlerde gelismistir. Buralarda ayni zamanda siyasi bir rol de oynayan düsünürler sivrilip bir felsefe geleneginin ilk temellerini kurmuslardir. Bu dönemin sonlarina dogru gezici birtakim ögretmenlerin ortaya çiktiklarini, felsefe bilgilerini sehirden sehire tasidiklarini görüyoruz. Pers savaslarinin kazanilmasi Yunanistan’in siyasi hayatinda ikinci dönemi açmistir. Bu dönemde Yunanlilar aralarinda az-çok siyasi bir birlige ulastiklari gibi kültür bakimindan da bir birlige varmislardir. Atina’nin bulun-dugu Attika bölgesinin Yunan kültür hayatinda önder duruma geçmesi bu dönemde olmustur. Bu arada Atina’da meydana gelen iki büyük felsefe sistemi Platon felsefesiyle Aristoteles felsefesi, kendilerinden sonraki zamana, ta günümüze degin, yön verici bir etkide bulunmuslardir; öyle ki, bu etki olmaksizin Bati düsüncesini tasavvur etmeye imkan yoktur. Aristoteles, Iskender’in ögret-meni idi. Iskender’in seferleriyle de Yunan siyasi hayatinin üçüncü dönemi baslamis (Hellenistik dönem), bu arada Yunan düsünce hayati yeni merkezler kazanmis, bunlarin karsisinda Atina, yavas yavas önemini yitirmistir.
Dışarıdan bakildiginda, Yunan felsefesi böyle bir gelisme geçirmistir. Bu felsefenin ele alip isledigi konular bakimindan gelismesini görmek istersek, sunu buluruz:
Ilk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dis dogaya, cisimlerin dünyasina yönelmis olan bir doga felsefesidir.
Bundan sonra insana karsi uyanan ilgi klasik dönemin genis sistemlerine yol açmistir. Bu sistemlerde Tanri, insan ve doga, bir düsünce baglantisi içinde kavranmak istenmistir.
Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelisen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bagimsizligina her bilgi kolu üzerinde ayrica çalismalara yol açmistir. Bundan sonra, her seyi, bütün konulari içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarinda gittikçe ayrimlasan bilimlerin bir karmasasi geçmistir. Felsefe kendini bu baglantidan ayirmis, onun payina dünya ve hayat görüsleriyle ilgili genel sorunlarla ugrasmak düsmüstür. Aristoteles’ten sonraki felsefe, her seyden önce, dogru yasayisi gösterecek, gönülleri doyuran bir dünya görüsüne ulastiracak yolu arayan bir ögretidir. Bu özelligi ile de, az veya çok pratik bir felsefe, aydinlar için de dinin yerine geçen bir felsefe olmustur. Bu gelisme, Antik felsefenin son dönemine bir geçittir.
Bu son döneminde Antik felsefeye gittikçe daha çok dini ögeler karismistir. Bunlarin arasinda Dogu’dan gelenleri de vardir: Bu arada Hint ve Misir dinlerinin birtakim görüsleri, bazi Antik düsünürlere özlenilen örnekler gibi görünmüstür. En sonunda, yiginlarin din gereksemesini daha iyi karsilayan Hiristiyanligin ortaya çikmasiyla bu dönem de kapanmis, böylece Antik felsefe de sona ermistir.
Antik felsefeyi ögrendigimiz baslica kaynaklara da bir göz atalim:
Ilk Yunan fllozoflarinin yapitlari ancak fragmentler (parçalar) halinde kalmistir. Bunlari da, sonralari yasamis olan yazarlarin yapitlarinda alintilar (citationlar) olarak buluyoruz.
Platon ile Aristoteles’in en önemli yapitlari elimizde bulunmaktadir.
Eski Stoacilar, Epikurosçular ile Septiklerden de yine ancak birtakim fragmentler kalmistir.
Daha sonraki dönemden elimizde bulunanlar sunlardir: Roma Stoa’sindan Seneca, Epiktetos, Marcus Aurelius ile Cicero’nun; Septiklerden Sextos Empirikos ile Iskenderiyeli Philon’un yapitlari; Yeni pythagorasçi literatürden kalintilar; Plotinos’un Ennead’lari; Yeniplatoncularin bazi yapitlari – özellikle Proklos’un – Yeni platoncularin ve baskalarinin Platon ile Aristoteles’in yapit-lari üzerindeki yorumlari (kommentarlar).
Bu orijinal yapitlar yaninda Ilkçag’da bir de felsefe tarihleri var. Bu konuda ilk denemeyi Aristoteles’in yaptigini görüyoruz: Aristoteles, kendisinden önceki filozoflarin görüslerinden, sirasi geldikçe, uzun uzun söz açar. Metafizik’inin basinda, kendisinden önceki felsefenin tarihine toplu bir bakis var ki, Sobates’ten önceki filozoflari bilmek bakimindan büyük bir önem tasir. Aristoteles’in ögrencilerinden Theophratos da, eski filozoflarin görüslerini anlatan bir felsefe tarihi yazmis yalniz bunun, yazik ki, ancak küçük bir kismi günümüze kadar ulasmistir. Theophrastos, doxograflar literatürü denilen türü baslatmis-tir. Doxograflar, fllozoflarin problemler bakimindan görüslerini anlatirlar.
Doxograflarin yaninda, bir de, felsefenin tarihini, filozoflarin yasamlari bakimindan anlatan biograflarin yapitlari var. Bunlardan kalanlardan en önemlisi, en ünlüsü, I.Ö. 220 siralarinda yasamis olan Diogenes Laertios’un kitabidir. Bu yapit, bir çesit derlemedir, çesitli kaynaklardan derlenmis, kaynaklarin eskiligi degismektedir.
Felsefe, varolanlar üzerinde bilinçli, planli bir düsünmeden dogmustur. Öteden beri cevaplari yalniz dinden, mythostan edinilen birtakim sorunlar, bir zaman gelip de elestiren bir düsünmenin ve gözlemenin konusu yapilinca, felsefe tarihi de baslamistir. Bu sorularin basinda da: Varolanlarin kökeni, dolayisiyla evrenin (kosmos’un) meydana gelisiyle insanin bu dünyadaki yeri ve ödevinin ne oldugu sorulari gelir.
Bilimsel-felsefi görüsün dini görüsten ayrilip dogmasi, tabii, birdenbire, hiç geçitsiz olmamistir. Nitekim bir yandan Yunan doga filozoflarinin ilk düsünme denemelerine birçok mitolojik ögenin karistigini görüyoruz; öbür yandan da, en eski filozoflarin “doga üzerine” adini tasiyan yapitlariyla mythoslar ve Tanri masallari arasinda bir ara basamagi buluyoruz: Bu ara basamak da eski ozanlarin theogonia’lari (Tanrilarin dogusu) ile kosmogonia’laridir (Evrenin dogusu). Bunlarda tanrilarin, yari tanrilarin, insanlarin meydana gelisi üzerine birçok seyler anlatir. Aristoteles, Metafizik’inin birinci kitabinda, ilk felsefe tarihi denemelerinden biri olan bu taslakta, bu “En eskilerin”, yani eski ozanlarin, bu konular üzerinde eski filozoflardan daha önce düsünmüs olduklarini, yalniz, bilimsel olarak degil de, dine bagli kalarak düsündüklerini söyler.
“En eskiler”in tipik örnegi olarak Hesiodos’u alabiliriz. Hesiodos’un Theogonia adli yapitinin basinda Khaos kavrami yer alir. Bu da, felsefi düsüncenin uyanmaya basladigini gösteren ilk belirtidir. Hesiodos’a göre, baslangiçta Khaos vardi. Khaos, türevi bakimindan, “esneyen bosluk” demektir. Bu da bize, hiçligi, bos uzayi, zamani, sonra kendisinden bütün varolanlarin olusacagi o düzensiz, karmakarisik yigini düsündürüyor. Bu, varolanlardan önce gelmis olan ve varolanlarin kendisinden dogmus olduklari hiçligi, kavram olarak belirlemek için yapilmis olan ilk denemedir. Bu denemede, salt düsünce ile bir sey saptanmak isteniyor; burada mythostan bir ayrilma, isin içine tanrilari vb. karistirmama egilimi var; Hesiodos, burada inançlarini bir yana birakmak, gelenek-görenekten edindiklerine dayanmamak istiyor. Hesiodos, Khaos’un yanina iki güç, iki ilke daha koyuyor:
Gaia: Geniş göğüslü yer, doğurucu ilke,
Eros: Dogurtucu erkek ilke. Bu iki güç de, kisiligi olan, insanimsi birer varlik ile kisi olmayan, salt kavram arasinda bulunan seylerdir. Iste, bu üçünden – Khaos, Gala ve Eros’tan – sonra tanrilar ve nesnelerin çoklugu meydana gelmistir: Khaos, kendisinden Erebos – karanligi, geceyi – ile Aitheros’u – aydinligi, gündüzü – ortaya çikarmistir; Gaia da bagrindan gögü, denizleri ve daglari yaratmistir; gök ile yer de, tanrilar soyunu meydana getiren çifttir.
Sözü geçen dönemde “Kosmos (evren), nereden gelip nasil olusmustur?” sorusu yaninda, üzerinde durulup düsünülen ikinci ana soru “Insanin bu dünyadaki yeri ve ödevi nedir? Dogru olan yasayis hangisidir?” sorusudur. Baska bir deyisle: Kosmogonia üzerindeki düsünceler yaninda, bir de etik üzerinde düsünüldügünü görüyoruz. Bu düsüncelere de, ilkin, Yedi Bilge’nin özdeyislerinde, ögütlerinde rastliyoruz. Yedi Bilge’nin kalan sözlerinden bir iki örnek: Atmak Solon: “Isin sonunu düsün”; Korinthoslu Periandros: “Öfkeni yen”; Lesboslu Pittakos: “Hiçbir seyde asiri olma”. Bunlar, görülüyor ki, dogru, akillica yasamak için birtakim ögütler. Öbür yandan Yedi Bilge’nin düsüncelerinde tanrilar da ahlaki güçler ve hak ile kanunun koruyuculari olarak belirtilir. Ama bu arada eski mythoslar da yinelenir: Tanrilar pek çok insana benzetilir. Yedi Bilge de, Kosmogonia ozanlari gibi, bir geçit döneminin tipleridir. Onlarda oldugu gibi bunlarda da, mitolojik fantezi ile bilimsel-bilinçli düsünce yanyana bulunup birbirine karisirlar.
Theogonia-kosmogonia ozanlarinin anlattiklari ile Yedi Bilge’nin özdeyisleri felsefi düsünceye bir hazirliktir. Ama bundan sonra bilimsel düsünce boyuna dini-mitolojik ögelerden siyrilacak, gittikçe kendi arinmis biçimine yaklasacaktir.
Bugünkü Anlamiyla Felsefe Nerede ve Nasil Basladi?
Felsefeye ve düsünce tarihine iliskin bugünkü bilgilerimiz, felsefenin eski Yunanistan’da baslamis oldugunu söylememizi gerektiriyor. Gerçekten de, felsefenin cevap vermeye çalistigi <çevrenin kaynagi ve temeli nedir? , gibi sorulara, akla dayanarak karsilik bulmaya çalisan ilk düsünürlere. eski Yunanistan’da rastliyoruz. Bt: düsünürler, mitoslarin (efsanelerin) ve dinlerin bu çesit sorulara verdikleri cevaplarla yetinmemisler; akla ve kavramlara dayanan felsefesel-bilimsel karsiliklar bulmaya çalismislardi. ister Çin’den, Hint’ten, Önasya’dan, ister Yunanistan’dan kaynaklanmis olsunlar, mitoslar, bu çesit sorulara cevap verirken dinsel düsüncenin kendine özgü özelliklerinden kurtulamiyorlardi. Mi-toslarda ele alinan en genel sorulara (örnegin. sorusu) verilen karsiliklar inanca dayaniyor; inanç üzerinde temelleniyordu. Baska bir deyisle, mitoslarda, akla dayanan özgür düsüncenin isleyisi görülmüyordu. Üstelik mitoslarda, kavramlar degil imgeler (imailar) agir basiyordu. Yani sunduklari açiklamalarin temelinde, kavramlar (genel ve soyut düsünceler) degil, somut varliklar ve bunlarin insan zihnindeki yansilari (tasarimlari) yer aliyordu. Demek ki mitoslar, insan gibi tasarladiklari (insan suretinde ve kisi olarak kavradiklari) bazi güçleri, yani çesitli tanrilari isin içine sokarak, evrenin ve insanoglunun Orta’ya çikisini açiklamaya çalisiyorlardi. Evrenin kaynaginda (kökünde) diye sormuyorlardi; diye soruyorlardi. Mitoslar, evreni ve tüm doga olaylarini, kisi olarak tasarlanan ve inanç konusu akin güçlerle açiklama çabasindan baska sey degildi.
Örneğin Türk mitolojisi, evrenin yaradilisini Şöyle açikliyordu:
“Daha gök ve yer yaratilmadan önce her sey sudan ibaretti. Ne toprak, ne günes, ne de ay vardi. Bütün tanrilarin en büyügü; her varligin baslangici ve insanoglunun atasi Tanri Kara-Han, önce kendisine benzer bir mahluk yaratti ve ismine Kisi dedi. Kara – Han ve Kisi, iki siyah kaz gibi rahatça, su üzerinde uçusuyorlardi. Fakat Kisi bu mesut sükunetten memnun degildi. O, Kara-Handan daha yüksege uymak istiyordu.”
İşte felsefe, Türkistan’da, Çin’de, Hint’te, Misir’da. eski Yunanistan’da ve baska birçok yerde örneklerine bol bol rastladigimiz, imgeye dayanan bu mitosçu düsüncenin elestirilmesinden ve imgelerin ya da tasarimlarin yerine, inanca degil, akla dayanan felsefesel-bilimsel kavramlarin ve açiklamalarin kanmaya çalisilmasindan dogmustur. Demek ki felsefe, dinlere kaynaklik etmis olan ve özü bakimindan dinden farkli almayan mitoslarin asilmasiyla; evrenin kaynagi ve insan yasaminin anlami gibi en genel sorunlara, dinsel düsüncenin etkisinden siyrilarak kavramlarla ve akil yürütmeyle cevap verme çabasiyla birlikte ortaya çikmistir. Bu türden ilk cevaplara ise, yukarda belirttigimiz gibi eski Yunanistan’da rastliyoruz.
Eski Yunan’dan Önce Felsefesel ve Bilimsel Düsünce Kesinlikle Yok Muydu?
Eski Çin, Hint ve Iran dinlerinde ve mitoslarinda, hem daga hem de insan yasami konusunda derin felsefesel düsünceler bulundugu bir gerçektir. Hatta Çin ve Iran dinlerinde, varliklari ve olaylari karsitliklarla ve birbiriyle çatisan gerçeklerle açiklama egilimi de görülüyor. Yani eski Dogu düsüncesinde, diyalektik görüse benzer ilkel bir düsünüse rastlandigi bile söylenebilir. Her ne olursa olsun, bura-da dikkatimizi çeken nokta, felsefesel düsünceye oranla din düsünce-sinin agir basmasidir. Baska bir deyisle, eski Dogu düsüncesinde felsefe, dinden tamamen siyrilarak bagimsizligini elde edememis ve kendini yalnizca akla ve mantiga dayanan özgür bir arastirma olarak ortaya koyamamistir. Oysa eski Yunan düsünürleri, bazi felsefesel düsünceleri oldugu gibi bazi bilgileri de Dogudan ya da baska yerden aldiklari halde, bambaska bir biçimde islemis, gelistirmis ve düzenlemislerdi. Örnegin eski Misir’da geometri, Nil Irmaginin belli zamanlarda dogurdugu taskinlari önlemek ve bu amaçla kanallar açmak zorunlugundan dogmustu. Yani, pratik bir amaci göz önünde tutuyordu. Ve bu pratik amaçlardan hiçbir zaman siyrilamamis, bagimsiz ve dedi toplu yani sistemli bir bilgi haline gelememisti: bölük pörçük kalmisti. Oysa Yunan düsünürleri ve özellikle Eukleides, yalnizca teknik’ ve pratik özellik tasiyan bu bilgileri, sistemli ve kuramsal (teorik) bir bilim (geometri bilimi) durumuna getirmeyi basardilar. Ayni seyi, Babil’lilerin dinsel amaçlari gözetmekten dogan astronomileri için de söyleyebiliriz. Bu bilgi dali da, eski Yunan düsünürlerinin ve bilginlerinin elinde, derli toplu, düzenli ve yalnizca pratik amaçlara degil kuramsal amaçlara da yönelen, yani bilmek için bilmek istegine cevap veren bir bilim durumuna geldi. Yunan düsünürleri. din ve mitoslarda. daginik ve birbiriyle ilintisiz durumda bulunan; imgelerle ya da simgelerle (sembollerle) dile getirilmis alan felsefesel düsünceleri de, mantiksal ilintilerle birbirine baglanmis. amacini kendi içinde tasiyan bagimsiz ve kurumsal bir bilgi durumuna getirmeye çalistilar. Felsefeyi, yalnizca dine ya da pratik amaçlara yararli bir çaba olarak degil, dogrulugu (hakikati) salt dogruluk oldugu için arayip bulmaya çalisan bir çaba alarak benimsediler. Bundan ötürü “bilgi ve bilgelik sever” düsünür tipine, yani bilimsel açiklamalar yapmaya çalisan özgür düsünceli filozofa da ilk olarak eski Yunanistan’da rastliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder