Hellenistik Felsefe
(M.Ö. 300-30)
İskender’in Hellespontus’u (Çanakkale Boğazı) geçtiği M.Ö. 334 yılı, Hellen
uygarlığı ve bütün dünya için büyük önem taşıyan yeni bir dönemin başlangıcı
olmuştur. Roma İmparatoru Augustus (M.Ö. 27) ile son bulan bu tarihi dönemde
Hellen uygarlığı Asya ve Afrika’ya değin yayılmış, Doğu ve Batı arasında bir
kültür etkileşimi yaratılmıştır. Doğu ruhunun Hellen uygarlığı ile
kaynaşmasından, dış görünümü ile Hellenli, ancak özüyle Doğulu bir dünya görüşü
ortaya çıkmıştır. İskender’e Mısır’da Tanrı Amon’un oğlu olarak tapılmıştır.
Hellenistik dönem boyunca Anadolu iki değişik yönetime sahne olmuştur.
Aiolya’da ve İonya’da egemen olan Bergama Kralları (M.Ö. 283-133) ve Bithynia
Kralları da (M.Ö. 327-74) gerçek Hellen uygarlığının temsilcileri ve
koruyucuları olmuşlardır. Buna karşılık Pontus Kralları (M.Ö. 302-36), doğulu içerik
taşıyan kültür politikasını yürütmüşlerdir. Kommagene Kralları da bu ikinci
tipin temsilcileridirler. Hellen dünyası, Hellenistik dönem boyunca bir
ekonomik atılım içinde olmuşlar, Doğu dünyası ile ilişkiler sayesinde
İskenderiye, Rodos, Bergama ve Ephesos gibi başkentlerin önderliğinde canlı bir
ticaret geliştirmişlerdir. Zengin kütüphanesi ile Bergama bu dönemin büyük
bilim ve eğitim merkezi olmuştur. Büyük İskender’in Anadolu’yu İranlıların
alinden alıp Hellen kentlerine bağımsızlıklarını kazandırması ile Yarımada
yeniden dünya sanatında ön sırada yer aldı. Gerçekten, Assos, Bergama,
Magnesia, Efes, Tralleis ( Aydın ) Miletos ve Didyma gibi kentler yine ön plana
geçti ve burada yaratılan mimarlık eserleri büyük ölçüde Roma sanatına da
etkili oldu. Heykellerdeki tanrısal ifade ortadan kalkmştır. İnsan duyguları ve
karakteri ana konu olmuştur. İdeal insan yerini sıradan insanlara
bırakmıştır.(örn. Laakoon ve oğulları heykeli)
Hellenistik Çağ’da Bilim
Hellen birliğini sağlayan Makedonyalı Philip’in öldürülmesinden sonra yerine geçen oğlu Büyük İskender, MÖ.334-323 yılları arasında bilinen Dünya’nın büyük bir kısmını fethederek Avrupa’dan Hindistan’a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuştu. Büyük İskender’in askerî seferleri, siyasî yönden olduğu kadar kültürel yönden de çok önemli sonuçlar doğurmuştur; çünkü bu seferler sonucunda, Yunan uygarlığı, Uzak Doğu’ya kadar yayılmış ve bu bölgedeki Mısır, Mezopotamya, İran ve Hint uygarlıklarıyla karışarak ve kaynaşarak, yeni bir uygarlığı, yani Hellenistik uygarlığı oluşturmuştur.
Büyük İskender, 323 yılının Haziran ayında Babil’de ölünce, kurmuş olduğu Dünya İmparatorluğu generalleri arasında paylaşılmıştır. Mısır valisi Makedonyalı Ptolemaios burada krallığını ilan etmiş ve M.Ö. 30 yılına kadar Mısır’a hakim olacak Ptolemaios sülalesini yönetime getirmiştir. Hellenistik dönem uygarlığını yaratanlar Ptolemaios ailesi olacaktır. Ptolemaios krallığı yöre halkının din ve kültürüne saygı göstermiş, onlarla sıkı ilişkiler kurmuştu. Hellen kültürü ile Doğu kültürleri arasındaki etkileşim daha çok dinî ve edebî konularda gerçekleşmiş, bilimsel konular ise genellikle Yunanlıların hakimiyeti altında kalmıştır.
Bu dönemde matematik, astronomi, fizik, biyoloji ve
coğrafya gibi alanların bağımsız bir disiplin olarak temelleri atılmıştır.
Örneğin, matematik alanında Euclides ve fizikte Archimedes daha önceki
bilgileri aksiyomatik bir yapı içinde sunmuşlardır.
Hellenistik Dönemde Sanat
M.Ö. 4. yüzyıl ve Hellenistik dönem (M.Ö. 330-30) mimarlığının en önemli örnekleri Priene Athena Tapınağı ve Didyma’daki Apollon Tapınağı’dır. Hellenistik dönemin öteki önemli tapınağı ise mimar Hermogenes tarafından M.Ö. 2. yüzyıl ortalarında Menderes Magnesia’sında yapılan Artemis Tapınağı’dır. Bu tapınak saçaklığında friz kullanılmasıyla sonraki tapınaklarla örnek olmuştur.
Korint düzeni ile M.Ö. 5. yüzyılda oluşmaya başlamış
ama M.Ö. 4. yüzyılda gelişmiştir. ıyon düzeninden farkı, akant yapraklarından oluşan
sütun başlıklarıdır. Silifke dolaylarındaki Uzuncaburç Zeus Tapınağı’nda ve
Atina’da Zeus Olympos Tapınağı’nda görülen bu düzen, daha çok Roma çağında
kullanılmıştır.
Tapınakların dışındaki mimari tipler, örneğin evler
hakkındaki bilgilerimiz ise M.Ö. 4. yüzyıla dayanmaktadır. Anadolu’da
genellikle “avlulu ev” planları uygulanmıştır. Priene kenti ile Delos adasında
gün ışığına çıkarılan evler en iyi örnekleri oluştururlar. Sarayların en iyi
örneği ise Bergama’dadır. Antik kentlerde ayrıca, pazar yerleri, bir yamaca
yaslanmış oturma kademeleriyle tiyatrolar, konser binası (odeon), şehir meclisi
binaları (buleuterion), fikir ve beden eğitiminin yapıldığı gymnasionlar,
atletizm yarışmalarının yapıldığı stadionlar da bulunmaktaydı.
Antik kentlerde nekropol adı verilen mezarlıklar da
önemli bir yer tutar. Özellikle kral mezarları arasında Anadolu’daki tümülüs
mezarlar, Ksanthos’daki (Harpiler) gibi kule ya da paye tipli mezarlar ve
tapınak tipli mezarlar önemlidir. Tapınak tipli mezarların en önemlileri ise nereidler,
Belevi Mausoleumu ve Halikarnassos Mausoleumu’dur. Öteki mezar tipleri arasında
kaya mezarları ve lahitler de önemli yer tutarlar.
Heykeltraşlık sanatında ise önceleri kil, taş, kemik,
fildişi ve tunç gibi malzemelerden yapılan ilkel heykeller, M.Ö. 7. ve 6.
yüzyıldan başlayarak anıtsallaşmışlardır. Bu arada bazı ekoller oluşmuştur.
Örneğin, Girit-Peleponnes ekolüne giren sanatçılar, Mısır etkisi altında
frontal, dimdik ayakta duran anıtsal çıplak erkek heykelleri yapmışlardır. Bir
başka ekol ise ıyonya’da gelişmiştir. Miletos’tan Didyma’ya giden kutsal yol
üzerindeki oturan heykeller bu ekole aittir. Her iki ekol de Atina’yı etkilemiş
ama Atinalı sanatçılarda farklı özellikler göstermiştir. M.Ö. 5. yüzyılda
frontal duruş değişerek, doğaya daha uygun bir duruş biçimi sağlanmış ve
Atinalı sanatçılar özgün yapıtlar vermeye başlamışlardır. Disk atan heykeli ile
Myron,iki hareket arasındaki anı vermekte başarı göstermiştir. Atina
heykelciliği Phidias ile doruk noktasına ulaşmıştır. Parthenon heykeltraşı olan
Phidias, teknik güçlükleri yenmiş, elbise ile vücut arasındaki uyumu sağlamada
başarılı olmuştur. Polykleitos ise, tanrı heykelleri ile erkek vücudunun
güzellik ve gücünü gösteren atlet heykelleri ve vücudun çeşitli kısımları
arasındaki oranları saptayan kitabı ile ünlüdür. M.Ö.4.yüzyılda ise
Praksiteles, genç tanrıları insanlaştırmış, onları belirli bir iş görürken
betimleyerek vücut güzelliklerini ustalıkla belirtmiştir. Ünlü Belvedere
Apollonu heykelini yapan Leohares de güzellik ve görkemi ile göze çarpan, aynı
zamanda zarif vücutlu olan tanrı heykelleri yapmıştır. Skopak, yapıtlarında
tanrı ve insanların hiddet ve kendinden geçme hallerini konu olarak işlemiştir.
Skopas ve Leohares’in yanı sıra Halikarnassos’daki (Bodrum) Mausoleum’da
çalüşan Briyaksis ise doğal büyüklüğün üstünde yaptığı heykeller ile ün
kazanmıştır.
Hellenistik dönemde karakter portreleri de
gelişmiştir. En ünlü sanatçı Lysippos’dur. Lysippos yaptığı tunç heykellerde
insanları oldukları gibi değil, kendisine göründükleri gibi betimlemeye önem
vermiştir. Ayrıca başları küçülterek, yeni bir oranlar sistemi ortaya
koymuştur. Bu dönemin en önemli yapıtlarından biri, İstanbul Arkeoloji
Müzesi’ndeki ıskender Lahdi’dir. Suriye’de Sayda’da bulunmuş olan bu lahdin
üzerinde Büyük ıskender tasvir edilmiştir. Ama bu lahit aslında Fenike’de yerli
bir krala aittir. Kral böyle bir lahit yaptırmakla kendisine ıskender süsü
vermek istemiştir. Hellenistik dönem heykeltraşlığında Bergama ekolü de önemli
bir yer tutar. İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki ıskender Başı da bu ekole
aittir. Yine M.Ö.2. yüzyılın ortalarına tarihlenen Bergama’daki Zeus Sunağı’nın
frizinde ise tanrılarla devlerin savaşı sahnelenmiştir. ıiddet, aşırı
hareketler ve yüzlerde patetik ifadelerin görüldüğü bu kabartmalarda bir dram havası
sezilir.
Resim sanatı hakkında en iyi bilgiler ise vazo
resimlerinden elde edilir. Sanatın gelişimi en açık ve doğru olarak
çanak-çömleklerde izlenebilir. Aka geleneğine bağlı “Submiken” vazolardan sonra
M.Ö.11.yüzyılın sonlarıyla 10. yüzyılda “Proto-geometrik” adı verilen bir üslup
ortaya çıkmıştır. Bu üslupta bezeme ile vazo biçimi arasında tam bir uygunluk
sağlanmıştır. Açık renkte yapılan vazoların dış yüzleri siyah parlak boyayla
şeritlere ayrılır, bu şeritlerin içi düz hatlar, içiçe geçmiş daireler ya da
dalgalı hatlarla doldurulurdu. Bu vazo bezemesi, yerini M.Ö. 9. yüzyıldan 7.
yüzyıla dek “Geometrik” denilen üsluba bırakmıştır. Bu üslupta ise vazo yüzeyi
yine yatay şeritlere ayrılıyor, bunlar da dikey çizgilerle kare ya da
dikdörtgen alanlara bölünüyordu. Bu bölümler de zigzag hatlar, menderes, gamalı
haç, dama tahtası gibi geometrik bezemelerin yanı sıra o döneme özgü insan ve
hayvan motifleriyle doldurulmaktaydı.
Doğu ile ilişkilerin artması sanat yapıtlarını da
etkilemiştir. Vazolarda doğulu bitki ve hayvan motifleri yer almaya başlamış,
böylece M.Ö.700 yıllarında “Orientalizan” ya da “şarkkari” denilen üslup ortaya
çıkmıştır. M.Ö. 7. yüzyılda Atina’da iyi bir teknikle çok güzel bezenmiş
vazolar yapılıyordu. M.Ö.6.yüzyılda ise “siyah figürlü” denilen teknikte
yapılmış vazolarda geometrik bezemenin yerini insan figürlerinin aldığı
görülür. Bu dönemde vazoyu yapan ve pişiren çömlekçi ile boyayan ressamın
imzalarını atmaları, yaptıklarının bir sanat yapıtı olduğuna inandıklarını
gösterir. Buna en güzel örnek François Vazosu’dur. M.Ö.530-520 yıllarında Atina
vazo tekniğinde siyah figürlü vazoların yerini “kırmızı figürlü vazolar”
almıştır. Bu teknikte, figürler siyah zemin üzerine kırmızı boya ile
yapılmaktaydı. Atina vazo sanayii tüm görkemine karışn, M.Ö. 4. yüzyılın
sonunda gerileyerek ortadan kalkmıştır.
Bu dönemde yapılmış olan büyük tablolar kaybolduğundan
etkileri ancak mozaiklerde izlenebilmektedir. Pompei’deki bir evde bulunmuş
olan İskender Mozaiği, ıskender döneminde yapılmış bir savaş tablosu hakkında
fikir vermektedir. Yine ıskender Lahdi’nin üzerindeki savaş kabartmasının da
büyük bir tablonun etkisiyle yapıldığı kabul edilmektedir.
Hellenistik çağın bitimiyle sanatın merkezi Batı
Anadolu ve Yunanistan’dan Roma’ya kaymıştır. Roma sanatının köklerini ise
ıtalik Etrüsk ve Hellenistik sanatta aramak gerekir.
Ek Bilgi:
Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Hellenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen ad.
Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla, Akademi, Peripatetik okul, Epikürosçu ve Stoacı okuldur. Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döneme çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle karşıtlık içindedir.
Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felsefeye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur. Nihayet dönemin sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır.
Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un fiziğini Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır.
Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır.
Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden beklediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı, Hellenistik dönemin en. büyük ve en önemli iki sistemi olan Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar, siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde yaşadığımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir ahlâk anlayışıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder