İnsanların
nesneler dünyası ile duyulan aracılığıyla ilişkiler kurdukları bir gerçektir.
Gözümüzle renkleri, biçimleri görür; elimizle sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklığı
algılarız. Kulağımız olmasaydı sesleri, dilimiz olmasaydı tatları
hissedemezdik. Aristoteles bir duyusunu kaybedenin bir dünyayı kaybedeceğini
söyler. Gerçekten görme duyusundan yoksun olan biri için renkler ve biçimler
dünyasının var olamayacağı aşikârdır. Buna
karşılık akılcılar, gördüğümüz gibi, duyuların yanıltıcı ve yetersiz
olabileceklerini göstermektedirler.
Öte
yandan ünlü Yunan atomcu filozofu Demokritos bize, duyuların yanıltıcı olabileceklerini
neyin gösterdiğini sormaktadır, Biz, suya batırılan kürekle ilgili olarak görme
duyumuzun aldatıcı olabileceğini ne sayesinde biliyoruz? Yine, sudan çıkarılan
küreğe bakan gözümüz veya onu suda yoklayan elimiz, yani duyularımız sayesinde
değil mi? Demokritos'ta duyular akla şöyle haykırır: Ey akıl! Beni yere sermek
için kanıtlarını yine benden alıyorsun.”. Evet, güneşi gözümüzün küçük bir
tepsi büyüklüğünde gösterdiği doğrudur. Ancak yine de, biz onun gördüğümüzden
milyarlarca kere daha büyük bir cisim olduğunu düşünürüz. Bunun nedeni görme duyumuzun,
cisimlerin bize uzak oldukları oranda daha küçük göründüklerini göstermesi
değil midir?
Sonra gerçekten duyulara dayanmayan bir bilim mümkün
olabilir mi? Geometrinin önermelerinin kesin, tümel, genel geçer önermeler
oldukları bir doğrudur. Ancak onların bize gerçekten evren hakkında, eşya
hakkında içerikli bir bilgi verdikleri söylenebilir mi? Matematik, daha ziyade
belli öncüllerden hareketle geliştirilmiş, koşullu tümden gelimsel bir sistem
değil midir?
İşte bu itirazlar ve gerekçelerden hareketle birçok
filozof da akılcılığa karşı çıkmıştır. Bu filozoflara göre bilgimizin temel
kaynağı, duyular ve deneydir. Akıl ise bu duyu ve deney malzemesini alan, belki
onları düzenleyen ve işleyen bir yetidir.
Empirizme
göre, zihinde doğuştan olan hiçbir fikir, düşünce ve prensip yoktur. Yalnız dış
dünyanın kavramları değil, mantık ve matematik kavramları da zihinde doğuştan
bulunmazlar. Eğer, doğuştan bulunsalardı, bunların çocuklarda ve ilkel
insanlarda da bulunması gerekildi. Empirizm, bilginin kaynağı nedir sorusuna,
akıl ve zihin değil, ''deneydir, duyulur algılardır” diye cevap verir.
Rasyonalizm, ilkçağdan itibaren sistemli bir görüş olarak felsefe tarihinde yer
almıştır. Empirizm ise ancak, 17. ve 18. yüzyıllarda sistemleşerek felsefede
yer alabilmiştir. Bu yüzyıllarda John Locke, George Berkeley ve David Hume gibi
düşünürler, Empirizmi geliştirerek sistemli bir felsefe görüşü haline
getirmişlerdir. Bu filozoflara göre bilginin tek kaynağı duyu ve deneydir.
İnsan aklında deneyden geçmeyen hiçbir bilgi yoktur. Dolayısıyla insanın tüm
bilgileri aposteriori (sonradan kazanılan) dır.
Bilginin
kaynağının deney olduğunu ileri sürmek, aynı zamanda aklın ilkelerini
(özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı ilkesi) de deneye
indirgemek anlamına gelir. Ayrıca bu filozoflara göre eğer insan doğuştan bilgi
sahibi olsaydı, bilme ve kavrayış gücü eşit olacağından yeni doğan bebeklerden
erişkin insanlara kadar herkes doğru bilgiye sahip olması gerekirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder