31 Mayıs 2020 Pazar

Martin Heidegger

Martin Heidegger
Husserl’in açtığı fenomenoloji yolundan gidenlerin en başında Martin Heidegger (1889-1976) bulunur. Bunu doğrulayan pek çok şeyden biri de Heidegger’in, formel anlamda Husserl’in öğrencisi olmasa da Freiburg Üniversitesi’ndeki hocalık kariyerinin ilk yıllarında üstat ile bir süre fenomenoloji üzerinde çalıştıktan sonra, Husserl’in felsefede uzunca bir süreden beri aradığı mirasçısını bulduğu inancına kapılıp, kürsüyü ve profesörlük kadrosunu Heidegger’e bırakmasıdır.
Heidegger’in fenomenolojik gelenek içinde yer almasına, bu geleneğin en önemli isimlerinden biri olmasına rağmen, ilgilerinin baştan sona farklılık gösterdiği söylenebilir. Gerçekten de ilgileri daha ziyade metafiziksel olan Heidegger, henüz bir teoloji öğrencisiyken, aynen Aristoteles gibi, “varlığın çok farklı türden şeylere ve farklı anlamlarda yüklenmesinden hareket ederek, onun en temel anlamının ne olduğu sorusu”yla ilgilenmişti. Onu fenomenolojik gelenek içine oturtan şey de işte bu durumdu. Başka bir deyişle, onun düşüncesi veya yaklaşımını bütünüyle yeni ve özgün hale getiren şey, fenomenolojik yöntemi varlık problemine uygulamasıydı.Buna göre Husserl transandantal olarak indirgenmiş deneyimin, yani paranteze alma süreci sonunda kendisine erişilen saf tecrübenin nesnelerin kendilerini bilince açımlamalarından, göstermeleri ve serilmemelerinden meydana geldiğini, fenomenolojinin en temel tezlerinden biri olarak öne sürmüştür. Aynı Husserl’in fenomenolojik yöntemi bu yüzden masa, ağaç, kapı benzeri varlık ya da kendiliklerin öğeleri üzerinde odaklanmıştı. Oysa Heidegger, tek tek varlıklardan ziyade, genel olarak varlığın kendisiyle ilgiliydi; ve sadece tek tek bireysel varlıkların değil, fakat Varlığın da kendisini, Husserl’den öğrenmiş olduğu “fenomenolojik görü” veya sezgiye verdiğini ileri sürdü. Bu yüzden, Husserl’in söz konusu “görüleme” deneyiminin, önkabullerden tamamen bağışık olması dolayısıyla saf olduğu, söz konusu saf tecrübede şeyin bizatihi kendisini görülediğimiz iddiasını aynen kabul eden Heidegger, bu iddiayı, “kesin bir bilimin inşası” projesinden ziyade, “metafiziğin reformdan geçirilmesi” projesine uygular. 
Heidegger fenomenolojik epokhe sonucunda erişilen deneyimde, bizim kendimizi sadece doğabilimcilerinin değil, fakat eski metafizikçilerin hatalı önkabul ve yanlış önyargılarından kurtardığımızı ve varlığın bize kendisini ancak bundan sonra açımladığını söyler. Buradan da anlaşılacağı üzere, Husserl’in fenomenolojisiyle Heidegger’in fenomenolojisi arasındaki en önemli farklılık, onda araştırılacak, ele alınacak konunun ne olduğuyla ilgili bir farklılık olmak durumundadır. Fenomenolojinin konusu Husserl’de, bireysel, saf bilincin varlığı da dâhil olmak üzere, tek tek varlıklar iken, Heidegger’de varlığın kendisidir. Heidegger’in fenomenolojiyi bir konudan ziyade bir yöntem olarak görmesinin ve fenomenolojisini bir tür “varlık fenomenolojisi” şeklinde tanımlamasının nedeni budur.
Fenomenolojik gelenek içinde Heidegger’i Husserl’den farklılaştıran bir başka husus da bu iki filozofun insan konusundaki farklı tutumlarıdır. Gerek Husserl, gerekse Heidegger insan üzerinde ayrıntıyla durup insan doğasını derinlemesine analiz etmişlerdir. Fakat Husserl, insan ile dünya arasında kurulan ilişkinin noetik kutbu, yani insanın dünyayı algılama, düşünme, yargılama benzeri edimleri üzerinde yoğunlaşırken, insanı esas itibariyle bilen bir varlık olarak telakki etti. Oysa Heidegger insanı, bilen bir varlıktan ziyade, yabancı bir dünyadaki kaderiyle ilgilenen, varlığıyla ilgili olarak kaygılara kapılan bir varlık olarak ele alır. Hatta bu açıdan bakıldığında, onun fenomenolojisinin “insan varoluşunun fenomenolojisi” olduğu dahi söylenebilir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder