17 Haziran 2020 Çarşamba

Anlam Açlığı

Anlam Açlığı

Bir coğrafi terimden ziyade bir kavram ya da bir algılama olarak ele almayı yeğlediğim “dünya” fenomeni basit bir tanımlamayla üstesinden gelinemeyecek kadar çetrefilli bir kavram. Bilinmelidir ki dünya ve daha özelinde “yaşam” için söylenen ne varsa, bu tanımlardan herhangi birisi bu “yaşam”ın özünü muhteva etmekte son derece yetersizdir.

Dünyayı ele almaya başlamışsanız ilk büyük handikap bunu araştırmaya nerden başlamanızla ilgili olarak kendini gösterir. Burada farklı bilim dallarının farklı çözüm versiyonları olacaktır. Dünya deyince neyi anlıyorum? Pekiyi dünyadaki diğer milyarlarca hemcinsim ne anlıyor? “Dünya nedir?”, “Yaşam nedir?” sorusuna verdiğim cevap beni tatmin ediyor mu? Pekiyi kendisini tatmin eden var mı? Bulduğu cevabı içinde yıllarca saklayıp yaşatan ve bu cevabın kendisine sağladığı iç huzuruyla hayata gözlerini yuman bir tek insan bile var mı? Felsefe yüzyıllar boyunca iş başında… Filozoflar kafa patlatırcasına yüzyıllardır, ne olduklarını, ne olacaklarını, ne olmaları gerektiklerini düşünmüyorlar mı? Din adamlarının bu sorulara ilişkin verdikleri tatminkâr cevapları var mı? Botanikçiler, evrimbilimciler, zoologlar aynı cevaplar üzerinde hemfikirler mi?
Anlaşılan o ki, yüzyıllardır insanlar bir şeyi diğerlerinden daha fazla yaptılar. “Anlam” aradılar. O aranan şey o kadar değerli ve anlamlıydı ki, cevabı dünyada elde edebilecekleri herhangi bir şeyden kat kat daha değerli olacaktı. Bu şeyi bulmak için sorular sordular: “Ben kimim?”, “Neden yaşıyorum?”, “Hayat nedir?”

Dünyada insanın en büyük meselesi kendini bir doğrunun içine (ya da doğru sandığı şeyin içine) oturtma meselesidir. Bu mesele o kadar büyüktür ki delirmeyi ya da intiharı göze almalısınız. Size dolaylı olarak şunu söyler ya beni bulursun ya da bu yaşamına mal olur. İnsan kendine ilk soruları sormaya başladığı andan itibaren kum saati ters çevrilir ve süre başlar. Kimileri bulduğunu düşünür ve süreyi durdurur, kimileri ise bulmak diye bir şey yoktur der ve hiçbir şey bulamayacağını bile bile aramaya devam eder ve kendi sonunu hazırlar. Fiedrich Nietzsche beynine taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemişti ama kum saatine uzanmak aklının ucundan bile geçmiyordu. Nihayetinde süre doldu ve onu delirmeye mahkum etti. Aynı şekilde Hemingway’i, Woolf’u ve daha nicelerini de intihara zorladı.

Yaşam hakkında ne düşünüyorsanız, bilin ki o düşündüğünüz şey değildir. Yaşam cevabı birkaç cümleyle verilebilir bir şey değildir. Yaşama dair vereceğiniz cevap, insanoğlunun sınırlı sözcük kapasitesine, sınırlı bakış açısına ve diğer yaşam ürünleriyle olan ilişkisine göre verilecektir. Burada problem yaşamı, yaşam içerisinde tanımlamaya çalışmamızdır. Bu dışarısını hiç görmemiş bir balığın su dışı dünyayla ilgili spekülasyonlar yapmasına benziyor. Bazen dünyada sudan başka bir şeyin olmadığına inanıyor, bazen dünyada balıklardan başka da canlılar olabileceğine inanıyor, bazen de sudan başka bir yaşamın olup olmadığının bilinemeyeceğini savunuyor. Yaşam, en iyi yaşam dışılıkta anlaşılabilir. İnsan bedeni, yaşarken yaşam-dışılığa çıkamayacağına göre bunu yine yaşarken yapmalıdır. Yani dünyayı konuşabilen bir bebek gibi düşünmelidir. Burada bebek metaforunu özellikle seçtim, çünkü yetişkinlerin aksine bebeklerin geçmiş yaşantı ürünleri ve doğal olarak önyargıları yoktur. Dünyayı anlamamızın önündeki en büyük engel dünyayı açıklarken işin içine yaşantı ürünlerimizi de katarak anlamaya çalışmamızdır. Doğumundan beri kimsesiz çocuklar yurdunda kalmış bir çocuğun yaşadığı yığınla olumsuz tecrübeyle söyleyeceği “dünyada mutluluk diye bir şey yoktur,” ifadesi onun geçirdiği olumsuz tecrübelerle açıklanabilir. Konuyu biraz daha özele indirgersek, ben Türkiyeli olarak Almanya’nın İkinci Dünya Savaşındaki mağlubiyetine ne kadar üzülebilirim ki? Çünkü bir Türk’ün aynı şekilde herhangi bir ülkenin herhangi bir vatandaşının bakış açısına az ya da çok ülkesinin menfaatleri karışmaz mı? Ülkesi ile ilgili önyargılarını kaç yurttaş bir tarafa bırakabilip, haksız olduğunu düşündüğü bir savaşta karşı ülkenin menfaatlerini düşünebilir? Bu da bizi bir sonuca götürüyor: az ya da çok yaşamsal önyargılarımız bizi hayatı yaşadığımız şekilde algılamaya götürüyor.

Her filozof felsefesini önce kafasında yapılandırır. Hiçbir filozofun felsefesi, kafasındaki dünyadan, tanıdığı insanlardan, umutlarından, öfkelerinden, acılarından bağımsız değildir. Yani benim bu küçük odam buram buram felsefem kokar. Sizinki de öyle...

Aslında felsefe dediğimiz şey halet-i ruhiyenizin ellerinizvasıtasıyla kâğıda kendini yazmasından başka bir şey değildir. Ne Nietzsche eksiktir yazdıklarında, ne de Sokrates. Nietzsche’nin paragraflarını üst üste koyarsanız, onun beynine ve yaşamına ulaşırsınız. Nietzsche’nin felsefesinde Tanrı’nın ölü olması, aslında onun buna böyle inandığı için değildir; böyle olmasını görmek istemesindendir.

Bu nedenle nesnel felsefe yoktur. Her filozof aslında kendini anlatır ve insanlar buna felsefe der. Yaşamın kendisini sürüklediği ve bu sürüklemenin bitip insanın eline kalemi alacak kadar sürüklenmez olduğu zamanda felsefesini yapar. Bir pesimist için çoğunlukla Tanrı yoktur, hayat anlamsız ve muğlaktır, yaşamın bir amacı ve anlamı yoktur, bu nedenle toplumsal normlar ve ahlak kuralları sorgulanmalıdır. Aslında ahlak diye bir şey de yoktur. (Daha da ileri gidip) Aslında hiçbir şey yoktur. Kendi bile yoktur.

Arthur Schopenhauer mutsuz bir çocukluk dönemi geçirmişti. Babasının otoriter ve baskıcı eğilimleri altında yaşamak zorunda kaldı. Babasının intiharından sonra annesi de evi terk etti ve Arthur’a onu sürekli azarlayan mektuplar yazdı. İç huzursuzluğu onu sürekli şehir değiştirmeye yöneltti. Yaşamında belki de yaşayamadığı tek haz mutluluktu. Giderek daha da umutsuzlaştı ve yazdığı kitaplarla karşımıza yeryüzünün gördüğü en kötümser filozof olarak çıktı. Şimdi biz Schopenhauer’i felsefesinden ayrı düşünebilir miyiz?

Ya Lao Salome’ye olan aşkından (belki de onun Paul Ree ile olan ilişkisini kıskanmasından) yaşama attığı iftiralarla meşhur, nihilist, karamsar, Friedrich Nietzsche…
Ya yıllarca uyuyamamanın etkisinde hüzün günlüklerini bize “yaşam felsefesi” diye yutturmaya çalışan ve “Umutsuzluğun Doruklarında” kitabının mey’us yazarı Emil Cioran…

Ya etrafında ceset görmekten dolayı dünyada kusmadık yer bırakmayan ve bu kusmuklar üzerinde Nobel’e uzanan “Yabancı”nın absürtçü filozofu Albert Camus…

Ya Sartre,
Ya Kierkegaard,
Ya Woolf,

TÜM BİLDİĞİM HAYVANİ BİR ŞEKİLDE “ANLAM’A” AÇ OLDUĞUMUZ VE
BU AÇLIĞIMIZIN HİÇ BİR ZAMAN DİNMEYECEĞİDİR. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder