Toplumsal Sözleşme * Jean Jacques
Rousseau
Uygar
düzende insanların oldukları, yasaların da olabilecekleri gibi kabul
edilmelerine ilişkin herhangi bir kesin ve yasal bir yönetim kuralı varsa, onu
incelemek isterim. Bu incelemede daima adalet ve faydanın hiçbir durumda
birbirinden ayrılmaması için doğru yaptırımlar ile çıkarların öngördüklerini
birleştirmeye gayret ederim. (…)
İnsan
özgür olarak doğmuştu ve her yerde zincire vurulmuştur. Biri kendini
diğerlerinin efendisi zannettiğinde diğerlerinden daha da çok köledir. Bu
değişiklik nasıl gerçekleşmiştir? Bilmiyorum. Bu durumu yasal kılan nedir?
Sanırım bu soruyu cevaplayabilirim. Eğer sadece gücü ve gücün etkilerini hesaba
katarsam, şöyle söylemem gerekir: “Bir halk boyun eğmeye mecbur edildiğinde ve
boyun eğdiğinde iyi eder, boyunduruktan kurtulabildiği anda kurtulur ve daha
iyi eder; çünkü özgürlüğünü elinden alan hakka dayanarak onu yeniden kazanması
durumunda, nedenlerinin geçerli olup olmaması fark etmez.” Nitekim toplumsal
düzen kutsal bir hak olup, tüm diğer hakların temelidir. Ancak, doğal bir hak
değildir ve bu nedenle mukavelelere dayanmalıdır. (…)
İlk
Toplumlar ve Kölelik Grotius, tüm insan gücünün yönetilenler lehine kurulduğunu
reddeder ve örnek olarak köleliği anlatır. Onun alışıldık muhakeme yöntemi,
doğruya durumlardan yola çıkarak ulaşmaktır. Daha mantıklı bir yöntem uygulamak
mümkün olurdu ama zorbalar için bundan daha uygunu bulunamazdı. Demek ki,
Gratius’a göre, insan ırkının yüz adama mı ait olduğu, yüz adamın mı
insan ırkına ait olduğu belirsizdir ve kitabı boyunca ilk alternatife
meyilli olduğu görülmektedir ki, bu aynı zamanda Hobbes”un da görüşüdür. Bu
görüşe göre, insan türü birçok sığır sürüsüne ayrılmıştır, her birinin kendi
yöneticisi vardır ve onları yemek için korur. (…)
Caligula’nın
düşüncesi de Hobbes ve Grotius’unkiyle örtüşmektedir. Aristo, onların hepsinden
önce, insanların hiçbir anlamda doğal olarak eşit olmadığını, bazılarının
kölelik, diğerlerinin hükmetmek için doğduklarını söyler. Aristo haklıydı ama o
sonucu sebebe tercih etmiştir. Köle olarak doğan herkesin köle olması
kaçınılmazdır. Köleler zincirliyken kaçma arzusu da dahil her şeyi kaybederler
- Ulysses’in arkadaşlarının vahşi hallerini sevmeleri gibi. Demek ki, doğaları
icabı köle olanlar varsa nedeni, doğa karşıtı kölelerin de var
olmalarıdır. İlk köleleri yaratan güç, durumu devam ettiren ise, onların
korkaklığıdır. (…)
Hiç
kimse çevresindekilerin üzerinde doğal bir otoriteye sahip olmadığından ve güç
hak yaratmadığından, tüm meşru otoritenin temelini mukavelelerin
biçimlendirdiğini kabul etmeliyiz. Grotius der ki, eğer bir canlı
özgürlüğünden feragat edebilirse ve kendini bir efendinin kölesi haline
getirebilirse, neden tüm bir halk aynısını yapamasın ve kendisini bir krala
tabi kılamasın? (…)
Despotun
kullarına uygar yaşam düzeni sağladığı söylenecektir. Kabul ama eğer despotun
hırsı başlarına savaşlar açıyorsa, doymak bilmez açgözlülüğü ve bakanlarının
can sıkıcı tavırları üzerlerinde kendi çekişmelerinden daha fazla baskı
yaratıyorsa, neye yarar? Keyfini sürdükleri asayiş, sefaletlerinden ibaretse,
neye yarar? Asayiş, zindanlarda da vardır ama sadece bu oraları yaşanılası
yerler yapar mı? (…)
Bir
insanın kendisini ivazsız verdiğini söylemek, saçma ve düşünülemez bir şey
söylemektir; böyle bir hareket, yapan aklını kaçırmış olacağından, geçersiz ve
gayrimeşrudur. Aynı hareketi bir halkın tamamı için söylemek, deli olduklarını
varsaymaktır ki, delilikten kaynaklanan herhangi bir hak yoktur. Her bir
insan kendisini ferağ ve temlik edebilse bile, bunu çocuklarına yapamaz; onlar
insan olarak ve özgür doğmuşlardır; özgürlükleri kendilerine aittir ve tasarruf
hakkı sadece onlardadır. (…) Özgürlükten vazgeçmek, insan olduğunu inkâr
etmek,, insanoğlunun haklarından ve hatta sorumluluklarından vazgeçmek
demektir. Her şeyden feragat etmiş birinin tazmin edilmesi de mümkün değildir.
Böylesi bir vazgeçiş, insanın doğasına aykırıdır; isteklerinden tüm özgürlüğü
çıkarmak, davranışlarından tüm ahlakı çıkarmak demektir. (...)
Toplumsal
Sözleşme Yanıldığımı, çürüte geldiklerimin tümünün aslında doğru olduklarını
kabul etsem de despotizm yandaşlarının durumları daha iyi olmayacaktır, zira
bir yığını baskı altında tutmakla, bir toplumu yönetmek arasında daima çok
büyük fark vardır. Münferit bireyler tek bir kişi tarafından başarıyla
köleleştirilmiş bile olsalar, ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, benim
gözümde bir halk ve onun yöneticisi değil, bir efendi ve onun kölelerinden
ibarettirler; orada bir cemiyet değil, ne kamu menfaatinin ne de siyasi bir
teşkilatın var olduğu bir yığın görürüm. (...)
Grotius
der ki: Bir halk kendini bir krala teslim edebilir. Çünkü Grotius’a göre bir
halk kendisini teslim etmeden önce zaten halktır. Böylesi bir teslimiyet bir
uygar harekettir ve toplum tarafından müzakere edilmişlik ima eder. /oysa/ Bir
halkın bir krala teslim oluşunu incelemeden önce, bir halkı neyin halk
yaptığını incelemekte fayda vardır, çünkü halkı halk yapan eylem, bir toplumun
gerçek temelidir ve krala teslimiyetten önce gelir. (...)
Ben
insanoğlunun yabanıl yaşam sürdürmesinin engellendiği o noktaya erişmiş
olmasının, direnme gücünün, bireylerin o şartlarda yaşabilmelerini sağlayan
yetilerinden daha büyük olduğunu gösterdiği kanısındayım. Bu durumda ilkel
şartlar devam edemeyecek ve meğerki varoluş biçimini değiştirsin, insan soyu
yok olacaktır. Ancak insanlar yeni güçler doğuramayacakları, sadece var
olanları birleştirip yönlendirebilecekleri için, kendilerini korumalarının
yegâne yolu, direnci yenecek büyüklükte bir güçler birliği oluşturmak ve onu
kuvvetlendirmektir. Bu güçler, tek bir güdüyle bir araya getirilmeli, bir koro
halinde birlikte hareket etmelidirler. Bu güçler toplamının oluşabilmesi için
birkaç insanın biraraya gelmesi gerekir ama her insanın gücü ve özgürlüğü asıl
itibariyle kendi benliğini korumaya tahsislidir. Hal buyken, söz konusu öz
kaynaklarını kendi çıkarlarına halel getirmeden, kendisini ihmal etmeden, nasıl
kullanıma açabilecektir? Bu zorluğu konumuz bağlamında aşağıdaki gibi
tanımlayabiliriz:
Sorun,
ortak gücün bütünü kadar bireyi ve bireyin malını da savunacak ve koruyacak bir
birlik biçimi bulmaktır; bu birliğin bir ferdi olan birey, bir yandan herkesle
bütünleşirken, diğer yandan da kendisine sadık kalabilmeli, eskiden olduğu gibi
özgür olabilmelidir. Toplumsal Sözleşme’nin çözümünü sunduğu esas problem
budur. Bu sözleşmenin maddeleri (…) tek bir maddeye indirgenebilir - her bir
ortağın kendisini tüm haklarıyla birlikte toplumun bütününe devretmesinden
ibarettir; çünkü her bir bireyin kendisini tümüyle teslim etmesi, şartların
herkes için aynı olması, yani kimsenin kimseye fazladan bir şeyler yüklemek
suretiyle çıkar sağlayamaması durumudur. (...) Ve nihayet, kendisini
herkese teslim eden birey, hiç kimseye teslim etmemekte, verdiğinin hakkın
karşılığını birliğin her bir üyesinden geri alabilmekte, kaybettiği her şeyin
eşdeğerlisine hak kazanmakta, sahip olduklarını korumak için artırılmış güç
sahibi olmaktadır. (...)
Toplumsal
sözleşmeyi tali unsurlarını ayıklarsak, aşağıdaki tanımlara indirgendiği
görülür:
“Her birimiz - kişiliğini ve tüm gücünü, çoğunluk
iradesinin en üst
yönetimi altında umuma sunar ve her üyeyi, müşterek kabiliyetimiz içerisinde,
bütünün bölünmez bir parçası olarak kabul ederiz.”
yönetimi altında umuma sunar ve her üyeyi, müşterek kabiliyetimiz içerisinde,
bütünün bölünmez bir parçası olarak kabul ederiz.”
Kontrat
yapan taraflarının bireysel kişilikleri yerine, bu birlik sözleşmesi anında
ahlaki ve müşterek hükmi şahıs oluşturur, bu hükmi şahıs, bir meclisi oluşturan
seçmen misali, çok sayıda üyeden oluşur ve bütünlüğünü, kimliğini, hayatını ve
iradesini bu sözleşmeden alır. Herkesin birleşmesiyle biçimlenen bu hükmi şâhısa,
eskilerde site denirdi, şimdilerde Cumhuriyet veya siyasi teşkilat olarak
adlandırılmaktadır; edilgen olduğunda mensupları tarafından Devlet ve etken olduğunda
ise Hükümranlık olarak adlandırılır; kendisi gibilerle kıyaslandığında ise Güç
adını alır. Hükmi şahısta birleşenlerin ortak adları halk’tır, egemen gücü
paylaşanlara yurttaş, devletin kanunlarına tabi
olanlara uyruk/tebaa denir. (…)
olanlara uyruk/tebaa denir. (…)
Hükümran
Hükümranı oluşturanların çıkarları onunkilerden farklı değildir ve olamaz ve
dolayısıyla hükümran güç, tebaasına teminat vermek zorunda değildir, zira
mensuplarının hepsini üzmek gibi bir arzusu olamaz. İlerde göreceğimiz gibi,
belirgin birilerine de zarar vermeyecektir. Hükümranın hükümran olma keyfiyeti,
onun her zaman ve her şart altında olması gerektiği gibi olması
demektir. Bununla beraber, tebaasının hükümranıyla olan ilişkisindeki
durum böyle değildir. Çıkarlarının ortak olmasına rağmen, meğerki, sadakatlerinden
emin olacağı koşulları sağlasın, hükümran, tebaasının görevlerini yerine
getireceğinden emin olamaz. Aslında, her bir birey, bir insan, bir vatandaş
olarak, umumun iradesinden farklı veya tam tersi bir iradeye sahip olabilir.
Kişisel çıkarları kamu çıkarlarından çok farklı olabilir; varlığının mutlak ve
doğal bağımsızlığı müşterek davaya ödemek durumda olduğu borcunu angarya olarak
görmesine, ödememesi halinde başkalarına vereceği zararın ödemesi halinde
kendisine vereceği zarardan çok daha az olduğunu düşündürebilir; sahici bir
insan değil, örfi bir “persona ficta” (hayali/hükmi şahıs) olan devlete karşı
sorumluklarını yerine getirmeye hazır olmadığı halde yurttaşlık
haklarından yararlanmak isteyebilir. Böylesi bir adaletsizliğin devamlılığı,
siyasi teşkilatın feshini getirir. Demek ki sosyal sözleşmenin boş bir formül
olmaması için, genel iradeye boyun eğmeyi reddedenlerin, mecbur tutulacakları
şeklinde zımni bir taahhüt içermesi gerekir, nitekim diğerlerine güç
verecek olan da budur. Bu taahhüde, retçilerin özgür olmaya zorlanacakları
anlamına da gelir, çünkü her vatandaşı kendi ülkesine tevdi etmek suretiyle,
her türlü kişisel bağımlılığa karşı güvence altına almaktadır. Siyasi makineyi
çalıştıran anahtar budur; meşruiyetin olmadığı durumlarda saçma, baskıcı ve en
korkunç suiistimallere müsait olan kamusal yaptırımları meşru kılan da budur.
Uygar
Devlet Yabanıl yaşamdan uygar devlete geçiş, içgüdüyü adaletle ikame etmek ve
davranışlarına eskiden olmayan ahlaki kısıtları vermek suretiyle,
insanoğlunda kayda değer değişiklikler oluşturur. Görevin çağrısı fiziki
dürtülerin ve haklı iştihaların yerini aldığında, o zamana kadar sadece kendini
düşünmüş olan insan, farklı ilkeler doğrultusunda hareket etmeye ve
eğilimlerine teslim olmadan önce aklını kullanmaya zorlandığını fark eder. Her
ne kadar bu durumda kendisini doğadan gelen bazı avantajlardan mahrum
bırakmış olsa da, bunun karşılığında çok büyük başka avantajlar elde eder,
yetkinlikleri kamçılanır ve gelişir, fikirleri genişler, duyguları ulvileşir ve
tüm ruhu yücelir. Bu yeni durumun suiistimalleri onu çoklukla terk ettiği
aşağılara çekmezse eğer, onu oradan ilelebet ayıran ve onu aptal ve hayal gücü
kıt bir hayvan olmak yerine akıllı bir varlık ve bir insan haline getiren o
mutlu âna sürekli olarak şükredecektir. Şimdi de münasip maddelere döktüğümüz
hesabı çıkaralım: İnsanoğlu toplumsal sözleşmeyle kaybettiği doğal özgürlüğünü
ve elde etmeye çalıştığı ve elde etmeyi başardığı her şeye ilişkin sınırsız
hakkını kaybeder; kazancı, uygar özgürlük ve tüm sahip olduklarının mülkiyet
hakkıdır. Birini diğeriyle kıyaslarken hata yapmamak için, sadece bireyin
gücüyle sınırlı olan doğal özgürlüğü, kamusal iradenin sınırladığı uygar
özgürlükten ayırmak zorundayız ve sadece güçten veya ilk işgal eden olmaktan
kaynaklanan mülkiyet hakkı ile ancak müspet bir tasarruf hakkı ile
sahiplenilebilecek mülkiyeti birbirinden ayırmalıyız. Bütün bunların dışında ve
üstünde, insanoğlunun uygar devlette elde edebileceği ahlaki özgürlüğün tek
başına onu sahiden kendi efendisi yapacağını eklemeliyiz; zira iştihanın itici
gücü köleliktir, buna karşın kendimiz için koyduğumuz kanuna itaat nizamı
özgürlüktür. (…)
Egemen
Gücün Sınırları İlkemize hangi açıdan yaklaşırsak yaklaşalım, aynı sonuca
varırız: Toplumsal sözleşme vatandaşlar için kurduğu eşitliğin icabı olarak,
hepsi kendilerini aynı şartlara uydurur ve bu nedenle hepsi aynı haklardan
yararlanırlar. Böylece, anlaşmanın doğasından kaynaklanarak, hükümranlığın her
ameli, yani kamu iradesinin tüm sahih amelleri bütün yurttaşları eşit olarak
bağlar veya kayırır; böylece hükümran sadece milleti tanır ve onu oluşturanlar
arasında herhangi bir ayrım yaratmaz. (…)
Bundan
yola çıkarsak, mutlak, kutsal ve dokunulmaz olan egemen gücün,
kamusal anlaşmaların sınırlarına tecavüz etmediğini ve etmeyeceğini ve her
insanın söz konusu anlaşmaların takdir ettiği ölçülerde mal ve özgürlüğü
istimal etme iradesine sahip olduğunu, hükümdarın bir tebaasına diğerinden daha
fazla yükleme yapmak hakkına asla sahip olmadığını, çünkü böyle bir durumda meselenin
özelleşeceğini ve onun salahiyetini aşacağını görürüz.
Uygar
Din Toplum bağlamında ele alındığında, kamusal veya özel olan din, bireyin dini
ve yurttaşın dini olmak üzere ikiye bölünebilir. Tapınakları, mihrapları,
ayinleri olmayan, tümüyle yüce Tanrı’nın katıksız, deruni kültü ve ahlakın
ebedi yükümlülükleriyle sınırlı olan ilki İncil’in dinidir ki, bu katıksız ve
sade, gerçek tektanrıcılık (teizm), doğal ilahi hak veya yasa olarak
adlandırılabilir. Diğeri, tek bir ülkede toparlanmış olanı, dine kendi
tanrılarını, kendi vâsilerini verir; kendi dogmaları, kendi ayinleri ve yasayla
emredilmiş harici kültleri vardır; ona göre bu dini takip eden o tek ülkenin
dışında kalan tüm dünya imansızdır, yabancıdır ve barbardır; bireyin görev ve
hakları sadece onun mihrabı kadar genişleyebilir. (…)
İkinci
din, ilahi ibadeti, yasa sevgisiyle birleştirdiği ve ülkeyi vatandaşlarının
taptığı bir obje haline getirdiği için iyidir. Vatandaşlarına devlete yapılan
hizmetin koruyucu tanrılarına yapılan hizmet olduğunu öğretir. Bu, prensten
başka bir papa ya da yargıçlardan başka rahiplerin olamayacağı bir teokrasidir.
Birinin ülkesi için ölmesi, bu yüzden şehitlik olur; yasalarına itaatsizlik
dinsizlik sayılır ve suçlu olan birini toplumsal lanete maruz bırakmak, onu
tanrıların öfkesine mahkûm etmektir: Sacer estod [tanrıların öfkesi].Diğer
taraftan, yalanlar ve yanlışlar üzerine kurulu olduğu, insanları kandırdığı,
onları her şeye inanan, batıl itikat sahibi yaptığı, tanrılığın hakiki kültünü
boş törenlerde boğduğu için kötüdür. Zalim ve dışlayıcı olduğunda, halkı kan
içici ve müsamahasız bir hale getirip yangın ve katliam püskürtürse, kendi
tanrılarına inanmayan herkesi öldürmeyi kutsal bir davranış olarak görürse,
yine kötüdür. Sonuç, böyle bir halkın doğal bir savaş durumuna geçirilmesi,
güvenliğinin derin bir tehlikeye atılmasıdır. Hal böyle olunca, geriye kalan,
bireyin dini ya da Hıristiyanlıktır – ama bugünün Hıristiyanlığı değil, ondan
tamamıyla farklı olan İncil Hıristiyanlığı. Bu kutsal, yüce ve gerçek
dinle birlikte tek bir Tanrı’nın çocukları olarak tüm insanlar, birbirlerini
kardeş olarak tanırlar ve onları birleştiren toplum, ölümde bile dağılmaz. (…)
Siyasi teşkilatla belirli herhangi bir ilişkisi olmayan bu din, yasalara
ilişmez, onları daha da güçlendirecek bir şey yapmaz; böylece toplumu
birleştiren en büyük bağlardan biri münferit mülkiyet söz konusu olduğunda
işlemez. Yalnız bu da değil, yurttaşların kalplerini devlete bağlamak şöyle
dursun, onları dünyevi şeylerin tümünden çekilecek şekilde etkiler. Toplumsal
ruha bundan daha ters düşen bir şey tanımıyorum. (…) Hıristiyanlık bir din
olarak tamamen ruhanidir, sadece semavi şeylerle uğraşır; Hıristiyan’ın ülkesi
bu dünya değildir. Vazifelerini yerine getirdiği doğrudur ama bunu çabalarının
başarısı ya da başarısızlığını umursamadan yapar. Kendisini ayıplayabileceği
hiçbir şey olmadığı sürece, dünyadaki şeylerin iyi ya da kötü gitmesini fazla
önemsemez. Eğer devlet başarılıysa, bundan duyduğu mutluluğu herkesin
önünde sergilemesi çok zordur, zira ülkesinin zaferinden gurur duymaktan
korkar; eğer devlet zayıf düşerse, Tanrı’dan kullarına elini uzatması için
niyaz eder. (...) Ama Hıristiyan bir cumhuriyetten bahsederek hata ediyorum; bu
iki terim birbirlerini dışlar. Hıristiyanlık, sadece kölelik ve bağlılığı vaaz eder.
Ruhu despotizme öylesine elverişlidir ki, bu tür bir rejimden daima fayda
sağlar. Gerçek Hıristiyanlar, köle olmak için yaratılmışlardır. Bunu bilir
ve önemsemezler; bu kısa hayatın onların gözündeki değeri pek azdır. (…) Şimdi,
her vatandaşın bir dini olması toplum için çok önemlidir. Çünkü bu, onların
görevlerini sevmelerini sağlar; öte yandan, o dinin dogmaları, devleti
ve mensuplarını, sadece ahlak ve dindarların görev bilinci bağlamında
ilgilendirir...
Bu
nedenle, imanın, maddeleri hükümdar tarafından belirlenmesi gereken tümüyle
sivil/dünyevi bir açılımı vardır; bu maddeler dogmalar olmamakla birlikte,
bireyin iyi bir yurttaş ya da sadık bir tebaa olması için gerekli toplumsal
duyarlılıklardır. Kimse bunlara inanmaya zorlanamamakla birlikte, inanmayanlar
devletten sürebilirler, ancak dinsiz oldukları için değil, anti-sosyal
oldukları için. (…) Sivil/medeni bir dinin dogmaları az, basit, herhangi bir
açıklama veya yoruma gerek olmadan anlaşılacak şekilde kaleme alınmış
olmalıdır. Güçlü, akıllı ve hayırsever bir Tanrılık (Deity), önsezi ve basiret
sahibi olmak, gelecek hayat, adillerin sevinci, hainin cezası, sosyal
sözleşmenin ve yasaların kutsallığı; bunlar pozitif dogmalardır. Negatif
dogmaları bir tanede topluyorum, bu müsamahasızlıktır ki bu reddettiğimiz
ibadetlerin bir parçasıdır. Medeni dogmaları, ilahi müsamahasızlıktan
ayıranlar, bence yanılmaktadırlar. Bunlar ayrılamazlar. Lanetli olduklarını
düşündüğümüz insanlarla bir arada barış içerisinde yaşamamız mümkün
değildir çünkü onları sevmek, onları cezalandıran Tanrı’dan nefret etmek olur:
şu halde onları ya ıslah etmek ya da onlara eziyet etmek durumundayız. İlâhi
müsamahasızlığın kabul gördüğü her yerde, sivil bir etkisinin de olması
kaçınılmazdır ve böyle bir etki oluşur oluşmaz, hükümdar, hükümdar olma vasfını
fani dünyada kaybeder, gerçek efendiler haline gelen rahiplerin vezirleri
katına indirgenirler. Mademki sadece tek bir millete mahsus bir din yoktur ve
olamaz, başkalarına müsamaha gösteren, dogmaları yurttaşlık görevleriyle
çelişmeyen tüm dinlere müsamaha gösterilmelidir. Ancak, “Kilisenin dışında
kurtuluş yoktur,” demeye cüret eden -meğerki, Kilise’nin kendisi devlet,
piskoposlar da prens olsunlar- Devlet’ten sürülmelidir. Böyle bir dogma, sadece
bir din hükümeti için iyidir; diğerleri için öldürücü olur. IV. Henry’nin
Romalılara ait dini kabul etme nedeni, her dürüst insanın, özellikle de aklı
başında prenslerin bu dini terk etmelerini sağlamalıdır.
* Jean Jacques Rousseau’ya ait The Social Contract
& Discourses eserinden
alınmıştır, çeviren G. D. H. Cole, yayınlayan E. P. Dutton & Co., Inc., New
York. s.3-5, 7-8, 10-16, 26, 110-15.
alınmıştır, çeviren G. D. H. Cole, yayınlayan E. P. Dutton & Co., Inc., New
York. s.3-5, 7-8, 10-16, 26, 110-15.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder