En genel
anlamda, zihnin özünü, doğasını, varoluşunu, kapsamını ve içeriğini araştıran;
zihnin dünyayla ilişkisinin nasıl kurulduğunu, zihnin kendi dışındaki
nesnelerle ilişkiye nasıl geçtiğini temellendiren;
-”anımsama”, “anlama”, “acı çekme” gibi zihinle bir
biçimde ilişkisi olan birtakım yaşantıları ya da zihin durumlarını inceleyen;
-zihin durumlarının ya da bilinç yaşantılarının
birbirleriyle olan ilişkilerini olduğu denli, zihinler arasındaki ilişkileri ya
da zihnin başka zihinler ile olan ilişkisini de çözümleyen;
-zihin ile beden arasındaki ilişkiyi kimileyin
zihin-beden ayrımını olurlayarak, kimileyin de zihin-beden ayrımını
olumsuzlayarak temellendiren;
-kişinin kendi zihnine ya da bir başkasının zihnine
ilişkin bilgisinin sınırlarını ve koşullarını soruşturan;
-”iç dünya/dış dünya” ya da “zihin/zihin dışı” gibi
birtakım temel ayrımların dayanaklarım ve felsefi bakımdan geçerliliklerini
sorgulayan;
-”amaçlı eylem”, “yönelmişlik”, “özel deneyim” gibi
doğrudan zihnin işleyişini belirlediği. düşünülen temel görüngülerin
anlamlarını çözümleyen;
-zihin ile zihinsel etkinliğin insan varoluşundaki
yerini bütün yönleriyle dizgeli bir biçimde ele alan felsefe dalı.
Zihin felsefesi deyişiyle dile getirilen araştırma
alanı, genellikle İngilizce konuşulan ülkelerin çözümleyici felsefe geleneğinde
belli bir sorun kümesine yoğunlaşmış araştırma alanını niteler. Buna karşı
Alman felsefe geleneğinde aynı sorun kümesini ele alan araştırma alam için
“Felsefece Ruhbilim” anlamına gelen Philosophische Psycologie deyişi
kullanılmaktadır.. Kimileyin bu adlandırma farklılığı, İngilizcedeki “zihin”
anlamına gelen mind sözcüğünü öteki Avrupa dillerinde tam karşılayan bir
sözcüğün olmayışıyla açıklanmaktadır. Bununla birlikte alanın adlandırılmasında
baş gösteren bu deyiş farklılığının çok daha derin içerimleri bulunduğu, her
iki deyişin de kendi yaklaşımlarından ileri gelen birtakım özel sayıltılarca
belirlenmiş olduğu üstünden atlanamayacak bir gerçektir.
Zihin felsefesi özerk bir felsefe alanı olarak, insan
davranışları ile zihinsel olayları çoğunluk deneysel bilimlerin yöntemlerini
kullanarak açıklamaya çalışan ruhbilimden özellikle ayrı tutulmalıdır. Ruhbilim
duyu organlarınca gözlemlenebildiği kadarıyla zihinsel olayları açıklamaya
çalışırken, zihin felsefesi daha çok deneyde kendini açığa vurmayan konulan
kavramsal çözümleme yoluyla temellendirme uğraşı içindedir.
Bu anlamda bir ruhbilimci algı sorunu bağlamında algı
bozukluklarını, algı yanılmalarını, değişik algı türlerini anlamaya yönelik
araştırma yaparken, zihin felsefecisi “Algı nedir?”, “Algının kaynağı var
mıdır, varsa nedir?”, “Algı nasıl olanaklıdır?” gibi soruların ışığı altında
algının özünü kavramayı amaçlayan felsefi çözümlemelerle araştırmasını yürütür.
Bu nedenle zihin felsefecisi ruhbilimcinin yaptığı gibi gözle görülebilir durum
ve olaylar üzerine “örnek olay çalışmaları” yapmakla yetinmez. Ruhbilimcinin
baştan sorgulamak- sızın benimsediği bütün kavramlar da dahil eldeki bütün
verileri tek tek eleştirel bir gözle felsefe süzgecinden geçirir.
Zihin felsefesinin tarihine kabaca bakıldığında, çok
uzun bir süre boyunca filozofların zihin felsefesinin en temel sorularına zihin
ile beden ayrımı doğrultusunda temellendirilmiş “ikici” bir soruşturma
çerçevesi içinde kalarak yanıt aradıkları görülmektedir. “Zihinsel” olanın özce
“fiziksel” olandan ayrı olduğunun evetlenmesi anlamına gelen bu ayrım, zihin
bütün işleyişi ve içeriğiyle birlikte ancak zihin ile beden arasındaki nedensel
ilişkilerin doyurucu bir biçimde çözümlenmesiyle kavranabileceği düşüncesi
üstüne bina edilmiştir. Bu anlamda zihin ile beden arasında yapılan bu ayrımın
mimarı Descartes ‘ın zihin felsefesinin özerk bir dal olarak kurulmasında son
derece önemli bir payı vardır. Zihin felsefesinin Descartes ile birlikte modem
felsefe döneminde ortaya çıkan bir felsefe dalı olması gerçeği göz önünde
bulundurulacak olursa, zihin felsefesinin ana sorunlarının hemen tamamının daha
önceleri metafizik, varlık bilgisi, bilgi kuramı gibi geleneksel felsefe
dalları alanında soruşturuldukları söylenebilir.
Bunun yanında modern felsefeyle birlikte felsefenin
söz dağarına geçmişte taşıdıklarının çok ötesinde bir önemle giren “ben”,
“zihin ile beden ikiliği”, “bilinç” gibi bir- takım kavramlar üstüne yapılan
tartışmalar zihin felsefesinin gelişiminde son derece etkili olmuşlardır.
Günümüzde “zihinsel” nitelemesiyle tanımlanan acı,
kaygı, neşe gibi duygular, sevgi ile nefret gibi duygusal yaşantılar, duyu
organlarımız yoluyla edindiğimiz bütün algılar, en soyutundan bütün düşünceler
zihin felsefesinin temel araştırma konuları olarak görülmektedir. Descartes ‘a
göre, bu uzun listede yer alan bütün bu konuların “zihinsel” niteleciyle
tanımlanabilmelerini olanaktı kılan ortak özellik, hepsinin de birinci tekil
kişinin yaşantısına verili ya da sunulu olmalarıdır. Buna göre, bir düşünenden,
bir duyandan, bir algılayandan bağımsız ne bir düşünce, ne bir duygu, ne de bir
algı. olanaklıdır. Ne var ki Descartes ‘a göre bu temel betimleme kişinin
bilincinin dışındaki kendilikler bir ağaç, bir kaya ya da bir masa için geçerli
değildir. Dış dünyada var olan varlıklar ile bu varlıkların deneyime ya da
yaşantıya sunulmuş biçimleri arasında özce temel bir ayrılık söz konusudur.
Descartes ‘ın bu yolla “içsel” ile “dışsal” arasında yaptığı ayrım, “zihinsel”
adıyla anılan bir Felsefe kategorisinin doğmasına yol açtığı gibi zibin
felsefesinia i1k temellerini de atmıştır.
Özünde Descartesçı temeller üstüne bina edilmiş
bulunan zihin felsefesinin ana sorunlarından birini olusturan zihnin doğası,
yine Descartesçı felsefe terimcesinin bir başka önemli terimi zihin-beden
ikiliğine geri götürülebilir. Zihin-beden sorunu sorun olmakta lığını büyük
ölçüde Descartes’ın iç ile dış arasında kurduğu metafizik ikiliğe borçludur.
Zihin ile bedenin özünde birbirinden iki ayrı töz olduğunu ileri süren bu
ikilikçi yaklaşım, aradan geçen üç yüz yılla birlikte kendisine pek bir yandaş
bulamamış ve felsefı değerinden çok şey yitirmiştir. Nitekim Malebranche ile
Berkeley tarafından savunulan “öznel idealizm” anlayışında maddenin varlığının
toptan reddediliyor olması, ikiliğin bir yanını oluşturan bedenin de
temellendirilemez olduğu anlamına geliyordu.
XX. yüzyılda ağırlıklarını iyiden iyiye duyumsatan
“dilci”, “görüngübilimsel”, “post-yapısalcı” düşüncelerin etkisiyle pek çok
kavramsal ayrım gibi zihin ile beden arasında yapılan geleneksel ayrım da
geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Söz konusu ayrımın savunulur bir yanı
olmaması bir yana, gerek kavrayışımızın işleyişini gerekse de yaşam akışımızı
bozan son derece büyük yanlışlara olanak tanıdığının felsefecilerce
olurlanması, zihin felsefesinin yerleşik soruşturma çerçevesinin hepten
başkalaşması gibi çok önemli bir sonuç doğurmuştur.
Alıntı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder