20 Eylül 2020 Pazar

Sokrates’ten Önce Felsefe

SOKRATESTEN ÖNCE FELSEFE

[Wilhelm Capelle]


ÖNSÖZ

Sokrates’ten önceki filozoflar arasında “eski Ionyalılar”a, daha doğrusu Miletoslulara, yani Thales, Anaximandros ve Anaximenes’e ilgi duyanların önünde, gerçi sadece yer yer aydınlatılmış, ama kendi türünde tek olan bir alan, Batı insanının bilimsel düşünme’sinin başlangıcını oluşturan bir alan açılacaktır. Çünkü “modern” eğitimden geçmiş, eski uygarlıkların omuzları üstünde durduklarını bilmeyen bu insanlar “Ionyalı”ların kimi varsayımlarını adeta çocukça bulurken, tarihsel bir bakış açısına sahip ve bu nedenle doğru ölçütleri bulan bir göz burada, her ne kadar alelacele çıkarılmış bazı sonuçlarla karşılaşsa da, gerçek bilimsel, tarafsız gözlemlere dayalı, nedensel bağlamları arayan düşünme’nin tipik başlangıcını görür. Yanılgılara ve başı sonu düşünülmeden yapılan genelleştirmelere karşılık, bizi hâlâ şaşırtan dahicesine bilimsel görüşler ağır basmaktadır, hele bu Ionyalıların, insanlığa kendilerinden önce kimsenin adım atmadığı gerçek bilgi yolunu ilk kez açtıkları düşünülürse! Önceki kuşakların bize aydınlattığı karanlıkları onlara kim aydınlatmıştı? Yanılgılardan ve yanlış sonuçlardan –özellikle ellerindeki yetersiz gözlem malzemesi göz önüne alınırsa– kaçınmaları mümkün müydü? Ama bizi özellikle hayran bırakan, o güne kadar sorulmamış soruları yalnız ortaya atmaları değil,üstelik yanılabilecekleri akıllarına bile gelmeyen, henüz okul eğitimi görmemiş çocuklarda gözleyebileceğimiz biz güvenle hiç çekinmeden ve cesaretle cevaplandırmalarıdır. Birçoğunda bir ozanla bir kâhinin özellikleri bulunmaktaydı; felsefi düşünce onlarda, Grek halkına özgü canlı bir yetenek sayesinde, şiirsel bir tasarım, bir “imge”, bir düşgörüntü olarak beliriyordu; soyut kavramlar yerine daha çok olağanüstü canlı “görüşler” halinde, şiirsel imgeler halinde düşünüyorlardı; örneğin Parmenides’in “renksiz” varlıkbilimine karşılık Herakleitos’ta olduğu gibi, Üstelik bir de buna kişisel üslup ve ifade tarzlarındaki özgün çekicilik de ekleniyordu. Aslında Greklerce biçimlendirilen “le style c’est I’homme” ifadesi burada özellikle geçerlik kazanmaktadır; çünkü onlar Grek düzyazısının en eski temsilcileri yani kurucularıdır. Bu tamamen bireysel üslubun parlak örneklerinden biri olan Ephesoslu Herakleitos’la ileride tanışacağız. Gerçekte bütün bunlar, Grek dilinde ilk düzyazıyı kaleme almış olan büyük düşünür Anaximandros için söylenebilir. Grek düşünün doruk noktasını Sokrates’ten önceki filozoflarda gören Friedrich Nietzsche bu büyük Miletoslu hakkında şöyle der: “O, yadırgatıcı istekler tarafından uçarıldığı ve çocuksuluğu engellenmediği sürece, tipik bir filozofun yazdığı gibi yazmaktadır: Sözcüğü sözcüğüne yeni bir aydınlanmanın tanığı ve yüce düşünceler üzerine duruşun ifadesi olan olağanüstü bir üsluba sahip hiyeroglifler halinde.”

1. Sokrates’ten Önce Felsefe

Özgün, olağandışı birer kişiliğe sahip bireyler olan Ionyalılar ve de önde gelen tüm Sokrates’ten önceki filozoflar pervasız, haşin, kayıtsız ve tamamen çocuksu düşünme tarzlarıyla çağdaşlarımızı derinden etkilemektedirler. Düşünme tarzlarındaki bu kayıtsızlık ve uçarı mantık nedeniyle buradan çıkacak hiçbir sonuçtan çekinmiyorlardı. Evren hakkındaki düşüncelerinin sonuçlarını ifade eden biçim kuşkusuz bir yere kadar dogmatikti, yoksa Sokrates ya da Platon’daki gibi diyalektik olarak yansıtan bir biçim değildi. Hatta bazıları bir kâhin gibi konuşuyordu, bu yüzden örneğin Xenophanes, Herakleitos, Empedokles’in dili çoşkuyla dolup taşıyordu. Bu arada hemen hepsi ve özellikle en önde gelenler inanılmaz bir kendinde güven duygusu geliştirmişti; düşünceleri ve bunların yansıları, kullandıkları dil, kendi “ben”lerini sık sık evrene karşı, ilgisiz kitlenin kanısına karşı çıkaran güvenli bir üstünlük duygusunca belirleniyordu. Onlar felsefe sorunlarını ilk defa fark etmekle, kavramakla kalmamışlar, üstelik içlerinde öylesine hissetmişlerdir ki, bu yakıcı sorulara bir cevap, bir çözüm bulmayı kendilerine görev edinmişlerdir; buldukları çözümlerin doğruluğu ve bilgilerinin hakikiliği konusunda en ufak bir kuşkuya kapılmadıkları için de bunları yurttaşlarına –yazılı olarak– açıklamaktan çekinmemişlerdir.

Bu durumda Sokrates’ten önceki filozofların, yani aralarından en büyüklerinin –felsefe tarihi açısından ele alınırsa– felsefenin kurucuları olarak görülmeleri gerektiği açıklığa kavuşmaktadır, çünkü felsefenin temel sorunlarını ilk defa fark edenler, yani keşfedenler ve bu sorunları kendi tarzlarında, herhangi bir düşünce geleneğinin baskısı ve yardımı olmadan, gerçekten benzeri görülmemiş bir özgünlükle, hakiki yaratıcı kişiler olarak, şaşkınlık uyandırıcı bir kayıtsızlık, yüreklilik ve tutarlılıkla çözmeye çalışanlar onlardır.

Sokrates’ten önceki Grek felsefesi, felsefi düşünme’nin içerik ve biçimine göre iki evreye ayrılmaktadır. Grek düşününün ilk evresinde (M.Ö. 600-450) filozofların meteoroloji, astronomi, fizik sorunlarıyla birleşerek metafiziğin sonuncu ve de karmaşık sorunlarına kattıkları doğa, yani evrenin doğası, makro-evren felsefesinin başat nesnesini oluştururken, ikinci evresinde, yani Sofistler döneminde (M.Ö. 450-390) düşünen, isteyen davranan bir varlık olarak, hem birey hem de toplum üyesi olarak insan tüm dikkatleri üzerinde topluyordu. Büyük düşünür Elealı Parmenides’in bu ilk dönem içinde belirleyici bir dönüm noktası oluşturduğu da açıktır. Herakleitos da dahil olmak üzere Parmenides’e kadar Sokrates’ten önceki felsefenin odak noktasında oluş sorunu yer alıyordu ve bu sorunun gerçekliğinden kimse kuşku duymuyordu.ama her çeşit oluşu bu görünür dünyadaki değişmeleri, duyusal izlenimlerimizin hakikatini, hareketi ve de şeylerin çokluğunu kesin şekilde yadsıyan ve sadece ebedi, olmamış, yetkin değişmez varlığı düşünce için mutlak zorunlu sayan Parmenides’le birlikte Sokrates’ten önceki felsefenin ilk evresi belirleyici bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Çünkü Parmenides’in varlık öğretisi (ontoloji) Sokrates’ten önceki felsefe tarihinde tam anlamıyla bir çağ açmıştır. Onu izleyen düşünürler, hareketin gerçekliği ve duyusal şeylerin çokluğu konusunda ısrar etseler dahi, nitelikleri Parmenides’inkine yakışan bir değil, bir çok “varolan” bulunduğunu kabul ederek, yani her biri kendi tarzında olmak üzere bu tür bir ilk varolandan görünür evrendeki şeylerin nasıl oluştuklarını açıklamaya çalışarak Parmenides’in ontolojisine riayet etmişlerdir. Ayrıca Empedokles ile Anaxagoras bu varolanın nitelikleri karşısında, hareket ve çokluk varsayımını devam ettirebilmek için, bu tür varolanların, yani saf maddi tözlerin çokluğunu yalnız kabul etmek değil, üstelik bu maddi tözlerden hareket faktörünü (ya da faktörlerini) ilkesel olarak ayırmak zorunda kalmışlardır. Ancak Empedokles bunu hâlâ az ya da çok mitsel bir biçimde yapar ve bu tür hareketli iki ilkgücün bulunduğunu kabul ederken, Anaxagoras bu faktörü saf rasyonel bir ilkgüç olarak, başına buyruk akıl (Geist) olarak tespit etmektedir. Üçüncüsü, yani atomculuğun kurucusu Leukippos ise Elea ontolojisine karşılık hareketin değişmenin ve de varolanın kavranabilmesi için varolmayanın gerçek diye, yani Parmenides ve onu izleyen Elealılarca kesinkes yadsınan boş mekanın gerçek diye kabul edilmesi gerektiği sonucuna varmaktadır. Ancak o varolan denince, görülür şeylerin sonsuz sayıda ebedi, bölünmez ve bu yüzden değişmez ilk-parçacıkları olan atomları, çokluğu ve sayısız nicelikleri dışında Parmenides’in varolanındaki niteliklere sahip, ama ondan ebedi hareket içinde olmasıyla ayrılan atomları anlamaktadır. Bu durumda üç büyük düşünürün Empedokles, Anaxagoras ve Leukippos’un üç farklı görüş açısından çıkarak giriştikleri bir deneme, Parmenides’in vardığı ana sonuçla birlikte, hareketin gerçekliği ve şeylerin çokluğu varsayımını devam ettirmek, yani hiç değişmeyen varolandan çıkarak evrenin oluşunu, genelinde evrensel süreci, her çeşit oluş ve bozuluşu açıklamak anlamına gelmektedir. Buna göre ilk dönemlerdeki diğer düşünürleri, örneğin Apollonialı Diogenes ve genç Herakleitosçularca temsil edilen “seçmeciler” (eklektikler) ya da “öykünenler” (epigonlar) diye tanımlamak mümkündür. Ancak Leukippos’un öğrencisi Demokritos’u yalnız zaman bakımından değil, üstelik Sofistlerce yürütülen “aydınlanma” çağına tüm düşüncesiyle içten bağlı oluşu yüzünden ve de felsefi spekülasyonlarının iki an alanından birini hem kültür tarihi hem bilgi kuramı hem de etik bakımdan insan oluşturduğu için ikinci evreye katmak gerekir.

Bu kısa girişte, Pythagoras’tan başlayarak, Sokrates’ten önceki felsefede tamamen özel bir gelişme gösteren, sonuçları Platon’dan önceki düşünürler üzerinde kayda değer bir etki bırakmayan Pythagorasçılar göz önüne alınmamıştır. Onlar özellikle merkezi dogmaları sayılar öğretisiyle kendi yollarını izlemişler ve bu, Sokrates’ten sonraki Grek felsefesi için önemli sonuçlar doğuran bir yol olması gerekirken, Sokrates’ten önceki felsefi düşüncenin gelişmesi dışında adeta bir patika gibi kalmıştır.

SOKRATES’TEN ÖNCE FELSEFE

(Fragmanlar – Doksograflar)

(II Cilt)

Kabalcı Yayınları

Yayımlayan

Wilhelm Capelle

Çeviren

Oğuz Özügül

1. Basım 1994

Özgün Adı

Eine Die Vorsokratiker

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder