17 Ekim 2020 Cumartesi

Benedictus de Spinoza

Benedictus de Spinoza

Benedictus de Spinoza ( 24 Kasım 1632 – 21 Şubat 1677), tarihleri arasında yaşamış panteist düşünür. Sinagogdaki büyükleri tarafından Baruch Spinoza olarak adlandırılmıştır. Yetişdiği çevrede Bento de Spinoza yada Bento d’Espiñoza olarak bilinirdi.

Temel eserleri arasında Tractatus Theologico-Politicus [Teolojik-Politik deneme], Tractatus de Intellectus Emendatione [Anla­ma Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine], Ethica Ordine Geometrico demonstrata [Geomet­rik Bir Tarzda İspatlanmış etika] adlı eserler bulunan Spinoza, dini baskı ve engizisyon nedeniyle, İspanya’dan Hollanda’ya kaçmış olan Yahudi bir ailenin çocuğudur. Daha 24 yaşındayken, felsefi görüşlerinden dolayı, Yahudi camiasından aforoz edilen filozof, hayatını optik araçlar yaparak, lens tamir ederek kazanmıştır.

Aldığı Etkiler ve Yöntemi: O, kendi felse­fesini kurarken, en fazla descartes’tan etkilenmiştir. descartes’ın belli problemleri ve konuları ele alış tarzından, onun felsefenin, ereksel nedenleri değil de, fail nedenleri ele alması gerektiği tezinden, ideal yöntem ve terminoloji konusunda etkilenen Spinoza, modern felsefenin kurucusu Fransız düşü­nüründen ayrıca descartesçiliğin mantıksal sonuçlarını çıkarsamak bakımından da etki­lenmiştir.

Yöntemi: Spinoza, 17. yüzyıl rasyonaliz­minin ikinci büyük düşünürü olarak, siste­mini kurup ifade ederken geometrik yönte­mi benimsemiştir. Birtakım önermelerin, açık seçik düşünceleri ifade eden tanımlardan ve apaçık aksiyomlardan tümdengelim yoluyla çıkarsanmasından meydana gelen geometrik yöntem, Spinoza’ya doğru felse­feyi geliştirmenin tek gerçek ve yanılmaz yolu olarak görünmüştür. O, her tarımın açık ve seçik bir düşünceden meydana gel­diğini ve her tanım ya da açık seçik düşün­cenin doğru olduğunu düşünmüştür. Başka bir deyişle, akıl açık ve seçik düşüncelerden hareket edip, bunların mantıksal sonuçlarını çıkartırsa, asla yanlışa düşmeyip, kendi do­ğasına uygun bir tarzda işlemiş olur.

Spinoza’nın yönteminin doğruluğuna iliş­kin sarsılmaz inancının temelinde, onun açık ve seçik düşüncelerden yapılan tüm­dengelimsel çıkarımın dünyaya ilişkin ola­rak açıklayıcı bir görüş sağladığı inancı bu­lunmaktadır. Bu inanç ya da bakış açısının temelinde ise, nedensel ilişkinin mantıksal içerme ilişkisine eşdeğer olduğu kabulü yer almaktadır. Düşüncelerin düzeni ile neden­lerin düzeni bir ve aynıdır. Buna göre, uygun bir tanım ve aksiyomlar öbeğinden yapılan mantıksal bir tümdengelim, metafi­ziksel bir tümdengelimle aynı olup, bize gerçekliğin bilgisini sağlar.

Metafiziği: Spinoza, bu bağlamda, Des­cartes’ın ‘var olmak için kendisinden başka Hiçbir şeye ihtiyaç duymayan Varlık’ olarak Töz tanımından yola çıkıp, Tanrı’yla işe baş­lar. O burada, Tanrı düşünce düzeninde ilk Varlık olduğu için, ontolojik kanıtı kullan­mak durumunda kalır. İşe Tanrı’yla başlayıp, nedensellik ilişkisini mantıksal içerme ilişki­siyle özdeşleştirerek, sonu şeylere geçiş ise, evrenden olumsallığı atmak anlamına gelir. Başka bir deyişle, varolan her şeyin Tanrı’ya olan nedensel bağımlılığı, mantıksal bağım­lılıkla bir ve aynıysa eğer, maddi şeylerin dünyasında olumsallığa, insanın dünyasında ise özgürlüğe yer kalmaz. Bundan dolayı, Varlık açısından metafiziksel bir determiniz­mi benimseyen Spinoza, ahlâk alanında bağdaşabilirci bir tavırla determinist bir etik görüşü benimsemiştir.

O da, tüm diğer metafizikçiler gibi, varlığı ya da dış dünyayı açıklama çabasında, çoklu­ğu birliğe indirgemeye çalışmıştır. Buna göre, o sonlu şeylerin, maddi varlıkların va­roluşunu nihai ve en yüksek bir nedensel etmen aracılığıyla açıklamaya çalışmıştır. Yani, Spinoza deneyimin sonsuz sayıda var­lığını kendisinin Tanrı ya da Doğa adını ver­diği biricik sonsuz töze başvurarak açıkla­mıştır. Mantıksal içermeyle de nedensel ilişkiyi birleştirdiği için, Spinoza sonlu var­lıkları zorunlu olarak sonsuz tözden çıkan şeyler olarak tanımlamıştır.

Spinoza’ya göre, bir şeyi bilebilmek için, onun nedenini bilmek gerekir; başka bir de­yişle, bir şeyi açıklamak demek, onun neden ya da nedenlerinden söz etmek demektir. Töz, bu çerçeve içinde, onda ‘kendinde ve kendisi aracılığıyla kavranan şey’ olarak ta­nımlanmaktadır. Kavramı başka bir şeyin kavramına bağlı olmayan, kendisinin dışın­daki bir nedenin sonucu olmayan, dolayısıy­la kendi kendisinin nedeni olan, başka hiç­bir şeye değil de, salt kendisine bağımlı olan bu Varlık, özü varoluşunu içeren söz konusu Varlık Tanrı’dır. Varoluş Tözün özün­den ayrılmaz olduğundan, töze ilişkin tanım zorunlulukla varoluşu içerir. Ona göre, bir ve yalnızca tek bir Töz, sonsuz ve ezeli-­ebedi olan tek bir Töz vardır. Tek Tözün, yani Tanrı’nın özü her tür kusur ve eksiği dışta bıraktığı ve mutlak yetkinliği içerdiği için, O’nun varoluşu, apaçık, mutlak ve ke­sindir.

Tek Töz olan Tanrı, sonsuz ya da sınırsız­dır. Zira sonlu ya da sınırlı olsa, başka bir Töz tarafından sınırlanacaktır. Sonsuz Töz, sonsuz sayıda ananiteliğe sahip olmalıdır, çünkü Spinoza’ya göre, bir şey ne kadar çok anani­teliğe sahip olursa, onun gerçekliği o kadar fazla olacaktır. Sonsuz tanrısal Töz bölüne­mez ve biricik varlıktır.

Sonlu şeyler, deneyimin bir parçası olan maddi varlıklar, ona göre, Tanrı’nın, tek Tözün tezahürleri, modifikasyonlarıdır. Her ne kadar tek Töz sonsuz sayıda ananiteliğe sahip olsa da, sonu zihinler olarak bizler, bunlardan yalnızca iki tanesini bilebiliyoruz. Bu iki ananitelik de, düşünce ve yer kapla­madır. Spinoza’nın, descartesın tözsel ikici­liğinin niteliksel bir ikiciliğe dönüştüğü sisteminde, sonu zihinler, Tanrı’nın düşünce ananiteliği altındaki tezahür ya da modifi­kasyonları, sonu cisimler ise, Tanrı’nın yer kaplama ananiteliği altındaki modifikasyon ya da görünümleridir. Doğa, demek ki, onto­lojik olarak Tanrı’dan ayrı değildir; ayrı olmamasının nedeni ise, Tanrı’nın sonsuz olup, kendisinde tüm gerçekliği içermesidir. Bununla birlikte, Spinoza, Tanrı’dan başla­yan mantıksal tümdengelim sürecinde, son­suz tözden hemen ve doğrudan doğruya sonlu cisim ya da zihinlere geçmez. Bu ikisi arasında sonsuz ve ezeli-ebedi modüsler bu­lunmaktadır.

Buna göre, sonsuz Tözün düşünce ana nite­liği altında mantıksal bakımdan önce gelen hali düşünce ve kavrayış, yer kaplama ana ni­teliği altında, mantıksal bakımdan önce gelen hali ise, hareket ve sükunettir. Bu, Spi­noza için, descartes’ta olduğu gibi, dünyaya hareket aktaran bir Tanrı’nın, bir dış güç ya da nedenin olmadığı anlamına gelir. Tanrı doğaya aşkın değildir, dolayısıyla hareket doğanın kendisinin bir niteliğidir. Hareket ve sükunet yer kaplayan doğanın temel özel­liğidir. Doğadaki toplam hareket, evrendeki toplam enerji miktarı sabit ve değişmezdir. Fiziki evren, hareket halindeki cisimlerin kendine yeter kapalı bir sistemidir.

Başka bir deyişle, Spinoza’nın metafizi­ğine göre, kompleks ya da bileşik cisimler parçacıklardan meydana gelmiştir. Her par­çacık bireysel bir cisim olarak görülebilirse eğer, insanların bedenleri ya da hayvanların vücutları daha yüksek düzeyden bireylerdir. Onlar birtakım öğeler ya da parçacıklar yiti­rir ve bu anlamda değişirler. Spinoza’ya göre, daha da karmaşık olan cisimler tasar­layabiliriz; bu şekilde sonsuzca ilerlemeye devam edecek olursak, bu takdirde parçala­rı, yani tüm cisimleri değişen bir birey ola­rak bütün bir doğaya ulaşırız. Bir bütün ola­rak bu birey, sonlu cisimlerden meydana gelen mekansal sistem olarak Doğadır.

Doğadaki sonu varlıkların özleri varoluş içermez. Onların özleri varoluşu içerseydi, bu takdirde onlar kendi kendilerinin nedeni olurdu. Özleri varoluşu içermeyen bu olum­sal varlıklara Tanrı zorunlu olarak neden olur. Spinoza’ya göre, doğada mutlak bir zo­runluluk olup, buradaki varlıklar öz, varoluş ve eylem bakımından belirlenmişlerdir. Tüm varlıklar, Tanrı’dan zorunlulukla ve belli bir düzen ve şartlanma içinde doğmuşlardır. Öte yandan, doğadaki her nesne başka bir nesnenin, her olay başka bir olayın zorunlu sonu­cudur. Evrende bütün nesneler sonsuz bir bağlantı içinde bulunurlar; burada rastlantıya yer yoktur. Maddi fenomenler yalnızca maddi nedenlerle açıklanabilir. Evrende, Spi­noza’ya göre, rastlantı olmadığı gibi, bir amaç da yoktur. Bu ise, her tür teleolojinin reddedildiği, mekanik bir sistemi ifade eder.

Epistemolojisi: Spinoza bilgi görüşünde, üç tür bilgiden söz etmiştir. Bunlardan birin­cisi, insanın bedeninin başka cisimler tarafın­dan etkilenmesinin sonucu olan duyumsal bilgidir. Bu bilgi duyulardan ya da imgeler­den türetilmiş olan ide ya da fikirlere daya­nır. Bunlar, başka idelerden mantıksal tüm­dengelimle çıkarsanmamış olduğu için, zihin bu idelerden meydana geldiği sürece, pasif ve alıcı durumdadır. Söz konusu duyumsal bilgi düzeyinde, insan başka insanların ve cisimlerin bilgisine sahip olmakla birlikte on­ları bireysel şeyler olarak bilir. Başka bir de­yişle, onların özüne ya da doğasına ilişkin upuygun bir bilgiye, bilimsel bilgiye sahip olamaz.

İkinci bilgi türü (cognitio secundi gene­ris), upuygun fikirlerden meydana gelen bi­limsel bilgidir. Spinoza bilginin bu düzeyine, daha önceki duyu ve imgelem düzeyinden farklı olarak akıl düzeyi adını verir. bilim adamlarında söz konusu olan bu bilgi türün­de, şeylere ilişkin gerçek bir kavrayış için, mantıksal bakımdan gerekli olan ortak ide ya da fikirler gündeme gelir. Bunlar, matematik ve fiziğin ilkelerinin temelini meydana getir­mektedir. Bu ilkelerden mantıksal olarak tü­retilebilen sonuçlar da açık ve seçik fikirlere karşılık geldiği için, gerçekliğe ilişkin siste­matik ve bilimsel bir bilgiyi mümkün kılan bu ortak fikirlerdir. Bu ikinci bilgi türü zo­runlu olarak doğru olup genel önermelerden oluşan tümdengelimsel bir sistem içinde ifade edilir.

Spinoza’ya göre, birinci bilgi türünden bil­ginin ikinci düzeyine geçen kişi, mantıksal bakımdan bağlantısız olan izlenimlerle bula­nık ide ya da fikirlerden, mantıksal olarak bağlantılı olan açık önermelere, upuygun fikirlere geçmiş kişidir. O, duyu algısı ve im­gelemin somutluğu bırakıp matematik ve fi­zikle diğer bilimlerin soyut genelliğe yükselmiş olan biridir. Fakat bu bilgi de Spi­noza’ya göre, en yüksek ve tam bir bilgi de­ğildir. En yüksek bilgi türü onun sezgisel bilgi (scientia intuitiva) adını verdiği üçüncü bilgi türüdür. Burada, Doğanın özsel, ezeli-­ebedi yapısını tanrısal ananiteliklerden man­tıksal olarak türetme, bir büyük sistemin son­suz töze bağımlılığını gösterme, bireysel var­lıkları, yalıtlanmış fenomenler olarak değil de, Tanrı’yla olan ilişkileri içinde değerlen­dirme söz konusu olur.

Etik görüşü: Spinoza, etik anlayışında, in­sanı doğanın ayrılmaz bir parçası olarak de­ğerlendirir. İnsan davranışı, herhangi başka bu doğal fenömen gibi, nedenler, sonuçlar ve matematik aracılığıyla açıklanabilir. İn­sanlar, ona göre, her ne kadar Özgür oldukla­rını düşünseler de, bu tarz bir düşüncede bir yanılsamanın kurbanı olup çıkarlar. Çünkü insan bilgisizlikten dolayı, irade özgürlüğü­ne sahip olduğunu düşürür. Fakat Spinoza, doğanın birliğini savunmuş ve insanın doğa­nın ayrılmaz bir parçası olduğunu öne sür­müştür. Tek Töz, iki temel niteliği çerçeve­sinde, çeşitli görünümler almış, farklı farklı varlıklar haline gelmiştir. İnsan da bu varlıklardan biridir. İnsan, bundan ötürü belirli ne­denler tarafından oluşturulmuştur. Spinoza, insanın tüm eylemlerinin, hem zihinsel hem de fiziksel eylemlerinin daha önceki neden­ler tarafından belirlendiğini söyler. Şu halde, insanda Özgür bir irade bulunduğundan söz edilemez. İnsanların kendilerinin özgür ol­duklarını sanmaları yalnızca yaptıkları işle­rin farkında olmalarından, ancak bu işleri belirleyen nedenleri bilememelerindendir. Bundan dolayı, gerçek özgürlük kendi doğa­mızın zorunluluğunu bilmek, buna ayak uy­durmaktır. Yani, Özgür olma, zorunlulukları bilmektir, zorunlulukların bilincinde olmak­tır. İnsanlar bilmediklerinin tutsağıdırlar, bil­giye ulaşınca özgürleşirler.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder