30 Ekim 2020 Cuma

Neden Felsefe?

Neden Felsefe?

Üzerinde en çok tartışma yürütülen konulardan biri de felsefedir. İnsan soyunun düşün yapısı ve yaşam tarzı üzerinde bıraktığı derin izlerle felsefe, çeşitli çevre ve filozoflarca yüzlerce tanımlama ve izahata tabi tutulmuştur. Tartışmanın soyut temellerle sınırlanması, geniş yığınlarca algılanıp kavranılmasını etkilemiştir. Daha çok entelektüel-akademik çevrelerin manyetik alanında takılıp kalmıştır. Bütün bu nedenlerden dolayı felsefe denince, zihnimizde belirgin bir şekilsel izdüşüm ve formasyon oluşmuyor, pratik-somut yaşamla bağı kurulamıyor. Oysaki felsefeyi yaşamda, yaşamı da felsefeden koparmak mümkün değildir.

Yunanca Philosophia: Bilgelik sevgisi anlamındadır. Kelime kökeni bilgelik sevgisi olan felsefe, günlük yaşam münazaralarında ve ilk çağrışımda, karmakarışık bilgi yığınları, filozoflar, polemiklmer ve maalesef tavuk-yumurta tekerlemesi ironik biçimde kendini gösteriyor. Bu da felsefe gibi ciddi bir konuyu sıradanlaştırmaya yetiyor.

Her çevre, kendi yaşam tarzına, konumuna ve düşün yapısına göre felsefeye anlam yüklüyor. Bunu bir zenginlik olarak kabul edersek, felsefenin karmaşık bilgi yığınları olduğu yargısından sıyrılabiliriz. Felsefe: insanlığın genel sorunlarına cevaplar bulma, kendi varoluşunu anlama arayışı ve bir bütünen insanın kendisini sorgulamasıdır. Başka bir tanımlama da: Felsefe bilimsel verilerin ortaya koyduğu sonuçları buluşturma, analiz etme ve yorumlama çabasıdır. Yine felsefeyi salt bir dünya görüşü olarak tanımlayanların sayısı da az değil. Karl Josfaye, ‘felsefe yapmak yola koyulmak’ diyor. Öyleyse insanlığın düşünsel gelişim aşamalarında yola koyulma gerekliliklerine uyalım.

İnsan soyu ilk arayışını doğada gerçekleştiriyor. İlk sorguladığı, kavga ettiği ve de bağrışmak istediği doğa ve dolayısıyla kendisidir. İnsan olmak yolculuğunun çıkış noktası da bu. Bu orjini çözmeden, yolculuğunu kazasız belasız geliştiremiyor. Önüne çıkan çelişkileri çözdükçe toplumsallaşıyor. Çevresini tanımaya başladıkça, kendini de tanıma, anlamlandırma ihtiyacı hissediyor. Nesneye izah olgusu, nesneyi kullanma ve öznelleşme kapısını aralıyor. Soru ve cevap diyalektiği çıkış noktasından itibaren var. Belki cevaplarda öncelik mitoloji ve dine ait ama bu cevapların için de dahi felsefe, ruşeyn halde doğacağı günlerin evrilmesini yaşıyor. Felsefe özünde dine karşıdır. Fakat ilk gelişim diyalektiği böylesi bir karşıtlığı belirgin kılmıyor. Çünkü henüz doğacak düzeyde bir olgunluğa sahip değil. Ancak mitoloji ve dinin bağrında kendi varlığını oluşturuyor. Yaşamın tamamen mitsel ve dinsel olarak anlamlandırıldığı bir zihniyet yapılanmasında, felsefe ancak mitoloji ve dine sığınmak durumundadır. Bununla birlikte yaşam, mitsel ve dinsel gözlerin odaklanmasında olsa dahi, insan soyu yaşam pratiğini somut gerçekler üzerine inşaa ediyor. Pratik yaşamda, felsefe ve bilimi uygulamak zorunda. Tahripkar bir fırtına, belki fırtına tanrısı Enlil’in öfkesidir ama bu öfkeden de korunmak gerekmektedir. Sadece kurban adamakla öfkeden korunmayacağına göre, somut-mantıklı tedbirler aramak gerekiyor. Pratikteki gerçekliğe rağmen yasadışı olayları dimağında mitoloji ve dine, yani doğaüstü güçlere dayandırıyor. Bilinmezlikler içerisindeki cevap arayışları, yeni nedenler yaratıyor. Her yeni neden, yeni cevapları ve arayışları tetikliyor. İlk rahipler için ilk filozoflar da denilebilir. Rahipler kollektif filozoflardır. Henüz devletleşme yaşanmamışken, rahiplerin saflığı geliştirdikleri felsefeyi de saf kılıyor. Felsefe belki belirgin ve güçlü çıkışını antik-yunanda yapıyor. Ama bu doğum öncesi Sümer şehirleşmelerinde gittikçe mayalandığı ve Babil, Mısır, Girit ve Anadolu’dan, Ege kıyıları ve Yunan yarım adasına doğru süzüldüğü de bir gerçek.

Dine dayalı Sümer rahip sistemi geliştikçe, resmi mitoloji dışındaki bağımsız düşünce eğilimleri bastırılmaya ve denetime alınmaya çalışılıyor. Bağnaz rahipler felsefeyi her ne kadar denetime almak isteseler de,bunda tamamen başarılı oldukları söylenemez. Hatta inanca dayalı öğrenmeyi hakim kılmaya çalışan rahipler , ziguratların tepesinde gözlemledikleri gökyüzü ve doğaya ilişkin yeni buluşlarla, kendi iradeleri dışında kendi kurdukları sistemin zıddında yaşam şansı bulmasına yol açıyorlar. Bilimsel bulgular felsefenin dayanaklarını güçlendiriyor.

Felsefe insanlığın çıkışı ve uygarlığın gelişimiyle ilgili bir durum. O nedenle yaşamın kaynağı da diyebiliriz. Düşünce, duygu ve çelişkilerden çıkış yapıyor. Nasıl bir insan, başlangıçtan beri sanata, dine ve toplumsal kurallara yönelmişse felsefeye de yönelmiştir. Kendi yaşam kaynaklarını anlamlandırmak ve zenginleştirmek istemiştir.

Felsefe gerek toplumsal bilimlerin, gerekse de doğa bilimlerinin gelişiminde önemli bir role sahip. Toplum ve doğanın değişkenliği içerisinde, derinlikli anlaşılabilmesi için, genel bir bakış açısına, dünya görüşüne ihtiyaç var. Felsefenin soyutlama gücü, bilim dünyası için bir klavuz rolündedir. Bilim dallarını bir ailenin çalışan fertleri olarak düşünelim. Felsefeyi de baba yerine koyalım. Aile üyeleri bir iş yaptığında veya yapacakları zaman babalarına danışma zorunluluğu hissediyorlar. Gerek tecrübe, gerekse öngörüsüyle, aile resi çocuklarının işlerini nasıl yapacaklarına ilişkin perspektif ve direktifleri veriyor. Önlerini açıyor ve onların faaliyetleri sonucu açığa çıkan birikimleri sentezliyor. Bu merkezleşmede aile çarkını döndürüyor. Örnek verdiğim aile oldukça ataerkil oldu ama felsefe ve bilim ilişkisini açıklayıcı nitelikte. Bahsettiğimiz aile gerçekliğinde olduğu gibi, toplumlarında önlerini görebilmeleri ve kendilerini anlamlandırabilmeleri için felesfeye ihtiyaçları var. Salt din, salt mitoloji ve bilim bu ihtiyacı karşılamakten yoksundur. Felsefik yönü zayıf toplumların nasıl bir bağnazlığa ve cehalete takılıp kaldıkları gözler önünde. Yine salt bilim ve tekniğin gücüne dayanan -ABD gibi- toplumlar da felsefik yetersizliklerinden dolayı, ciddi bir yabancılaşma ve tatminsizliği yaşıyorlar.

Felsefe, topluma ve bireye hayır diyebilme gücü veriyor. Kurulu düzenleri eleştirme ve yeni düzenleri açığa çıkarmada, genel dünye görüşünün önemli rolü vardır. Filozoflar yaşadıkları çağlarla çelişkililer. Mevcut olanı yadsıyıp, daha anlamlı ve derinlikli bir yaşam arayışlarına sahipler. Yaşam tarzlarıyla, sisteme tabi olmamalarıyla bir anlamda tek bir birey olarak toplumun gelecekteki zihniyet yapısının ve vicdanının temsilcisi olabilmişlerdir. Aklın yasalarını ön planda tutuyorlar. Akıl insanın muhakeme edebilme, kavrama yetisidir. Aklın kendisi felsefeyle güçlenirken, aklın gücünü geliştirenler, filozoflar ve bilim adamları oluyor.

Bazı felsefik akımlar ve temsilcisi filozoflar, sisteme entegre olup, muhalif özellikler taşımayabilirler. Bir papaz Berkeley’in filozofluğu, olsa olsa aklın yasalarına karşı bağnazlığın özgürlüğe karşı kulluğun temsilciliğine soyunmak olur. Neticede her olguda olduğu gibi, felsefede de ilerici düşüncelerle gerici bağnaz düşüncelerin savaşımı vardır., Bununla birlikte felsefe, ileriye doğru evrildikçe dinin ve politik çıkar sistemlerinin kötü etkilerinden kurtuluyor. Felsefe varolanla yetinemez. Kabul ve ret ölçüleri vardır. Değişen yaşam akışkanlığı içerisinde, sürekli bir değişimi sağlamak gibi bir sorumluluğa sahiptir. akIşkanlığından dolayı asla bir kalıp olamaz. Dogmaları yoktur ve sınırları çizilmemiştir. Sonsuzluğu ve doğmasızlığı kendi sınırsızlığı içinde taşıyarak evrensel değerlere yeni değerler katar.

Felsefeyi kılıçla ikiye yarıp, bir yarısını metaryalizm -maddeci-, diğer yarısını idealizm -düşünceci- olarak adlandırmak sığ ve kısır bir yaklaşımdır. Yine materyalizmi kutsayıp doğmalaştırırken, idealizmi tamamen yadsıyıp öcüye dönüştürmek, pek de bilimsel bir yaklaşım değildir. Düşünceci felsefenin de yarattığı bir çok değer var, yine madde mi birincil, ruh mu sorusuyla felsefeyi tavuk-yumurta ikilemine dönüştürmenin de anlamı yoktur. Aristo’yu, Sokrates’i, Deskartes’i, Locke’yi ve daha birçok filozofu, idealist diye suçlayıp felsefe tarihinden silmek vicdansızlık olur. Çünkü az ya da çok her filozof, insanlık tarihine belli katkılar sunmuşlardır. Bugünkü birikim düzeyini de insan soyu onlara borçludur.

Neden felsefe öğrenmeliyiz sorusunun cevabı, felsefe tarihinin de gelişim aşamalarının içinde yalın haliyle bulunuyor. Özgürlük, umut, mutluluk, erdem, acı ve daha pek çok şeyin anlamlarının kavranması ve belli bir düşünce sistematiğine ulaşmak için, felsefe öğrenmek veya felsefeyle ilgilenmek bir zorunluluk. Gerçi Kant ‘Felsefede öğrenilecek tek şey felsefe yapmaktır’ diyor ama felsefe yapmak için de, muhakeme gücünü geliştirmek için de felsefeye ihtiyaç var.

Diyalektik bir düşünme yöntemidir. Diyalektik düşünce ise gerçekçi ve bilimsel düşüncedir. Engels: ‘diyalektik: şeyleri ve kavramları ardarda gelişleri, karşılıklı bağlantıları, karşılıklı aksiyonları ve bunların sonucu olan değişmeleri, yani doğuşları, gelişmeleri ve son bulmaları içinde inceleyen metottur.’ şeklinde tanımlıyor. Diyalektiksel düşünmek için onun yasalarını bilmek gerekir. Bütün şeyler bir birlerine bağlıdır. Herşey dönüşür, nicel birikimler nitel dönüşüme yol açardı. Zıtların birliği ve mücadelesi. Diyalektiğin bu yasaları, toplum ve doğa olaylarını algılama ve kavramada, yine olaylar arasındaki bağıntıları kurmada, Aristocu ak-kara mantığını ve diğer metafizik-batıl düşünüşlerden sıyrılıp bilimsel düşünmeyi sağlama da büyük rol oynar. Kişinin önünü görebilmesini sağlar. Doğru bir felsefik bakış açısı için diyalektik yöntem gerekli. Yine bireyin tarihe bilinçli katılabilmesi için yasadışı çağın çelişkilerini yakalaması gerekiyor. Hangi çağda yaşadığını fark etmedikçe veçağın ruhunu yakalamadıkça,çağdaş olmak söz konusu olamaz.Çağdaş olmanın yolu felsefeyle buluşmaktan geçiyor.Yoksa blue jean giyip popmüzik dinlemekten değil.

Doğru pratik için ,doğru,bir teori ve felsefe gerekli.Gerici zihniyetin ürünü olarak teoriyi küçümseyip, pratiği kutsamak olsa olsa felsefi-bilimsel yetersizliğin bir sonucu olur. Teori birazda insanların sosyolojik yapısında dersini alıyor. Bir köylü felsefeden uzaktır ve teorik konularda kafa yormaz. Atasından, dedesinden öğrendikleriylme ömrünü tüketir. Neticede niçin yaşadığının da pek ayırdında olmadan kendi kişiliği farketmeden, sıradan ve kendiliğinden bir yaşamda varlığını sürdürmeye ve korumaya çalışır.

Sistemin değişeceğine ve değiştireceğimize olan inanç için felsefe gerekli. Salt inanca dayalı, bilimsel gelişme yadsındığında, tekke ve şeyhlerin müritliği gibi, kaderci, sorgulamayan ve de birkaç doymayla yetinen sıradan, kul tiplemesi ortaya çıkıyor. İnanç ve bağlılık gibi manevi değerlerin gücünün insan yaşamı ve pratiği üzerindeki etkisini kimse yadsıyamaz. Ama moral ve manevi değerlerin de sanat, bilim ve felsefeyle buluşarak zenginleşmesi gerekiyor. Ortadoğu insan tipolojisinin sistemlerle özdeşleşmesinde ve birey haline gelememesinde, kul kültürü içerisinde boğulmasının ve inanca dayalı şekillenmesinin büyük rolü var. Kulluk ve müritlik kültürünün kırılması ve de dinsel, milliyetçi fanatizimlerin kökünün kurutulması ancak ve ancak zihinsel aydınlanma ve felsefeyle yoğrulmadan geçiyor.

Felsefeden yoksunluk, doğal olarak doğmalara ihtiyacı doğurur. Doğma ve felsefe çatışma halindeki iki kadim düşman gibidir. Günümüzde dini doğmaların milyonlarca insanı kenetlediğine tanık oluyoruz. Sorun: Anılan şeye inanmakta değil, sorun inanılan şeye, bilerek, tanıyarak ve de aklın yasalarıyla inanmaktan kaynaklanıyor. Onu ne tabulaştırmak ne de doğmalaştırmak inancın gereklerine göre, bir yaşam pratik formasyonlara ulaşmayı başararak hem inanılan şeye kendi cephemizde yeni değerler ketmiş olacağız hem de diyalektik düşünme gücünü kazanmış olacağız.

Her ideolojinin kendi felsefesi vardır ve her felsefe kendine göre filolojiler yaratır. Bu ideolojinin anlaşılıp benimsenmesi için felsefe olmazsa olmaz bir ön koşuldur. Belki ideoloji ve felsefe ilişkisi başlı başına bir konu fakat her iki olgunun da bir birini etkileyen ve geliştiren niteliklerinden dolayı üzerinde vurgu yapılması gereken olgular oluyor. Mesala islamcı bir insan, İslamiyeti özümsemek için İslam felsefesinin derinliklerine inmesi gerekir. Aynı şey sosyalist birey için de gereklidir.

Felsefe denirken,salt kuru ve teorik bilgilenme ve laf ebeliğini kast etmiyorum. Yine ‘hangi filozof ne demiş, hangi felsefik akımlar bulunuyor2 gibi teknik bilgiyi de dile getirmiyorum. Kast edilen diyalektiğin gücüyle ve kanunlarıyla gerçekçi düşünebilme, analizler yapabilme ve felsefik terbiyeyle pratikleşebilmektir.

Kişi ben neyim ve kimim sorularını kendine sorarak kendini tanımaya çalışır. Böylece hem kendisini ve çevresini tanımaya başlar. Bu da başlı başına bir arayıştır. Arayışın kendisi, bireyin kendi olma bilincini geliştirir, kendi kimliğini ve kişilik özelliklerini anlamaya başlar. Nihayetinde kendi kimliğinin bilincine varamayan, kendi potansiyelini keşfedemeyen kısır kalmaktan kurtulamaz. Sorgulama olmadığında, kendisine ve çevresine karşı duyarsız ve sorumsuz bir tipoloji ortaya çıkar. Sorgulama ve arayış, ilgi, duyarlılık ve örgütlenme bilincini, kendi potansiyelini açığı çıkarma gücünü geliştirir. Bu da gelecek ideallerini oluşturma ve bu günde gelecek adına söz söyleme öngörüsünü doğurur.

Felsefesiz insan, günübirlik, gelecek perspektifi olmayan, sıradan ve basit insandır. Manipülasyona en açık tipolojiyi felsefesiz insan oluşturuyor. Medyanın en çok eleştirdiği ve iradelerini yönlendirdiği kesimleri günü birlik yaşayan kişilikler oluşturuyor. Pısırık ve pasifize olmuş. Kabul-ret ölçüleri gelişmemiş ve olabildiğine bireyci-çıkarcı kişiliklerin etik değerlerle haşir neşir olmaları da söz konusu değil. Felsefesizlikleri, kimliksizliklerine ve kişiliksizliklerine yol açıyor.

Sistem felsefeye eğitim kurumlarında ya çok sınırlı ya da hiç vermemeyi tercih ediyor. Bunu kendiliğinden ve tesadüfi bir politika olarak düşünemeyiz. Genç kuşakların felsefeyle buluşması sorgulama gücü kazanmaları ve eleştirel bakış açısı yakalamaları anlamına geldiğinden gençliğin dinamik ve değiştirici gücü, bilinçle buluşturulmamaya ve köreltilmeye çalışılıyor. Bilinçli olarak geliştirilen söylentiler felsefeye saçma sapan anlaşılmaz,ucubucağı belli olmayan karışık bir takım deli filozofların uğraştıkları günlük yaşamla alakası olmayan, deli saçmaları olarak benimsetilmeye çalışılıyor. Formülleştirirsek ‘felsefe eşittir öcü’ şeklinde bir algılanma yaratılmıştır. Çok uzun bir süre Marksist felsefenin yasaklandığı, eleştirel düşüncenin düşünce suçu ilan edildiği bir ülke gerçekliğinde, eğitim kurumları olsa olsa Sümer tapınaklarının mitoloji üretme yerleri gibi beyinlerde doğmaların kurulmasına hizmet eder.

Felsefe Prometehus’un egemenlerden çaldığı ateşin kendisidir ve bu ateşin kendilerini yakmasından korktukları için tanrılan Promethe’yi cezalandırmaya kalkışmışlardır. Felsefe bir aydınlanma eylemidir. Aydınlanma cehaletin karanlığından çıkış yoludur. Genel bir bakış açısı,dünya görüşü olmadan karmaşık olayların içinden çıkmak mümkün değil. Afşar Timuçin, ‘Bir dünya görüşümüz olmazsa gerçek anlamda ilkelerimiz ve kurallarımız da olmazas. Sağlam bir dünya görüşü bizim ancak felsefenin ışığında sağlayabileceğimiz bir değerdir.’ Demekle bu gerçeğe atıfta bulunuyor.

Felsefe, toplumun kendi çelişkilerini kavrama ve çözme arayaşıdır. Çözüm gücü aynı zamanda düşünce gücünün ve ufkun gelişimidir. Böylece toplum ve birey ruhsal zenginleşmeyi yaşıyor. Kimlik yapısının tanımlanmasından tutalım da tarih bilincinin gelişimine ve ahlaki ölçülerin evrensel-çağdaş değerlerle buluşturulmasına kadar geniş bir yelpaze de felsefeye etkileyici ve geliştirici bir rol oynuyor. Eğitimli, kültürlü, ilkeli ve sosyal davranış ölçülerini oluşturmuş ve kendi kökleriyle buluşmuş bir kişilik portresinin, hem boyasını hem de fırçasıdır. Felsefe, psikoloji, insan bilimi ruh yapısı ve davranışlarına felsefe kadar etkide bulunamıyor.

Filozoflardan biri felsefeyi: ‘Ruhun en iyi hekimi’ olarak tanımlıyor. Felsefe bir güçlenme ve kendine güvenme etkinliğidir. Kendini tanıma aynı zamanda güçlenmektir. Kendi zayıf ve güçlü,iyi ve kötü yönlerini, yine karekteristik özelliklerini derinliğine tanımak başlı başına bir güç olayıdır.Tarihsel olarak, Batı’nın Doğu’ya üstünlüğü, Batı’nın güçlü felsefik çıkışlar yapmaya başlamasıyla gerçekleşmiştir. Küçük bir Atina’nın koca Pers impatorluğunu yenilgiye uğratması, yine hocası Aristo’nun birikim ve düşünceleriyle büyüyen Küçük İskender’in Hindistan’a kadar uzanması aklın, felsefenin ve yaratıcılığın oynadığı role birer örnektirler. Sorumluluk bilinci, akılcı düşünce özgürleşme trendi ve kendine güven felsefeyi düşüncenin yaratıcılığında yıkamakla mümkün. Özgürlük eylemini felsefenin dışında arabilir miyiz? Veya doğmaların esiri olan biri nasıl olur da özgür olabilir? Yine felsefesiz bir zihniyet ve vicdan devrimi düşünebilir mi?

Gogol : ‘Doğum halinde olmayan ölüm halindedir’ diyor. Felsefe bir nevi sürekli doğum ve yenilenme halidir. Yenilenmeyen ve düşünmeyen üretici değildir. Üretemeyen de gittikçe tükenen bir pozisyondadır. Çünkü boyut durağanlığı kabul etmiyor. Tıpkı felsefenin kabul etmediği gibi bireyleşmeyen sadece ve sadece yarı feodal ve lümpen bireyciliğin kollarında, son derece doyumsuz ve huzursuz kişilik yapılanması bulunduğu ortamda rahatsız edici tavır davranışlara girmeyi kendine hak görür. Felsefeyle yoğrulup yaşamın derinliklerine inmeden olgun ve seviyeli bir formasyona ulaşılamaz.

Felsefi temeli olmayanlar, davranışlarıyla topluma zarar verdiğinin farkında değildir. Ya geleneksel toplum kalıpları ya da bütün toplumsal değerleri red eden nihilist kendini bilmezlik arasında uçtan uca savrulurlar. Bu durum da başlı başına kendini gerçekleştirememe ve kendini bulamamadır. Yine bireyin doğru ilgi alanlarının oluşması için ütopyası heyecanları ve sevgilerini hangi temellere oturtacağını bilmesi gerekiyor. Bilgenin sevgisi yaşamın özüyken, cahilin sevgisi kara savdadan öteye gitmez. Sonuçta sevgi tanımakla başlar. Hayatı, kendisini ve sevgilerini yönelttiği öznelerine kadar tanırsa o kadar sevme gücüne ulaşır. Bu anlamda felsefe sevmek, yaşadığının farkına varmaktır. Sonuç olarak, her insanın sorumlulukları ve potansiyeli oranında felsefeye ihtiyacı vardır. Özgürleşmek ve kendini gerçekleştirmek felsefenin anlam yoğunluğunda yoğunlaşmaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder