Yunan felsefesinde Parmenides’ten sonra varlık teorisinin en büyük temsilcilerinden biri hiç şüphesiz Platon olmuştur. Platon, iki evrenin olduğu düşüncesinden hareket eder. Biri, içinde yaşadığımız, duyularımızla kavradığımız nesneler evreni, öbürü, düşünsel olan, aklımızla kavradığımız idealar evreni. Duyusal dünya, idealar dünyasının bir kopyası olup varlıktan yoksundur. İdealar dünyası ise, varlığın kendileri, asıl var olanlardır. Örneğin duyularımla algıladığım şu kalem gerçek ve var değildir. Gerçek ve var olan, düşüncemde bulunan kalem ideasıdır. Bu düşünceleri ile Platon ilerde kurulacak bütün gerçekçi anlayışlara bir temel hazırlamış olur, örneğin, Plotinos ve yeni Platonculuk buna bir örnek teşkil eder. Yeni Platonculuğun etkisi yalnız Batı felsefesinde değil, İslâm felsefesinde de görülür. Sözgelişi, Fârâbî, varlığı Tanrı'nın türümleri (emanatio) olan bir akıl teorisi ile temellendirir. Buna göre, Tanrı’nın kendi özünü bilmesinden birinci akıl, bunun Tanrı’yı bilmesinden ikinci akıl doğar ve bu on akla kadar uzanır ve her aklın karşılığı olarak da bir gökyüzü katı meydana gelir.
Aristoteles de ideanın varlığını kabul eder, ama ideaları Platon gibi nesneler dünyasının üstünde, kendi başına, mutlak bir dünya olarak anlamaz da, nesnelerin içinde, nesnelerin özü (form) olarak anlar. Bir nesneyi o nesne yapan, onun özüdür, onun ideası ve formudur. Madde, ideanın dışında formsuz bir yığındır (hyle), ancak ideanın ona form vermesi ile o bir nesne olur. Nesneler dünyası, idea ile form kazanmış bir varlık dünyasıdır.
Hegel de (1770-1831) varlığı idea olarak kabul eder. Hegel’e göre, varlıktan önce ilkin idea vardı. Buna Hegel thesis (tez) durumu der. İdea gerçeklikten yoksun bir imkânlar dünyasıdır, İdea, gerçeklik kazanmak ister ve kendini dışa vurur, dışlaştırır. Bu, anti-thesis (anti-tez) durumudur. İdeanın kendini dışlaştırması ile doğa dünyası meydana gelir. İdea, doğa varlığı olmakla gerçeklik kazanmıştır, ama, özgürlüğünü kaybetmiştir. Gerçeklik kazanmış idea, özgürlüğüne yeniden kavuşmak için kendine geri dönerek ruhî ve tinsel dünyayı meydana getirir. Bu da synthesis (sentez) durumudur. Hegel’in uyguladığı bu yönteme dialektik denir ve bu üçlü adım anlamına gelir.
Ek Bilgi:
İdealizm,
felsefede, en geniş anlamıyla, dinsel güçlerin evrendeki tüm süreçleri ya da
olup bitenleri belirlediğini savunan tüm felsefe öğretilerini içerecek biçimde
kullanılan terim.Var olan her şeyi “düşünce”ye bağlayıp ondan türeten; düşünce
dışında nesnel bir gerçekliğin var olmadığını, başka bir deyişle düşünceden
bağımsız bir varlığın ya da maddî gerçekliğin bulunmadığını dile getiren
felsefe akımını niteler.
İdealizm, varlığın düşünceden bağımsız olarak var olduğunu kabul eden “gerçekçilik”, “maddecilik” ve “doğalcılık” felsefe anlayışlarının tam karşı kutbunda yer almaktadır.
Felsefede İdealizm, dünyanın temellendirilmesinde en önemli görevin, bilince ya da maddi olmayan zihne yönelik bir gerçeklik kuramı geliştirmek olduğu düşüncesi üstüne kurulmuştur. İdealizm anlayışının temelleri önce Platon’un “Idealar Dünyası Kuramı” yla atılmış olmakla birlikte, daha sonra çeşitli filozoflarca sunulan izahlarla güçlendirilmiştir.
Metafizikte idealizm, bütün fiziksel nesnelerin bütünüyle zihne bağımlı olduğu, onların bilincinde olan bir zihin olmaksızın metafizik anlamda hiçbir varlıkları olmadığı anlayışına karşılık gelmektedir. Bir başka deyişle, metafizik idealizme göre gerçeklik her durumda zihne bağımlı olduğu için gerçekliğin gerçek bilgisi ancak tinsel bir bilinç kaynağına başvurularak elde edilebilirdir. Buna karşı, idealizm ile taban tabana zıt bir konuma yerleştirilip temellendirilen Maddecilik, zihnin ya da bilincin bütünler halinde fiziksel öğeler ile süreçlere indirgenebileceğini savunmaktadır.
İdealistler; doğadaki şeyleri ya da nesneleri, her şeyin özünü oluşturan tek bir gücün ya da enerjinin geçici görünümleri olarak görür; varlığın tüm görünüşlerinde tek bir anlamın yattığını düşünür; varoluşu tek bir birlik olarak algılar; aklın sağladıklarının dışında gerçekliğe ulaşmanın olanaksız olduğunu öne sürer; gerçekliği “idea”olarak belirleyip maddeyi bunun bir yansıması sayar.
Felsefi anlamda idealizm dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin, ruhun, ya da daha doğrusu, fiziksel dünya var olmadan önce var olan İdeanın bir yansıması olduğu görüşünden hareket eder. Duyularımızla bildiğimiz maddi şeyler, kusursuz İdeanın kusurlu kopyalarıdır. Antik dönemde bu felsefenin en tutarlı savunucusu Platon’du. Ancak idealizmin başlangıcı M.Ö. 6.yüzyıl a, ilkçağ Yunan felsefesinde Ksenophanes’e değin uzanır. Ksenophanes , çok olanı Bir’e indirgemiş ve bu Bir’i “tüm düşünme” olarak belirlemiştir. Ksenophanes’in öğretisi günümüzde metafıziğin kurucusu olarak gösterilen öğrencisi Parmenides ‘in kurduğu Elea Okulu eliyle daha bir gelişim göstermiştir: “Varlık, değişmez ve birdir; özne ve nesne bir ve aynıdır.”
Platon’a göre “gerçek varlık idea, ‘düşünce varlığı’dır.” Platon “düşünülür dünya” (idealar dünyası) ile “duyulur dünya” (görüngüler dünyası) ayrımına gitmiş; duyulur dünyayı gölgelerden ibaret bir görünüşler dünyası olarak betimlerken, düşünülür dünyayı değişmez gerçeklikler diye gördüğü idealardan oluşan gerçek dünya olarak ilan etmiştir.
Aynı fikir Kant’tan önce İrlandalı rahip ve filozof George Berkeley ve klasik İngiliz ampiristlerinin en sonuncusu David Hume tarafından ileri sürülmüştü. Temelde şöyle özetlenebilir: “Dünyayı duyumlarım aracılığıyla yorumlarım. Bu nedenle, var olduğunu bildiğim tek şey duyu izlenimlerimdir. Örneğin bu elmanın var olduğunu söyleyebilir miyim? Hayır. Tüm söyleyebileceğim, onu gördüğüm, hissettiğim, kokladığım, tattığımdır. Bu bakımdan, gerçekte bir maddi dünyanın var olduğunu hiçbir surette söyleyemem.” Öznel idealizmin mantığına göre, eğer gözlerimi kaparsam dünya var olmaktan çıkar. Her ne kadar Berkeley idealist düşünceye önemli katkılarda bulunduysa da, idealist düşünce asıl gelişimini Kant ‘la birlikte göstermiştir.
Kendi felsefesini “madde tanımazcılık” diye adlandıran Berkeley ‘e göre ise; iki tür gerçek varlık -tinler (zihinler) ve idealar- söz konusudur; fiziksel nesneler ise duyusal ideaların toplamıdırlar. Dolayısıyla, Berkeley’e göre, bir elmayı algıladığımızı söylediğimizde doğrudan farkına vardığımız duyusal görünüşlerin bir toplamıdır. Bundan dolayı sınırlı bir zihin tarafından algılanmayan şeyler yokturlar; şeyler zihnimize sınırlı zihin tarafindan algılandıklarında ulaşırlar: “var olmak algılanmış olmaktır.” Berkeley şeyleri, onlara atfettiğimiz niteliklere ilişkin duyu deneyimimizden soyutlayarak kavrayamayacağı düşüncesinden hareket ederek, fiziksel nesnelerin varoluşunun algılanmak olduğunu, fiziksel nesnelerin yalnızca idealar olarak var olduklarını ileri sürer. Berkeley ‘in fiziksel şeylerin, onları algılayan kimse olmadığında da var gözükmeleri sorusuna yanıtı, onların Tanrı’ın hafızasında var olduklarıdır. Düşüncemizde şeylerin varlığını yaratan yegane güç Tanrı’dır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder