1. Rönesans felsefesi, içinde geliştiği kültür ortamının tümü gibi, daha
oturmamış, bir arama, araştırma atılımı içinde bulunan bir felsefedir. 17.
yüzyıl felsefesi ise Rönesans’ın sağladığı birikimi derleyip toparlayarak,
bundan birliği, bütünlüğü olan bir düşünce bağlantısı geliştirecektir.
2. Antik felsefeyi kendisine örnek olarak alan, onun birçok ‘bakımdan bir
yansısı olan Rönesans felsefesi çok renkli bir düşünce tablosu oluşturmuştu.
17. yüzyıl felsefesi ise ele aldığı sorunlar ile bunların işlenişinde
aşağı-yukarı birleşmeler olan az çok bir örnek bir düşünce yapısıdır. Ona bu
bağdaşıklığı kazandıran da, bilgi örneğini matematik fizikte bulmuş olmasıdır.
Renaissance’ın en özgün, en büyük başarısı olan matematik, fizik, matematik
kavramlarla doğayı doğru olarak kavrayabileceğimizi göstermişti; dolayısıyla
akıl ile doğa arasında bir uygunluğun olduğunu ortaya koymuştu. Öyleyse bu
yöntemi varlığın öteki alanlarına da uygulamalı, denmiştir. Doğanın birliği ve
matematik yapılı olduğu savları, matematik fiziğin başlıca düşünceleridir. Doğa
matematik yapılı olduğuna göre, nesnelerin ölçülebilir olan niceliksel
yönleri asıl gerçekleridir. Bundan dolayı bilgide nesnelerin ölçülebilen
yönleri ile bunların arasındaki ilişkiler bulunmalı ve bu temel öğelerden nesne
yeniden kurulumu, Açık. seçik, dolayısıyla doğru olan bilgilere böyle varılır
(Galilei).
17. Yüzyıl felsefesinin başlatıcısı Descartes ’tır (1596-1650). Bu felsefenin sorunlarını
ilkin o ortaya koymuş, çözümlerini ilkin o denemiştir. Kendisinden sonra
gelenler, aynı sorunlar üzerine eğilecek, aynı çözüm denemeleri doğrultusunda
çalışacaklardır. Bu bakımdan 17. yüzyıl felsefesi bir Descartesçılıktır.
Descartes, yaratıcı bir matematikçidir de: aritmetiğin yöntemini geometriye
uygulamakla analitik geometrinin kurucusu olmuştur. Descartes’a göre, felsefe
‘bir doğru bilgiler bağlantısı olacaksa, analitik geometri ile matematik
fiziğin yöntemini kullanmalıdır.
Felsefenin kendisinden önce ortaya koyduklarını güvenilir bulmayıp,
matematik bilgi örneğine göre felsefede köklü bir düzeltim yapmak düşüncesiyle
yola çıkan Descartes, yeni bilgi yapısını üzerine oturtmak için aradığı
sağlam temeli “Düşünüyorum, öyle ise varım” önermesinde bulur. Buraya
varmak için de uzun bir kuşku yolundan geçer. Ancak, bulduğu dayanak öylesine
sağlam, öylesine apaçık ki, bundan önce kuşkusunun ortadan kaldırdığı bütün
varlık çeşitleri (kendisi, Tanrı, çevresi, öteki insanlar), yeniden gerçeklik
kazanırlar ve güvenilir olurlar. Gerçekliği bütün alanlarıyla yeniden kurma
işinde Tanrı kavramı bir kaldıraç gibidir: Bilince bakınca, burada Tanrı
kavramının bulunmakta olduğunu görürüz diyor Descartes.
Tanrıya en gerçek varlık dediğimize göre, yokluk ile bağdaşamaz Tanrı; onun
yok olduğunu düşünmek çelişki olurdu. Tanrı en yetkin varlık da olduğu için,
beni aldatmaz, dolayısıyla cisimler dünyasının var olduğuna da, belleğimizin
bizi yanıltmadığına da inanabiliriz.
Tanrı kavramı gibi bilincimizde hazır bulduğumuz düşüncelere “doğuştan düşünceler” der. Bunlar açık ve seçiktirler,
onun için bilgi değerleri yüksektir. Buna karşılık bilincimize dışarıdan gelen
ya da hayal gücümüzün oluşturduğu düşünceler bulanık ve karışıktırlar; bunların
bilgi değerleri de düşüktür.
Yöntem - bilgi konusunda Descartes felsefesinin başlattığı tartışmada Pascal (1623- 1662) ile Bayle (1647-1706)
Descartes’ın evrensel diye önerdiği yöntemin her konuyu aydınlatamayacağını,
insan için “Tanrı nedir? İnsan yaşamının anlamı nedir?” gibi çok önemli
soruların yanıtlarının ancak gönlün bir ışığı ile bulunabileceğini ileri
sürmüşlerdir.
Descartes’ın az etkisinde kalan, tutarlı bir doğruculuğu savunan Thomas Hobbes (1588- 1679)a göre her çeşit bilginin kaynağı deneydir; bilginin amacı da, insanın —doğa ve kültür— çevresine egemen olmasıdır. Felsefede yapılacak şey, olaylar, hep asıl gerçekler olan “nedenler”e bağlamaktır. Tek gerçek olan cisimler dünyasında dayanakları olmayan bütün tasarımlar birer kuruntudur; “özgürlük”, “maddi olmayan ruh” gibi. Olayları matematiğin yöntemiyle ele alırsak, bu gibi kuruntulardan kurtuluruz; o zaman işin içine duygular karışmaz. Bu son anlayışta Descartes’ın etkisi açık olarak görülüyor.
Descartes’ın az etkisinde kalan, tutarlı bir doğruculuğu savunan Thomas Hobbes (1588- 1679)a göre her çeşit bilginin kaynağı deneydir; bilginin amacı da, insanın —doğa ve kültür— çevresine egemen olmasıdır. Felsefede yapılacak şey, olaylar, hep asıl gerçekler olan “nedenler”e bağlamaktır. Tek gerçek olan cisimler dünyasında dayanakları olmayan bütün tasarımlar birer kuruntudur; “özgürlük”, “maddi olmayan ruh” gibi. Olayları matematiğin yöntemiyle ele alırsak, bu gibi kuruntulardan kurtuluruz; o zaman işin içine duygular karışmaz. Bu son anlayışta Descartes’ın etkisi açık olarak görülüyor.
Asıl Spinoza (1632 - 1677) Descartes’ın yöntem anlayışının çok etkisinde kalmıştır. Bunu daha işe başlayışında görebiliriz: Spinoza —Descartes’ın “Düşünüyorum öyle ise varım” önermesi gibi— tek bir bilgiyi, Tanrı bilgisini öğretisinde çıkış noktası olarak alır ve —yine Descartes gibi— geri kalan bütün bilgileri tümdengelimli bir yol olan geometrik yöntem ile bu temelden türetir: tıpkı uzaydan geometrinin şekillerini türetir gibi.
Leibniz (1646-1716) de yöntem ve bilgi anlayışında —ana
tutumu bakımından— Descartes’ın izinde sayılabilir. Çünkü ona göre de, doğru
bilgiye vardırmada matematiğin yöntemi tek güvenilecek yöntemdir. Matematikte
olduğu gibi, felsefede de kavramlarla hesap işlemleri yaptığımız gün,
felsefedeki tüm ayrılıklar ortadan kalkacaktır. Leibniz de Descartes’ın tüm
sistemini taşıyan “Düşünüyorum, öyle ise varım” önermesi türünden temel
doğruları, ilk doğruları arar: Öteki doğruları temellendirmek ve yenilerini
bulmak için Leibniz için de önsel bilgiler vardır ve aklın bu doğruları
zorunludurlar, karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Olgunun doğruları ise
ancak tesadüfidirler. Bir özelliği uzlaştırıcılık olan Leibniz felsefesi deney
bilgisini değersiz saymaz; ama temelde usçudur, akıldan kaynaklanan bilgilerin
yüksek değeri vardır.
17. yüzyıl felsefesinin yöntem - bilgi yanında üzerinde durduğu bir konu
da, varlık sorunudur ve sorunun ağırlık merkezi töz kavramında toplanmıştır.
Sorunu bu kavramla başlatan yine Descartes olmuştur. Ona göre birbirinden
özce, yapıca ayrı olan biri sonsuz (Tanrı), ikisi sonlu (ruh ve cisim) üç töz
vardır. Ruh’un öz-niteliği düşünme, cismin ise yer kaplama, uzamdır. Bu iki
nitelik de birbiriyle uzlaşamaz, bağdaşamazlar. Cismin temel niteliğinin uzam
olması, doğa anlayışı Descartes’ı tam mekanist bir fiziğe vardırmıştır: asıl
gerçek hareketlerdir. Hareket bir yer değiştirmedir, bu da cisimlerin
birbirlerine doğrudan doğruya çarpmaları ve basınçlarıyla olur. Bu fizikte
“doğa” hareket yasalarına göre işleyen bir makineden başka bir şey değildir ve
canlı da bu makinenin içinde yer alan bir otomattır. Ancak ruhsal olaylarda
özce maddeden başka bir tözün görünüşleriyle karşılaşırız. İnsanın maddi yönü
olan bedeni ile ruhu birbirleriyle nasıl ilişki kurabiliyorlar? Descartes bu
ilişkiyi bir birlikte çalışma; bir karşılıklı etkileşme diye açıklıyorsa da, bu
çözüm bu iki bağdaşamazın birarada bulunabilmesi anlamak için inandırıcı
olamıyor ve kendisinden sonraya bir sorun olarak kalıyor.
Varlık sorununun Descartes’tan sonraki gelişmesinde başlıca görüşler: Çok
tutarlı bir materyalist olan Hobbes’a göre, töz olan her şey ancak maddi
olabilir. Ruh diye bir töz yoktur; ruhsal olaylar ne denli gerçek olurlarsa
olsunlar, yine de dayanakları maddidir.
Aranedenciler (Occasionalist) denilen düşünürlerin başlıca kaygısı da,
Descartes’ın inandırıcı olarak çözemediği beden - ruh ilişkisi sorunu olmuştur.
Onlara göre bu ilişkiyi kuran Tanrıdır; gerçek neden odur. İnsandaki ruhtan
bedene ulaşan bir istenç ya da bedenden ruha iletilen bir uyarım, bunların
ikisi de bu ilişkinin kurulmasında ancak birer ara-nedendirler. Bu çığır
sonunda Tanrıyı evrende bütün olup - bitenlerin tek nedeni yapmıştır, yalnız
beden ile ruh arasında değil, tüm varolanlar arasındaki ilişkiyi kuran
Tanrıdır.
Spinoza töz anlayışında tekçi: Tek töz vardır; buna da Spinoza Tanrı der; doğa da der. Bütün var olanlar Tanrının özünden matematiksel - mantıksal bir zorunlulukla türemişlerdir; dolayısıyla Tanrı ile yapıtı özdeştirler (tüm tanrıcılık) Töz (Tanrı) kendisini birtakım öz nitelikleriyle, birtakım gerçekleşme doğrultularıyla açar, gösterir. Bunlardan insana ancak cisim ile ruh, tözün bu iki gelişme yönü açıktır. Birbirinden yapıca yrı ayrı olan bu iki öznitelikleri içinde sayısız olaylar vardır ve bunlar birbirlerine zorunlu bağlarla bağlıdırlar. Bu anlayışı ile de Spinoza, içinde erekselliğin, istenç özgürlüğünün bulunmadığı mekanist; bir dünya görüşüne varmıştır. Bu görüşte evren, sıkı bir matematiksel - mantıksal bağlılıklar dizgesidir. Beden - ruh ilişkisini Spinoza, bunların koşut çalıştıkları savıyla açıklamayı denemiştir: Bu iki öz nitelikte olup - biten şeyler aslında tek bir tözde geçtikleri için, burada birbirine bağlanırlar, aralarındaki ayrılık burada ortadan kalkar.
Spinoza töz anlayışında tekçi: Tek töz vardır; buna da Spinoza Tanrı der; doğa da der. Bütün var olanlar Tanrının özünden matematiksel - mantıksal bir zorunlulukla türemişlerdir; dolayısıyla Tanrı ile yapıtı özdeştirler (tüm tanrıcılık) Töz (Tanrı) kendisini birtakım öz nitelikleriyle, birtakım gerçekleşme doğrultularıyla açar, gösterir. Bunlardan insana ancak cisim ile ruh, tözün bu iki gelişme yönü açıktır. Birbirinden yapıca yrı ayrı olan bu iki öznitelikleri içinde sayısız olaylar vardır ve bunlar birbirlerine zorunlu bağlarla bağlıdırlar. Bu anlayışı ile de Spinoza, içinde erekselliğin, istenç özgürlüğünün bulunmadığı mekanist; bir dünya görüşüne varmıştır. Bu görüşte evren, sıkı bir matematiksel - mantıksal bağlılıklar dizgesidir. Beden - ruh ilişkisini Spinoza, bunların koşut çalıştıkları savıyla açıklamayı denemiştir: Bu iki öz nitelikte olup - biten şeyler aslında tek bir tözde geçtikleri için, burada birbirine bağlanırlar, aralarındaki ayrılık burada ortadan kalkar.
Leibniz, sayıca bir sonsuz çokluk olan töze monad adını verir.
Monadlar, bu kendi içlerine kapalı. “birlikler”, tinsel niteliktedirler;
kendilerinde tasarım yeteneği bulunan etkin “güç merkezleri”dir. Bütün monadlar
aynı bir konuyu, evrenin tümünü tasarımladıkları için, bir bağlantı içinde
birleşmiş, kendi başlarına olmaktan çıkmış olurlar. Ancak, her monadın tasarımı
açıklık ve seçiklik bakımından başka türlü olduğundan, kendisi de öteki bütün
monadlardan başka olur. Bundan dolayı bu dünya da birbirine tıpatıp eşit olan
iki şey yoktur. Monadlar tasarımlarındaki açıklığa, belirginliğe göre
aralarında sıralanırlar: En yukarıda her an evrenin tümünü açık olarak
tasarımlayan Tanrı, en aşağıda da tasarım bilincinden yoksun madde vardır. Geri
kalan varlıklar bu ikisi arasında dizilirler. Etkinlik de tasarım aydınlığı ile
orantılıdır; tasarımı en aydınlık olan Tanrı, dolayısıyla en etkin varlıktır.
“Birbirlerine açılmış pencereleri olmayan”, bu yüzden birbirlerine etkide
bulunamayan monadlar arasındaki ilişkiyi, Tanrının bir düzeni olan “önceden
kurulmuş uyum” Sağlar. Beden ile ruh ilişkisi de bu uyum içinde gerçekleşir.
Beden ile ruh baştan birbirine koşut olarak kurulmuş iki saat gibi işlerler.
Böyle bir metafizikten Leibniz organik nitelikte bir fizik geliştirmiştir.
Kendi deyişiyle: “Doğa, içi balıklarla dolu bir havuz gibidir.” Gidişi hiç
kopmayan bir süreklilik olan doğadaki zorunlu mekanik bağlantı, Tanrının ereği
emrinde bir araçtır. Oysa Galilei ile Descartes, doğayı içinde hiç ereksellik
bulunmayan zorunlu bir mekanizma diye anlamışlardı.
Descartes felsefesinin ağırlık merkezi bilgi, varlık gibi kuramsal sorunlar
üzerinde toplanmıştır. Ahlak, devlet, din vb. eylemle ilgili (pratik) sorunları
Descartes, kuramsal sorunları gibi sistemli olarak işlememiştir. Örneğin ahlâk
konusundaki düşüncelerini mektuplarından öğreniyoruz. Bu düşünceler Stoa
ahlâkının izinde yürürler; onun gibi usçudurlar. Erdem, Descartes’a göre, ruhun
bedeni yenmesidir. Bunun için de gerçekten değerli olanı açık ve seçik
olabilmek ve bunu iyice istemek de gerekir. Kötü, istencin duygulanımlara,
başka bir deyişle maddi yönümüze kölece bağlanmasın ileri gelir. (Nitekim
yanılma da duyuların getirdiklerini istencin körü körüne doğru
saymasından doğar). Öyle ise, gerek kötüden, gerekse yanılmadan ancak aklın
açık ve seçik tasarımlarıyla kurtulunabilir; “doğru” ya olduğu gibi, “iyi”ye de
aklın bilgisi vardırabilir. Böylece Descartes için ahlâkın da temeli, sistemin
çıkış - noktası olan “düşünme” oluyor.
Descartes’daki durumun tam tersine olarak, Hobbes’un felsefesinin baş
konusu devlet öğretisidir, bu eylemle ilgili olan (pratik) sorundur.
Hobbes, felsefesinin doğalcı materyalist tutumuna uygun olarak devleti
yapma bir cisim sayar. Çünkü, ona göre gerçek olan, doğal olan ancak bireydir.
Devlet sonradan oluşturulmuş yapma bir kurumdur. Hobbes, devletin (toplumun)
kuruluşunu, bu sorunu, belli bir insan anlayışına dayanarak ele alır: İnsan
bencil bir yaratıktır: varlığını sürdürme ve geliştirme isteği onun temel
güdüsüdür. Bu yüzden de insan dünya nimetleri hep kendisinin olsun ister. Ama
bunu herkes istediği için, “herkesin herkesle savaşı” durumu meydana gelir, bu
durumda “insan insanın kurdudur”.
Bu “doğal hal”dir. İşte, insanın var olmayı ve gelişmeyi isteyen temel
güdüsüne aykırı olan bu duruma bir son vermek; yani genel güvenliği sağlamak kaygısıyla,
kendi başına “güç kullanma hakkı”nı herkes bir otoriteye aktarır: devlet de
böylece kurulmuş olur. Bu da “yurttaşlık hali”dir. Hobbes, hukuk ve ahlak
kavramlarını böylece kurulan devletten türetir: Devletin kuruluş nedeni olan
genel güvenliğe yarayan şey “iyi” “haklı”; yaramayan ise “kötü” ve “haksız”dır.
Dolayısıyla ahlak ile hukuk devlet yüzünden var olmuşlardır. Din de belli bir
anlamı ancak devlet çerçevesinde kazanır: Yalnız devletin yasal saydığı inanç
doğrudur. Devletin ödevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi (genel güvenliği
sağlaması) için otoritesi eksiksiz ve koşulsuz olacaktır. “Devlet bir dev gibi
olmalıdır” diyen Hobbes devlet konusunu işleyen bir yapıtına, Tevrat’ta geçen
bir devin adını, ‘Leviathan” adını vermiştir.
Spinoza’nın ahlâk öğretisi de, Hobbes’unki gibi, “kendimizi
‘koruma” içgüdüsünü çıkış noktası olarak alır. İnsanın duygu yaşamını doğalcı -
mekanikçi bir anlayışla çözümleyen Spinoza. temel duygu olarak “kendimizi
koruma ve geliştirme” duygusunu bulur. Geri kalan bütün duygular bundan
çıkarlar. Ahlâkın da temeli bu
içgüdüdür, bu duygudur: “İyi” kendimizi koruma ve geliştirme duygusuna uygun
olan, “kötü” bu duyguya aykırı olan şeydir. Bağımsız olan, kendinden iyi ya da
kötü diye bir şey yoktur.
Spinoza’ya göre, vücut —beden— güçlü olursa gelişir. Ruhun gelişmesi ise
düşünme bakımından yetkin olmasına bağlıdır. :Başka bir deyişle: Erdemli ruh,
yetkin olan, yani açık ve seçik düşünebilen ruhtur. Açık ve seçik düşünebilme,
neyin elde edil meye değer olduğunu gösteren bilgiyi sağlar.
Descartes’ta olduğu gibi Spinoza’da da “etkin” olmak ile “erdemli” olmak
arasında sıkı bir ilgi var: Duygulanımlara, tutkulara kendini kaptırmış bir ruh
edilgindir; bulanık ve karışık bir durumdadır, sürüklenmektedir; dolayısıyla
erdemsizdir. Açık ve seçik bilgiler ise ruhu etkin de, mutlu da kılarlar, özgür
de yaparlar; Özgürlük, kendimizi kendimizin belirlemesi olduğuna göre, bu da
etkinlik durumunda ve bunu sağlayan düşünce ile, gerçek bilgi ile gerçekleşir.
Bundan dolayı insanın ahlak bakımından ödevi, tutkuları düşünce ile yenmektir.
İnsanı erdemli yapan, güçlü kılan, özgür eden o gerçek bilgi de, Spinoza için,
Tanrı bilgisidir. Bu bilgiye ulaşmış kimse, yalnız Tanrıya bağlanıp onu
sevecek, geri kalanları gelip - geçici görünüşler sayacaktır. Tanrıyı birtakım
hesaplarla, korkularla değil, körü körüne değil, bilerek, akıl ile sevmek,
erdemin doruğudur. Çünkü insanın kendisini geliştirmesi bir doğa yasasıdır. Bu
çeşit Tanrı sevgisinde insan tam yetkinliğine ulaşmıştır; böylece de özündeki
doğa yasası en yüksek aşamasında gerçekleşmiştir.
Devletin kuruluş nedenini Spinoza, Hobbes’unkine benzeyen bir yaklaşım ile
açıklar: İnsanlar tek başlarına, dağınık yaşarlarken, “kendilerini koruma ve
geliştirme” isteklerinin, bu temel güdülerinin tehlikelerine karşılaştığını
gördüklerinden, aralarında güven ve esenliği sağlamak için anlaşarak,
sözleşerek devleti kurmuşlardır. “Yapma” bir kurum olan devletin değeri,
kuruluş ereğine uygun olup olmamasıyla ölçülür. Devletin görevi, bireylerin hak
ve güç alanlarını, bunların birbirlerini tedirgin etmeyecekleri gibi
düzenlemektedir. Bu da en iyi demokraside olur. Bu son düşüncelerinde Hobbes’un
karşısında yer alan Spinoza, devlet barışı sağlamak için kurulmuştur diye
insanı bir köle durumuna getirmemelidir; tersine, insanın hem bedenini hem de
ruhsal yetilerini geliştirebileceği özgür bir ortam oluşturmalıdır, der.
Gününde “hoşgörürlük” düşüncesi için savaşanlardan biri olan Spinoza Yeniçağ
liberalizminin öncülerindendir.
Leibniz’in de ahlâk öğretisi usçu. Ahlâk bakımından doğru olan
ile doğru olmayanın ölçüsü, ona göre de, doğru ve yanlış bilgisidir.
Tasarımları bulanık ve karışık olan monad edilgin durumdadır; içgüdülerin
kölesidir, özgür değildir. Açık ve seçik bilgileri olan monad ise etkindir, onu
güden istençtir; bu durumunda bu monad kendi kendisini belirliyordur,
dolayısıyla özgürdür, Ahlakın ereği, ruhun olgunlaşmasıdır, aydınlanmasıdır.
Bir ruh açık- seçik bilgilerle ne kadar aydınlığa kavuşmuşsa, başkalarının
iyiliğini de o kadar sevgi ile benimser. Çünkü bu aydınlık ona öteki insanların
tasarımlarını iyice kavratır; onlarla birlikte, “Önceden kurulmuş uyum”
ilkesine göre, içinde yer almış olduğu bağlantıyı öğretir. Bu öğrenme ne kadar
aydınlık ise, monadın bencilliği o kadar azalır; başkalarının iyiliğini
istemesi, başkalarına sevgi duyması da o kadar çoğalır.
Leibniz’in hukuk öğretisi de bu ahlâk anlayışının içinde yer alır. Hukuk
yalnız insanların dış ilişkilerini düzenleyen bir kurum değildir. Hukukun
kökleri ahlâktadır, ahlâksal sevgidedir. Bu sevgi yüzünden insan başkalarının
mutluluğunu kendi öz mutluluğu gibi duyar; bu duygu ile başkalarının haklarına
el uzatmaz, bunları -çiğnemez. Böyle bir sevgiye de yol gösteren bilgeliktir,
eylemlere aklı kılavuz yapmaktır.
Din felsefesinde Leibniz’in dünya görüşü en derli toplu anlatımına
varmıştır. Leibniz de “akıl dini” ve “pozitif din” ayrımını yapar. Usçu
Leibniz’e göre elbette akıl dini değerce yüksek olanıdır, asıl dindir. Tarihsel
olan pozitif dinin dogmaları akıl dinine rastgele eklenmiş olan şeylerdir. Bu
yüzden bu dinin örneğin türlü ibadet biçimleri zorunlu değildirler. Oysa akıl
dininin inançları “aklın doğruları” içinde yer alırlar, zorunludurlar,
karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Leibniz’e göre dinde esas olan yalnız
Tanrı bilgisi ve sevgisidir.
Leibniz’in Tanrısı monadların sıra düzeninin en üstünde bulunan,
dolayısıyla en bilgili, en etkin, en güçlü olan, bütün. evrenin “merkezi
monadı”dır, Böyle bir Tanrı anlayışı karşısında: “Bu yetkin Tanrı ile onun bir
yaratısı olan şu evrendeki bozukluk, çürümüşlük, suçluluk vb. nasıl
uzlaşabilir? Böylesine güçlü bir Tanrı neden bütün bunların içinde bulunmadığı
yetkin bir dünya yaratmamıştır” diye sorulabilir. Nitekim daha önce Bayle bu
çelişkiye dikkati çekmişti; Leibniz ona karşı, sözü geçen çelişkiyi gidermek,
Tanrıyı haklı çıkarmak için yazdığı bir yapıtında, özetle, şöyle
düşünür: Eksik olan tek tek monadlara değil de, Tanrının yansısı olan
evrenin tümüne bakarsak, bu bütünün yetkisi olduğunu görürüz. Monadların suç ve
günahla yüklü olmaları, acı çekmeleri hep eksik olmalarından, yetkin
olmayışlarındadır. Bu da da aklın doğruları içinde yer alan “metafizik
eksiklik” yüzündendir: Yetkin olmayış evren kavramında zorunlulukla bulunan bir
ögedir. İçinde sonlu varlıkların bulunmayacağı bir dünya düşünülemez.
Dolayısıyla Tanrı bir evren yaratacaktıysa, bunun sordu, eksik varlıklardan
oluşması bir zorunluluktu. Öyle ise, Tanrı evreni yaratırken büsbütün özgür
değildi, aklının kurallarına bağlıydı. Ama Tanrı yine de olabilecek en iyi
dünyayı yaratmıştır. Kısaca: Tanrı “iyi”yi istemiştir, ama dünyanın böyle eksik
ve bozuk olması mantıksal bir zorunluluktu. Tanrıda da akıl istençten daha ağır
basmıştır.
Felsefenin Evrimi-Macit GÖKBERK-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979
Ek Bilgi:
Ek Bilgi:
Rönesansın
birikimlerini değerlendiren ve sistemler kuran bir yüzyıldır.
Rönesansta kuşku öne çıkarken 17.yy.da akıl öne çıkar.Kesin ve güvenilir bilgi türü olarak matematik seçilmiştir.ancak fizikten kopmak, metafiziğe yönelmek anlamına gelmez.
Rönesansta kuşku öne çıkarken 17.yy.da akıl öne çıkar.Kesin ve güvenilir bilgi türü olarak matematik seçilmiştir.ancak fizikten kopmak, metafiziğe yönelmek anlamına gelmez.
GENEL ÖZELLİKLERİ
•Doğa ölçülebilir sayılabilir cinsen birşey olarak kabul edilir. Doğa hakkındaki hakkındaki güvenilir bilgiye ölçme ve saynalarla ulaşılabilir.Yani fiziğin bilhgisine matematik metod uygulanır.
•Tanrı ,doğa ile akla aynı ilkeleri vermiştir.Bu nedenle doğa ile akıl , nesneyle zihin arasında uygunluk vardır.
•Güvenilir ve kesin bilgnin mükemmel örneği olarak matematik görünür.
•Kesin bilgiye ulaşmada duyulara güvenilmez.
•Doğa ölçülebilir sayılabilir cinsen birşey olarak kabul edilir. Doğa hakkındaki hakkındaki güvenilir bilgiye ölçme ve saynalarla ulaşılabilir.Yani fiziğin bilhgisine matematik metod uygulanır.
•Tanrı ,doğa ile akla aynı ilkeleri vermiştir.Bu nedenle doğa ile akıl , nesneyle zihin arasında uygunluk vardır.
•Güvenilir ve kesin bilgnin mükemmel örneği olarak matematik görünür.
•Kesin bilgiye ulaşmada duyulara güvenilmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder