31 Mayıs 2020 Pazar

Edmund Burke

Edmund Burke 
Aydınlanmaya, Aydınlanmanın özellikle de politik boyutuna yönelik en sert eleştiri ise, muhafazakârlığın babası kabul edilen İngiliz filozofu Edmund Burke’den (1729-1797) gelir. Reflections on the Revolution in the France [Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler] adlı temel eserinde, Burke bir yandan insanın duygusal ve ruhsal yaşamının evrenin genel düzeniyle uyum içinde olduğunu, toplum ve devletin, insanın yeteneklerinin eksiksizce geliştirilmesine imkân sağladığını, ortak çıkarlara hizmet ettiğini savunurken, bir yandan da Fransız Devrimi’nin kendi ülkesinde yaptığı etkiden hareketle, devrimin dayandığı teorik temellerin zayıflığını gözler önüne serme gayreti içinde olmuştur.

Onun düşüncelerine, eserleriyle politik faaliyetlerine bir kuşkuculuğun, politik akılcılığa, yani bütün bir soyut ve rasyonel yapılar, idealler ve perspektifler alanına karşı derin bir güvensizliğin hâkim olduğu kabul edilir. Burke, politik hayatın kompleks, gizemli, hayati ve temel verileri olduğunu düşündüğü unsurların soyut, genel ve rasyonel kategorilerin perspektifinden planlanmasına, tahrif edilmesine veya eleştirilmesine şiddetle karşı çıkıyordu. O, sisteme ve soyutlamaya karşı çıkarken, somut ve belirli sorunları tedricen ve yasalara uygun bir tarzda çözmekten yana oldu. Bu yüzden onun düşünce sisteminin, biri özellikle Aydınlanmaya yönelik eleştirilerden oluşan negatif, diğeri de kendi muhafazakâr düşünüşünü ifade ettiği pozitif yön olmak üzere, iki ayrı boyutu olduğu söylenebilir.

(a) Aydınlanma Eleştirisi
Düşüncesinin bu negatif ve eleştirel yönü söz konusu olduğunda, Aydınlanma felsefesine, politik liberalizme ve bu felsefenin ürünü olan Fransız Devrimi’ne şiddetle karşı çıkan Burke, önce devrimi Fransa dışında çok cazip hale getiren şeyin ne olduğuna bakmıştır. Ona göre, devrimin cazibesi, dayandığı öğretinin yeniliğiyle kendine özgülüğünden kaynaklanır. Burke, devrimcilerin insan hakları öğretisine başvururken, bütün yerel ve münferit bağlılıkları alabildiğine zayıflatan evrensel bir ideoloji ortaya koyduklarını düşünür ve bu ideolojiyi meydana getiren devrimci fikirlerin ulusal sınırları, dini duyarlılıkları, sınıf çıkarlarını, kısacası her şeyi tehdit ettiğine inanır. Onun bakış açısından söz konusu fikirler, her yerde savunucuları veya destekçileri bulunan, güçlü silahlarla teçhiz edilmiş bir öğreti meydana getirirler. Devrimin kaynağının şu halde bütünüyle entelektüel olduğuna inanan Burke, bu fikirlerin Voltaire, Diderot, D’Alembert gibi Aydınlanma filozoflarından türetildiğini öne sürer. Kendilerine çok ironik bir şekilde yıkmaya kalkıştıkları aristokrasi tarafından sağlanan prestijli bir zemin üzerinde hareket eden bu filozoflar, Burke’e göre, aklın bir başına yönetim için yeterli olduğunu ve her şeyi çözebileceğine inandıkları rasyonalitenin kendileriyle başladığını ileri sürerler.
Aydınlanma filozoflarıyla onların devrimci mirasçılarının, Burke bu yüzden geleneğe en küçük bir saygı beslemediklerini ve devlet ile kilisenin geleneksel düzenini yıktıklarını düşünür. Onun gözünde kadimlerin bilgeliğini bir kenara atmak, boş ve temelsiz bir küstahlıktan başka hiçbir şey değildir. Gerçekten de kabul edilebilir bir sosyal hayatın kurallarının ataları tarafından kuşaklar boyunca kendilerine aktarıldığını ve toplumun pratik hayatına yavaş yavaş uyarlandığını söyleyen Burke, geçmişten gelen kural ve ilkelerin, Aydınlanmayla birlikte, boş ve yapay bir akılsallık adına yok edilmiş olmalarını büyük bir felaket olarak tanımlar.
Onun Aydınlanmaya karşı açmış olduğu savaşın, aynı zamanda akla ve akılcılığa karşı açılmış bir savaş olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte, söz konusu akılcılık karşıtı filozof, insanların ülkelerini üzerine tasarladıkları her şeyi sıfırdan inşa edecekleri boş bir toprak parçası olarak görmelerindense denenmiş yöntemlere sıkı sıkıya bağlanmalarının çok daha akılcı olduğunu söyler. Burke, toplumun orada kabul edilmek ve bağlanılmak için var olduğunu ve asla bir deney malzemesi ya da konusu olarak ele alınmaması gerektiğini söyler. Fransız devrimcilerini pusulalarını okyanusun ortasında denize atan gemicilere benzeten Burke, onların yüksek kibirlerinin düşüncelerini geçmişin geleneksel kültürde cisimleşen bilgeliğinin üstüne çıkarmalarına ve dolayısıyla, kendilerine sadece akla dayanarak her şey yapma izni vermelerine neden olduğunu söyler. O, işte bunun tam tersine yönetimin genel ilkelerinin çok uzun bir süreden beri iyice anlaşılıp özümsendiğini varsayarak, devrimcilerin büyük ölçekli politikalarından çok daha mütevazı politikaların savunuculuğunu yapar. 
Burke’e göre, her kuşağın kendine aktarılmış mirasa bağlanıp sonraki kuşaklara aktarma gibi bir ilk ve temel görevi olmak durumundadır. O, doğallıkla istikrar ve sürekliliğin önemine vurgu yapar. Devrim, onun gözünde sadece sergilediği şiddetten dolayı değil, iktidarın onu ahenkli bir biçimde kullanamayacak olanların eline geçmesine yol açtığı için de kötü bir şeydir. Özellikle, devrim hareketinin rasyonalist ve idealist havasına karşı çıkan filozof, devrimin manevi ateşiyle, politik yapının yeniden kurulmasına yönelik projelerin, geleneklerin ve geçmişten miras kalan değerlerin yıpranmasına ve maddi manevi kaynakların tahribine yol açtığını söyler. O, radikal reformların da tehlikeli olduğu kanaatindedir. Şu anda eylemi güdüleyen değerlerin gelecekte de anlaşılıp hayata geçirilebilmesi için sürekliliğin vazgeçilmez olduğunu savunan Burke’e göre, reformun ancak muhafaza etmek için yapılması gerekir.
Fransız devrimcileri eski yönetimin suiistimalleriyle baskılarından yakınırken, insan haklarını gündeme getirmek suretiyle yeni bir sayfa açmanın ve gelenekle olan bağları koparmanın gerekli olduğuna inandılar. Bir İngiliz olarak Burke de sarayın veya eski Fransız yönetiminin hatalarına tanık olmuş biriydi; fakat buna rağmen bile, ülkenin yeni baştan inşa edilmesi veya sadece deneysel bir yapıyla değiştirilmesi yerine, sağlam ve yerleşik temeller üzerine kurulması gerektiğini söyledi. Onun Aydınlanmaya ve Fransız Devrimi’ne yönelttiği saldırının merkezinde, bununla birlikte esas devrimcilere rehberlik eden şeyin, pratik ve deneyim yerine, sadece teori olması eleştirisi bulunuyordu.
Devrimcilerin sloganı “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” idi. Özgürlüklerin hemen geri alındığını, kardeşliğin ise esamesinin bile okunmadığını söyleyen Burke, tüm ağırlığını eşitliğe verirken, ona karşı iki argüman geliştirir. Bunlardan birincisi, Fransa’da yaşanan sosyal değişmeyi temele alan sosyolojik bir argümandır. O, Fransa’da 18. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan bir eşi daha görülmemiş toplumsal hareketliliğe yakından tanık olmuş ve bu hızlı değişmenin şeylerin geleneksel ve hiyerarşik düzenini nasıl ters yüz ettiğini görmüştür. Eski aristokratların yönetmeyi öğrenecek tarzda yetiştirildiklerini ve daha küçük yaşlardan başlayarak, büyük bir ülkenin yönetiminin gerekli kıldığı vizyon derinliği ve liderlik yeteneğini kazanacak şekilde sosyalleştiklerini savunan Burke, yeni dönemle birlikte yönetimi, kendi sınırlı dünyaları dışında pek az şey görmüş olan taşralı zihniyetin ele geçirdiğini söyler. Sonuç, onun gözünde tam bir felakete işaret eder.
Yeni iktidar sahiplerinde teori yönünden büyük bir zenginlik söz konusudur, gelgelelim devletin işlerinin idaresi için gerekli pratik deneyimden eser bulunmamaktadır. Özgül ve somut gerçeklikleri göz ardı ederken bile her şeye damgalarını vurmaya çalışan söz konusu deneyimsiz yöneticilerin yaklaşımlarında, idealler her şey olup tek tek somut durumların hiçbir önemi yoktur. Oysa yönetimlerin mevcut koşul ve durumları dikkate alarak fiili gerçeklikle ve kendi kültürlerinin genel yönelimleriyle daha uyumlu bir şekilde davranmaları gerektiğini söyleyen Burke’e göre, deneyimin önemi her şeyi altüst etmek yerine, olduğu gibi ve aslına uygun olarak bırakma noktasında ortaya çıkar. Çünkü yöneticileri önemli ölçüde değiştirmek deneyimsizliği had safhaya çıkartırken, ülkenin büyük zararlar görmesine neden olur. Burke’ün şu halde, devrimin, dev planları onları hayata geçirme yetenekleriyle ters orantılı olan taşralı yönetici ve vekillerine küçümseyerek baktığı söylenebilir. Ona göre, bu adamlar fazladan hızlı ve beklenmedik yükselişlerinden de büyük zarar gördüler. Eşitlik söz konusu olduğunda, yanlış olanın eskilerin bilgeliğini bir kenara atmak olduğunu söyleyen Burke, demek ki devrimin bir tarafa attığı deneyimin en büyük rehber olduğunu, deneyimsizlerin deneyimli olanlara eşit olamayacağını söyler. Bir sınıf devrildiği zaman, onun yerini başka bir sınıfın alması kaçınılmazdır; bunu herkes gibi çok iyi bilen Burke, otorite yıkıldığı zaman kaba gücün egemen olacağını, ordunun başının kısa süre içinde ülkenin hükümdarı haline geleceğini öne sürme noktasında yalnız değildi.
Burke’ün eşitliğe karşı yönelttiği ikinci argüman, var olan her şeyin doğal bir düzeni olduğunu, beşeri alandaki hiyerarşinin de bu düzenin bir parçası olduğunu bildiren teleolojik argümandır. Teleolojik argüman bu hiyerarşik düzenin Tanrının eseri olduğunu söyler. Burke işte bu argümana uygun olarak Tanrı tarafından buyrulan toplumsal bir düzen olduğunu söyler. Buna göre, bir kimsenin toplumsal konumu ve politik yükümlülükleri, onun içinde büyüyüp yetiştiği toplumun yapısı ve kurumları tarafından belirlenir. Böyle bir durum karşısında, ne metafiziksel akılyürütmenin ne de bireysel rızanın pek bir anlamı olamayacağını öne süren Burke, devletin problemlerinin çözümünde sadece bireysel vicdanlara veya akla başvurulmasına karşı çıkar.

(b) Pozitif Fikirleri

Burke yine aynı Aydınlanma eleştirisi bağlamında bireyciliği şiddetle eleştirir. Ona göre bireyler kendilerini, ancak toplum içinde ve hemcinsleriyle bir birlik meydana getirdiklerinin bilincine varmalarını sağlayan normlar gelenekler ve kurumlardan pay almak suretiyle gerçekleştirebilirler. Bireylerin toplum dışında birtakım istek ve arzularının pekâlâ olabileceğini kabul eden Burke, onların bununla birlikte uzun vadeli amaçlara, değerlere ve birtakım başarılara ancak toplum içinde erişebileceklerini öne sürer.
Burke’ün bireyciliğe karşı çıkışının gerisinde, başkaca pek çok şey yanında onun insan doğasıyla ilgili olarak sahip olduğu pek de iyimser sayılamayacak bir görüş bulunur. İnsanın özü itibariyle büyük ölçüde bencil olup, açgözlü içgüdülerle donatılmış olduğunu, fakat denenmiş ve yerleşik olana bağlılığının insanın söz konusu negatif boyutuyla yozlaşmışlığını kısmen törpülediğini kabul eden Burke’e göre, insanlar akli makineler de değildirler. Aslında onun insan doğasıyla ilgili olarak bir yönüyle evrensel, bir yönüyle de tarihsel bir görüş geliştirdiği söylenebilir. Buna göre, insan her ne kadar içinde bulunduğu zamanın ve toplumun ürünü olsa da onun doğası ve motivasyon şekli büyük ölçüde aynı ve değişmeden kalır. Başka bir deyişle, insanın toplumdan bağımsız olarak düşünülemeyeceğini, hayatının anlamını ona kazandıran şeyin gelenek ve kurumlarıyla toplum olduğunu öne süren Burke, buna rağmen insanların bir yönleriyle de zaman ve koşullardan bağımsız ortak bir yapıya sahip olduklarını savunur.
Söz konusu değişmez yapı veya standart insan doğası dikkate alınacak olursa Burke, insanın hiçbir şekilde bertaraf edilemeyecek bir eksiklik ya da kusurdan mustarip olduğunu kabul eder. Onda söz konusu kusurlu insan doğası yorumunun biri teolojik, diğeri seküler iki kaynağı vardır. Dini kaynak, günahkârlığına ve zavallılığına vurgu yapılan insanların sahte ve yalancı bir dünyada yaşadıklarına, dünyevi politik otoritenin yapabileceği en iyi şeyin, insanları ve toplumları ayakta tutmak olduğuna işaret eder. Etik, epistemoloji ve psikolojinin verilerinden destek alan ikinci yorum ise, düşünce ufku açısından insanın sınırlı olduğunu, aklı ve bilgisinin kendisini sanıldığından çok daha dar bir kapsam içinde gösterdiğini, bu yüzden eylem açısından güvenilir kılavuzların, akıl değil de gelenek olduğunu ifade eder.
Burke, bir adım daha ileri giderek, bir otoriteye ihtiyaç duyan kusurlu insanlar arasında, yetenek ve beceri bakımından bir eşitsizlik bulunduğunu kabul eder. Bazı insan ve grupların doğal liderlik güçlerine sahip olduğunu kabul eden Burke’ün sözünü ettiği eşitsizlik sadece doğal olmayıp, aynı zamanda moral ve politik bir anlam taşır. Bazı insanlar diğerlerinden, yalnızca doğal olarak değil fakat moral ve entelektüel bakımdan da daha üstün olup, hiçbir toplumsal ya da politik araçla ortadan kaldırılamayacak olan bu durum, bazı insanların yönetmek, bazılarınınsa yönetilmek için doğmuş oldukları olgusuna gönderme yapar. Buradan da anlaşılacağı üzere, Burke bir yönetim biçimi olarak, monarşi ve aristokrasiyi savunur. Toplumda eşitsizliğin kaçınılmaz bir durum, rehberlik ve önderliğin ise özsel bir şey olduğunu savunan Burke, doğal bir bağımsızlığın var olduğunu, liderle yönetilenler arasındaki ilişkinin ancak gerçek bir aristokrasi yoluyla, politik düzenin en temel kurumu olan monarşi aracılığıyla kurumsallaştırılıp kabul edilebilir hale getirildiğini öne sürer.
Burke toplumu ise, ayarlarıyla oynamak suretiyle geceleyin oturup işleyişini değiştirebileceğimiz bir mekanizma olarak değil de karmaşık bir organizma olarak görür. Gerçekten de ona göre, toplum bilinçli bir biçimde oluşturulmuş bir yapı ya da mekanizmadan ziyade, birbirlerine bağlı parçaların karşılıklı ilişkilerinden oluşmuş düzenli bir bütün olmak durumundadır. Her bireyin söz konusu organik hayat içinde bir yeri bulunduğunu, bu bütünün de ahenkli ve kendine ait içkin bir düzeni olduğunu söyleyen Burke, söz konusu organizma veya organik cemaatin her tür dışsal müdahale ve empozeyi reddederken, kurumlaşmış teamüllere saygıyı gerekli kıldığını belirtir.
Organik cemaatin yerleşik düzenine saygının ikinci olarak mevcut doğal hiyerarşiye ve toplumun eşitsizliğine duyulan saygıyı ifade ettiğini, sosyal düzenin daima otoriteyi ve doğal bir lider grubu veya eliti gerektirdiğini savunan Burke, doğallıkla politik eşitliğe de karşı çıkar. Toplumların a priori ilkelere göre inşa edilmedikleri gibi, bu türden soyut ilkelerle reforme de edilmemeleri gerektiğini dile getiren Burke, toplum sözleşmesi görüşünü de eleştirir. Onun bakış açısından politikadaki yegâne sözleşme geçmiş, şimdi ve gelecek kuşakları birbirlerine bağlayan mutlak ahenk, gerçek uzlaşma olmak durumundadır. Rasyonel liberal sözleşmeciliğin iradeci niteliğini reddeden Burke, bireylerin kendi politik kurumlarını yaratmak bakımından özgür olmadıklarını savunur. Toplum, ona göre kuşaklar arasındaki, ölmüş olanlarla henüz doğmamışların yaşayanlarla aynı ölçüde paydaşı oldukları bir ortaklıktır. Bu yüzden onu toplumun mevcut üyeleri arasında yapılmış bir sözleşmenin ürünü olarak görmek, yaşayanların geçici mirasçıları olduğu toplumsal, maddi ve manevi mirası değersizleştirmek anlamına gelir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder