Postyapısalcı
düşünce geleneği içinde karşımıza çıkan Michel Foucault (1924-84), aslında tek
bir gelenek içine sıkıştırılamayacak kadar önemli ve etkili bir filozoftur.
Onun önemini ve büyüklüğünü göstermek üzere, 20. yüzyıl için “Foucault Çağı”
diyenlerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktur.
Foucault
farklı pek çok projesinde, tıpkı Sartre ve Merleau-Ponty gibi, beşeri varoluşun
somut gerçekliğinde temellenen ve insanın kurtuluşu amacına yönelmiş bir
düşünme tarzının peşinden koştu. Sartre ve Merleau-Ponty’nin somutluğu,
fenomenolojide ve Marksizm yoluyla kurtuluşta aradıkları yerde, doğallıkla
eğitimini bu filozofların eserlerinin hâkim olduğu bir ülkede alan Foucault da
kendisini başlangıçta aynı yönelim içinde bulmuştu. Söz konusu filozof ve akımlarla
bağını kısa sayılabilecek bir süre içinde koparan Foucault, bununla birlikte
özgürlüğe olan ilgisinden hiç uzaklaşmadı. Gerçekten de o,
eşitlik ve kardeşlikten ziyade, tamamen
özgürlük üzerinde yoğunlaşmıştı; bu yüzden eserlerinden pek çoğu kurtuluş ya da
özgürleşme deneyimi üzerine çok yönlü araştırmalardan meydana gelir. Bu
deneyimin esas itibariyle koyulan kurallar, getirilen sınırlamalar ve
tahditlerle ilişkili yönleri söz konusu olduğunda, onun toplumların insanlara
şöyle ya da böyle dayattıkları kurumsal kafeslere ek olarak insanların
özellikle başkalarından tecrit olunmuşluklarında zaman zaman içine
düşebildikleri psikolojik kafesler üzerinde yoğunlaşmış oldukları söylenebilir.
Onun sadece bireysel düzeyde değil fakat toplumsal düzeyde de ele alınması
mümkün olan delilik veya akıl hastalığıyla oldukça yoğun bir biçimde
uğraşmasının en önemli nedeni budur. Söz konusu kapatmaların, dayatılan kafeslerin tarihsel
olarak nasıl inşa edilmiş olduklarını araştıran Foucault, okuyucularına onların
baskıcı karakterlerini ortadan kaldırmanın veya yapıbozuma uğratmanın yollarını
gösterme çabası içinde olmuştur.
Foucault,
söz konusu yapı ve kafesler dışında yüzyıllar boyunca hiç sorgulanmamış
olan, sorgulanmadıkları
için de doğallaşıp insanlara ikinci bir doğa olarak sunulan düşünce ve
anlayışları da tartışıp sorgulama çabasıvermiştir. Sözgelimi
kökleri Antik Yunan’a kadar geri giden bu düşüncelerden biri, her insan
varlığında rasyonel bir yapıya sahip, bir öz, ruh ya da temel bir benlik
bulunduğu düşüncesidir. Foucault, sadece bu türden düşünceleri değil fakat
toplumun “normal” diye nitelediği düşünce ya da yapıların ebedi bir geçerliliğe
sahip olduğu düşüncesine karşı çıkmak suretiyle birtakım toplumsal yapıların
meşruiyetini de sorgulamıştır. O da tıpkı Roland Barthes gibi, sadece
bireysel benliklerin değil fakat toplumsal
yapıların da oldukça keyfi ve sanıldığından çok daha esnek olduğunu
söylemekteydi. Çoğu zaman “normal” ve “patolojik” kavramlarının
tarihsel olarak değişken, değer yüklü ve politik, teknolojik, iktisadi vs.
anlamlarla bezenmiş olduğunu söyleyen Georges Canguilhem’ın da etkisiyle adeta
bir “tıbbi rölativist” gibi davranan Foucault, bir yandan toplumsal yapıların keyfi olmaları
ölçüsünde değiştirilebilir olduklarını, diğer yandan doğal gibi görünen
unsurların aslında değişime uğratılabilir toplumsal yapımlardan daha fazla
hiçbir şey olmadıklarını gözler önüne serme çabası sergilemiştir.
Foucault’nun bu bağlamda, önce ve çok uzun bir süre boyunca, sosyal disiplini hayata geçirmekle kalmayıp devam ettirmeye yarayan mekanizmaları toplumda kontrolü elinde tutanların bakış açısından ele alarak açıklamaya çalıştığı fakat sonradan Nietzsche’nin etkisiyle özdenetim ve kendi kendini disipline etme düşünceleri üzerinde durmaya başladığı söylenebilir. İnsanların kendileri üzerine uyguladıkları kontrolün daha yapıcı ve yaratıcı bir biçimde ve kolaylıkla gerçekleştiğini ve son çözümlemede insanlar üzerinde hâkimiyet tesis edip onları bastırma amacıyla toplumsal bir düzlemde iş gören kontrol mekanizmaları kadar etkili olduğunu öne süren Foucault’nun düşüncelerinin üç ana döneme ayrıldığı kabul edilmektedir. Foucault’nun çalışmalarının tümü dikkate alındığında, üç büyük çözümleme alanını birbirinden ayırdığı dikkati çeker.
Bunlardan birincisi, 1960’lı yıllarda gördüğümüz, bilgi sistemleri üzerinde yoğunlaşan arkeolojik bakışlı dönemdir. Buna göre, psikiyatri, klinik tıp ve sosyal bilimler üzerine olan bu ilk dönem çalışmalarında, Foucault düşünce sistemlerini bireylerin inanç ve niyetlerinden bağımsız “söylem oluşumları” olarak değerlendiren bir bilgi arkeolojisi geliştirir. Onun birinci dönemde “bilgi sistemleri”ni konu alan söz konusu arkeolojisinin en önemli sonuçlarından birinin özneyi, yapısalcılığın antihümanizmine uygun olarak, Kant’tan beri hâkim olan hümanizmde oynadığı merkezi rolden uzaklaştırması olduğu söylenebilir.
İkinci dönem ise 1970’li yıllarda söz konusu olan ve esas itibariyle iktidar tipleri üzerinde yoğunlaşan dönemdir. Bu dönemde arkeolojinin yerini “jeneoloji” ya da “soykütüğü yöntemi” alır. Arkeolojinin bir sistemden diğerine geçişler konusunda hiçbir açıklama sunmaması nedeniyle Foucault, söylem sistemlerindeki değişmeleri, onları toplumsal iktidar sistemlerinin diskürsif olmayan yapılarına bağlamak suretiyle açıklamaya çalışan bir “soykütüğü yaklaşımı” geliştirir. Nietzsche’nin soykütükleri gibi, onun jeneolojileri de Marx’ın veya Freud’un şeması benzeri bütün geniş kapsamlı açıklayıcı şemaları reddeder. Bunun yerine o, düşünce sistemlerini birçok küçük, ilişkisiz nedenin olumsal ürünleri olarak değerlendirir. Foucault’nun bu dönemde iktidar biçimlerini konu alan jeneolojileri, bilgiyle iktidar arasındaki özsel ilişkiye vurgu yapar. Bilgi kümeleri veya bütünleri, Bacon’ın güç aletleri gibi, her nasılsa kullanılmaya başlanan özerk entelektüel yapılar değildir. Onlar tam tersine, toplumsal iktidar sistemlerine ayrılmazcasına bağlanmışlardır.
Üçüncü dönem ise 1980’li yılların benlik teknolojileriyle etik ve özgürlük üzerinde odaklaşan dönemine karşılık gelir. Buna göre, birinci ve ikinci dönemlerde bilgi sistemlerini arkeoloji, iktidar biçimlerini soykütüğü yöntemiyle analiz eden Foucault son dönemde, kişinin özdenetim ve kendini disipline etme üzerinden gerçekleşen “kendi kendisiyle ilişkisi”ni etik alanı içinde çözümlemeye çalışır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder