Yapısalcılığın
gelişiminde, Ferdinand de Saussure’ün (1857-1913), 1907 ile 1911 yılları
arasında Cenevre Üniversitesi’nde vermiş olduğu derslerde şekillenen dilbilim
teorisinin olağanüstü ve belirleyici bir rol oynadığı kabul edilir. En azından
onun esin kaynağının Saussure’ün Genel Dilbilim Dersleri adlı eseri ve bu
eserde ortaya konan dil görüşü olduğu söylenebilir. Buna göre, Saussure’ün dil
görüşünden yola çıkan ve bütün sosyal fenomenlerin dillere uygun düşen bir
tarzda anlaşılabileceği kabulüyle hareket eden Lévi-Strauss, Lacan ve Barthes
benzeri teorisyen ve araştırmacılar, başta antropolojik, psikolojik ve edebi
fenomenler olmak üzere çok farklı fenomenleri dillerinkine benzer yapılar
sergileyen ve belirli birtakım kurallara göre organize olmuş fenomenler olarak
yorumlamışlardır. Yapısalcılığa belli ölçüler içinde de olsa nüfuz edip değer
biçebilmek, onun gelişimini ve postyapısalcılığa doğru evrilişini takip
edebilmek için Saussure’ün dilbilim teorisini ele almak gerekir. Zira
yapısalcılık, doğrudan doğruya Saussure’ün dil anlayışından çıktığı gibi, onun
dilbilim teorisi, sadece yapısalcılığın sonraki gelişimi üzerinde değil fakat
kısmen postyapısalcılık üzerinde de etkili olacak birtakım tema ve kavramsal
ayrımlar ihtiva eder.
Linguistik Gösterge
Saussure’ün dilbilim teorisi ortaya atılmadan önce kökleri Antik Yunan’a kadar geri giden hâkim dil görüşü, sözcüklerin öncelikle dünyadaki şeyler için birer ad ya da etiket olma işlevi gördüğünü ileri sürmekteydi. Söz konusu klasik dil görüşünün gerisindeki kabul, dünyanın doğal olarak bir tarafta ay, güneş, ağaçlar, taşlar, insanlar, hayvanlar vs., diğer tarafta ise renkler, sesler, koku ve tatlar olacak şekilde nesnelere ve bu nesnelerin özelliklerine bölündüğü ve insanların, bütün bu unsur ya da varlıklar algılandıkları zaman, onları adlandırmak veya etiketlemek için dili kullandıkları kabulüydü. Dilin burada, öteden beri varolan varlık ya da şeylerle özelliklerine birer etiket koyma veya ad verme işleminde temellendiği düşünülmekteydi. Buna göre dildeki sözcüklerimiz bu şeylere göndermede bulunurken, birikmiş veya her nasılsa oluşmuş olan söz ya da kelime dağarcığımız da iletişimde gözettiğimiz birtakım çıkarlara hizmet eder.
Saussure’ün klasik dil anlayışına alternatif bir sözcük anlayışı veya “linguistik gösterge” adını verdiği bir kelime telakkisi geliştirdiği yer, işte burasıdır. Buna göre Saussure, sözcükleri bundan böyle, dikkatimizi dünyadaki şeylere çeken sesler veya kayıtlar olarak anlamaz; bunun yerine doğrudan doğruya göstergelerin kendileri üzerinde yoğunlaşır. O, bu bağlamda her linguistik göstergenin iki ayrı yönü olduğunu, göstergenin anlamını kavramak açısından bu iki yönün de özsel bir önem arz ettiğini savunur. Dilsel göstergenin birinci yönü, maddi bir temele dayanmakta olup, bir kavrama tekabül eder; oysa onun ikinci yönü düşünceye dayalı bir şey olup, bir kavrama karşılık gelir. Buna göre dilsel her gösterge, bir kavramla iç içe girmiş bir ses ya da ses imgesi olarak görülebilir. Saussure, bu iki unsurdan fiziki ses ya da ses imgesine gösteren, ilintili kavrama ise “gösterilen” adını verir. Gösteren ile gösterilenin, ses ile kavramın, tıpkı bir kâğıdın ön ve arka yüzü gibi, birbirinden hiçbir şekilde ayrılmadığını öne sürer. Buna göre, kâğıdın yüzleri arasında bir ayrım yapabilsek bile, bunlar gerçekte birbirlerinden ayrılmazlar. Gösteren ile gösterilen de aynen bu şekilde, kâğıdın ön ve arka yüzü gibi, bir aradadır; birbirinden ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiştir.
Saussure’ün söz konusu iddiasının, elbette önemli birtakım sonuçları olmak durumundadır. Bir kere buradan her şeyden önce, dil olmadan herhangi bir düşüncenin, belirli bir anlamı ve içeriği olan bir düşüncenin söz konusu olamayacağı sonucu çıkar. Çünkü düşündüğümüz kavramlar, anlamlarını ve tanımlarını belirli bir ses ya da kayıtla iç içe geçmiş olmaları olgusundan alırlar. Dilin kendisi ve dilin çok çeşitli göstergelerden meydana gelen hayli geniş ağı olmadan, nesnelerin karmaşık dünyasını idrak etmemiz söz konusu dahi olamaz. Dünyanın bilincine varmamız, onu idrak etmemiz sadece dile bağımlı olmakla kalmaz fakat fazladan dilin kendisi tarafından yapılandırılır.
Göstergenin Keyfiliği
Dil ile dünya arasındaki ilişki bağlamında eski klasik görüşe bir kez daha dönen Saussure, onun dünyanın bizden bağımsız bir biçimde birbirlerine eklemlenmiş şeylerden meydana gelen bir bütün ya da kendilik olarak varolduğu ve dillerimizin esas itibariyle dünyayı yansıtma işlevi gördüğü iddiasıyla ortaya çıktığını anımsatır. Buna göre her sözcük dünyanın öteden beri varolan belli bir kesitiyle eşleşir, onu olduğu gibi, aynen yansıtır. Verili bir doğal düzen dilde aynen yansıtıldığı için söz konusu görüşte dünyanın yapısıyla dilin yapısı arasında bir koşutluğun, yapısal bir uygunluk ilişkisinin bulunduğu kabul edilir. Sözgelimi Aristoteles’in “özne-yüklem” gramatikal formu ve bu forma dayalı mantığı dünyadaki şeylerin bir niteliğe sahip olan tözler olmaları olgusunu yansıtır.
Saussure söz konusu hâkim görüşün dünyadaki dillerin çok çeşitli, hatta karşıt yapılarına hak ettikleri değeri verebilmekten çok uzak olduğunu söyler. Klasik dil görüşünün ortaya koyduğu dil resmi doğru olsaydı eğer, Saussure’e göre, bir dilden diğerine tercüme yapmak, şimdi olduğundan çok daha kolay olurdu. Oysa bir dilden diğerine tercüme yapmak, farklı nüansları verebilmenin veya ince anlam farklılıklarını karşılamanın zor olması nedeniyle, hiç de kolay bir iş değildir. Çünkü onun bakış açısından, farklı diller dünyayı farklı nesne türlerine bölerler ve bu bölmelerin hayata geçirilme tarzında ciddi bir keyfilik söz konusudur. Örneğin Türkçede tek bir “bilme” sözcüğü varken, Fransızlar “insanları bilmek” (connaître) ile “olguları bilme”yi (savoir) farklı sözcüklerle karşılarlar. Aynı şekilde sözgelimi İngilizlerin açık maviyle koyu maviyi, mavinin farklı tonları olarak aynı sözcükle ifade ettikleri yerde, Ruslar mavinin söz konusu iki tonu için iki ayrı sözcük kullanırlar. Saussure’e göre, bunun en önemli nedeni farklı çevrelerde yaşayan insanların çevrelerine farklı şekillerde değer biçmeleri, onu farklı değerlendirmeleridir. Buna göre bitki örtüsünün fevkalade gür olduğu, yeşil ormanlık alanlarda yaşayan insanlar yeşilin farklı tonları arasında, kurak diyarlarda yaşayan insanların bihaber oldukları incelikli ayrımlar yaparken, soğuk ve karlı ortamlarda yaşayanlar, beyazın farklı tonları arasında, pek çok insanın bilmediği ayrımları, elbette ayakta kalabilmek adına yaparlar.
Dillerde, insanların deneyimlerini farklı şekillerde değerlendirmeleri dolayısıyla, söz dağarcığı bakımından yaşanan farklılık noktasında gündeme gelen keyfiliğe ek olarak, bir de ses-imgeleriyle bu seslerin gösterdiği kavramlar arasındaki ilişki yönünden de tam bir keyfilik söz konusu olur. Başka bir deyişle, gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki, hiçbir zaman zorunlu bir ilişki olmayıp, bütünüyle olumsal bir ilişki olduğundan, göstergelerin oldukları gibi olmalarından başka türlü de olabilmeleri anlamında bir keyfilikten söz etmek gerekir. Buna göre, ne gösteren ile gösterilenin varlıklarını ne de bu ikisi arasındaki ilişkiyi belirleyip temellendirebilecek dil dışı olgular söz konusudur. Örneğin halihazırda kullandığımız renk vokabülerini veya renklerle ilgili dilsel kategorileri kullanmamızın nedeni, Saussure’e göre, ne gözlerimizin rengi ne de düşüncemizin yapısıdır.
Saussure’ün “göstergenin keyfi olduğunu” dile getiren bu görüşü, onun bakış açısından dilsel ya da linguistik sistemi yaratan yegâne şeyin sosyal olgular olduğunu dile getirir. Buna göre, bir toplum her nasılsa yaratmış olduğu dil yoluyla dünyanın olma tarzını, varoluş şeklini veya (elbette, içindeki şeylerle birlikte) neyin dünya olarak alınacağı veya görüleceğini belirler. Başka bir deyişle, onun “göstergelerin keyfiliği” tezinden dünyanın kişiden kişiye veya toplumdan topluma değişmeyen tek ve nesnel bir olma tarzının olamayacağını ifade eden belli bir görelilik tezi çıkar.
Öte yandan, linguistik durumun efendisinin veya dilsel koşulların patronunun kim, yani birey mi yoksa toplum mu olduğu sorusu söz konusu olduğunda, Saussure, bireylerin düşüncelerinin esas itibariyle, o bireyi doğduğu andan itibaren büyütüp yetiştirenler tarafından kullanılan dilde temellendiğini ileri sürer. Buna göre birey, varoluşçuların söyledikleri gibi sadece dünyaya atılmış değildir; çok daha önemlisi, birey dünyayı belirli birtakım değerlerle organize etmenin özgül bir yolunu ifade eden belirli bir dilsel sistemin veya linguistik dünyanın içine fırlatılmıştır. Saussure’ün bu görüşüne göre, bireyin başlangıçta öğrenmiş olduğu ana dilin etkisinden, dünyayı bu dilden bağımsız olarak görebilecek derecede kurtulabilmesi pek mümkün olmaz.
İkili Karşıtlıklar
Saussure “göstergenin keyfiliği”yle ilgili görüşünü, tek tek her göstergeyi başka göstergelerle olan ilişkisi üzerinden tanımlayarak ve bu göstergenin anlamını kendisiyle olan aynılığı ve başka göstergelerle olan karşıtlığı aracılığıyla tespit edip belirleyerek geliştirir. Onu göstergeleri bu şekilde anlamaya sevk eden en önemli neden ise dünyanın göstergelerin anlamlarını kendilerine gönderimle kazanıp koruyacakları yeterince iyi tanımlanmış veçheleri veya görünümleri olmaması olgusudur. Saussure işte bundan dolayı dilin ikili karşıtlıklarca düzenlendiğini ifade eder.
Gerçekten de Saussure’e göre, göstergeler ve sözcüklerin anlamları, hemen hemen tamamen kendilerinin karşıtı olan göstergeler ve sözcüklerle belirlenir. Linguistik sistemler, işte bu yüzden ikilikler üstüne kurulu olarak işlerler. İkilikler üzerinden işleyen bir dil sisteminde “siyah ile beyaz” veya “kadın ile erkek” benzeri birbirini kesin çizgilerle dışlayan sayısız karşıt ikilikler bulunur. Söz konusu ikili karşıtlıklar, kendilerini ait oldukları sistemin ayrılmaz birer bileşeni olarak gösterirler. Örneğin siyah ve beyaz sözcüklerinde dile gelen ikili karşıtlık, ait olduğu renk sisteminin, dolayısıyla da diğer bütün renklerin belirleyici öğesi olmak durumundadır. Saussure kendi dil yaklaşımına özgü yapısalcı analizinde, ikili karşıtlık düşüncesi veya tasarımını sadece sözcükler veya kavramlar düzeyinde değil fakat bir metnin uzlaşımları veya kodları doğrultusunda da kullanır. Dahası, ikili karşıtlıklar bütünüyle doğal karşıtlıklar olmayıp, çoğunlukla kültürel yapımlar da olabilmektedirler. Söz konusu ikili karşıtlıklar bir parçası oldukları anlamlandırma sisteminin sosyal ürünleri olabildikleri gibi, dilsel bir dünya veya belirli bir topluluğu içinde yaşayan insanların anlam dünyalarının inşasında oldukça önemli bir rol oynayan yapıtaşları olarak ortaya çıkarlar. Hatta öyle ki bütün söylemler, Saussure’e göre, meramlarını ve anlatılarını bu ikili karşıtlıklar üzerinden giderek dillendirip, farklı işlevlerini onlar aracılığıyla gerçekleştirirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder