2 Ağustos 2020 Pazar

Atatürk ve Felsefe

Atatürk ve Felsefe

Atatürk’ün bir eylem adamı olduğu, onda bir düşünürde aranacak niteliklerin aranamayacağı
biçimindeki sav yaygındır. Ancak, başkahramanı olduğu olaylara bir göz atmak bile aksi kanıyı uyandırmaya yeterlidir: Atatürk Samsun’a ayak basmadan önce yüklendiği tarihsel görevin ne olduğunu saptamış ve amaca varmak için uygulayacağı programı kesinlikle tasarlamıştı. Kendisini olayların akışına hiç bir zaman kaptırmayıp, tam tersine onları kendi lehinde yönlendirmeyi, onlardan yararlanmayı başarmış olması da, esasen, ancak bu bilinçliliği ile açıklanabilir. Fikirlerinin berraklığı, kurucusu olduğu kurumlarda yansıyan dahiliğinin parıltıları, ona çağdaş İslam evreninin en büyük düşünürlerinin eriştikleri noktanın çok ötesinde; çok üstünde ayrı bir yer sağlamaktadır: söylevlerinin incelenmesinden edinilen kanı budur.
Eseri insanın karşısında anıtsal bir gerçek olarak durduğu için, Atatürk’ün fikir yönü gözden kaçmaktadır. Fikirlerini gerçekleştirmeyi başarmış olması adeta bir kusur gibi yüzüne vurulmak istenmektedir: oysa fikirler, gerçekleşmekle, ideal düzeydeki anlamlarını ve değerlerini yitirmezler.
Dendiği gibi, onu eylemce iten, düşüncesidir. Düşüncesi o kadar güçlü ve özgün bir düşüncedir ki, nedeni ve parçası olduğu eylemleri, yepyeni bir ışık altında görür’, onlara yeni boyutlar kazandırır. Gerçekten de yetenek sahibi her”hangi bir Türk generali direnme hareketinin başına geçip günün birinde Sakarya kıyılarında yurdu istila eden düşmanla muharebeye tutuşabilir ve onu yenebilirdi. Ancak, “Kahraman Türk neferinin Anadolu muharebelerinin manasını anlaması, yeni bir mefkûre ile muharebe etmesi” yalnızca Atatürk tarafından sağlanabilirdi. Muharebeyi izleyen günlerde, uyanan bu yeni bilinci ülkeyi coşturan bu yeni ideali gözleyen bizzat kendisidir: (43) Atatürk yalnız geleneksel düşüncenin sınırlarını parçalayıp kolayca aşan bir devrimci değildir; o aynı zamanda olaylara olduğu kadar kendi düşünce dünyasına bilincinin ışığını tutan bir düşünürdür. Devrimi sürdürerek, ilkeleri uyarınca saltanatı ve daha sonra hilafeti ortadan kaldırıp Cumhuriyeti ilan ettiği, bir takım cüretli atılımlarla ülkenin genel görünümünü değiştirdiği yıllar boyunca, Sakarya muharebesi yeni bir anlam ve önem kazandı. (44) Sakarya muharebesi “Doğunun, Batı uygarlığını, Batıya karşı savunduğu muharebe” olarak tarihe geçmeye hak kazandı.
Öte yandan eylemini, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemleri olmak üzere, iki döneme ayırmak âdet olmuştur. Kurtuluş savaşında asker olarak parlak zekâsını ortaya koyduğu, Cumhuriyetin ilanından sonra ise devlet adamı ve reformcu olarak sivrildiği ileri sürülür. Bu sav, eserini çok yanlış ya da maksatlı açıdan görenlerin savıdır. Çünkü yazılı ve sözlü beyanları hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle tam tersini kanıtlamaktadır. Devrimin özünü oluşturan esaslar 1919-1923 yılları arasında hem uygulamaya temel olmuş, hem de birer ilke olarak dile getirilmiştir. Bu da göstermektedir ki Cumhuriyet dönemiınde başarılan işler ne kadar önemli ve çarpıcı olursa olsun, gene de bu öncüllerin doğal ve zorunlu birer sonucudurlar.
Gerçekten, Wilson ilkelerine başvurmak ve böylece impâratorluğun ve saltanatın temelini oluşturan Osmanlılık ilkesine ilk ciddi darbeyi indirmek suretiyle Türk ulusçuluğu esaslarına dayanan programı kaleme alması, Samsun’a ayak basmasını izleyen günlere rastlar. Gene o günlerde ulusal egemenlik ilkesinin ilanını hazırlayan beyanlarda bulunur. Milli Misak ve anayasa, savaşa girişilirken kaleme alınmıştır: bunu belirten bizzat kendisidir. (45) Ayrıca, ekonomik temelleri sağlam bir devlet yaratılmasını, (46) akılcı ve ulusçu bir eğitim kurulmasını, Cumhuriyetin ilanından önce talep etmiştir. (47) Nihayet, savaş süresince çok büyük bir ihtilalin gerçekleştiğini idrak eden gene kendisidir. (48) Atatürk’ün çok yönlü kişiliğini daha iyi anlamak için bir özelliği göz önünde tutulmalıdır: Atatürk Türk ulusunun ortak bir duygusunu, din duygusunu sömürmekten – bunun tükenmez bir manevi güç kaynağı olacağını bildiği halde – kesinlikle ve sistemli olarak kaçınmıştır. Hiç bir zaman müttefiklere ve Yunanlılara kutsal savaş ilan etmemiştir. (49) Ulusçuluk ilkesini bayrak edinmiş ve, yığınların anlayışsızlığını yenmek zorunda kalacağını, (50) şiddetli bir direnme ile karşılaşacağını bildiği halde, ulusta bu yeni bilinci uyandırmaya çalışmıştır. Bu yüzden Anadolu’da yer yer ayaklanmalar olmuştur; onun bu, temel ilkeler konusunda ödün vermeme kararı, Ankara hükümetinin direnişi örgütleme çabasını çok güçleştirmişse de, toplumu ileride başlatılacak olan yenilik hareketlerine hazırlama bakımından yararlı olmuştur.
Bu kadar aydınlık ve berrak bir zekâya sahip olan bir insanın kendi eserinin anlam ve değerini kavrayamayacağı düşünülemez. Hukuk okulunun açılması münasebeti ile, Ankara’da söylediği söylevde (51) devrimin geçirdiği aşamaları ana hatları ile dile getirir: Atatürk’ün gözünde başarılan ihtilal o denli önemli ve geçmiş ihtilallerin hepsinden nitelik bakımından o kadar farklıdır ki ona bir başka ad vermek gerekir: (52) gerçekten de, bu ihtilal sayesinde Türk toplumu tümüyle dünyaya dönük – yani akılcı ve laik – yepyeni bir zihin yapısı edinmiştir.
ATATÜRK’Ü HUMANİST BİR PERSPEKTİFTE KAVRAMAK
Atatürk’ün kişiliğini ve eserini incelemiş olan tarihçileri yanıltan çeşitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir. Mussolini’nin ve Hitler’in çağdaşı olması, bir takım karşılaştırmalara ve benzetmelere yol açmıştır: günün geçerli yöntemi olan pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki çalışmalara hız kazandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem her şeyin yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle olduğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da, hiç olmazsa, büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve mantığa uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı koşullardan kaynaklanmaları gerekir. Ne var ki bu yöntem batı evreninden, yani içinde doğduğu evrenden farklı bir evrenin sorunlarını incelemek için kullanıldığı zaman tümüyle yetersiz olduğunu ortaya koymakta gecikmemektedir.
Pragmatik yöntem Atatürk’ün, tıpkı Mussolini ve Hitler gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuş olduğunu saptamakla yetinir. Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değişik ülkelerde aynı sonucu doğuran çok değişik ve özel koşulların bulunabileceğini hesaba katmaz ve böyle bir araştırma ile kendini görevli saymaz: olayların nedenlerini incelemeye yanaşmaz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez. Oysa Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdülen değişik amaçlardadır. Mussolini ile Hitler Fransız ihtilalinin ilkelerine cephe alırlar ve, demokrasinin kokuşmuş bir yönetim biçimi olduğu savı ile, aslında diktatörlüğün övgüsü olan yeni bir devlet kuramı oluşturmaya uğraşırlarken, “diktatör” Atatürk kent kent dolaşıyor, cumhuriyet rejiminin yararlı yanlarını anlatmaya çalışıyordu; “Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir; sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir” diyordu. (53) Takriri sükûn yasasının yürürlükte olmasından yararlandıysa “yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade etmiştir. .. O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda, lâyık olduğu mevkie ıs’at etmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temeller üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek için” yararlanmıştır. Bu ise, ancak bir koşulla, “istibdat fikrini öldürmek” koşulu ile olanaklıydı. (54)
De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim demokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi. (55) Nesnelerin gözle görülür somutluğundan başka gerçek tanımayanlar için bu oldukça karışık bir durum gibi gözükebilir; ancak, ister çapraşık diye nitelensin, ister öngörüşlü olarak kabul edilsin, bu davranış Türk toplumuna 1945 ‘te çok partili rejime geçme ve, ülkeyi herhangi bir bunalıma sürüklemeksizin, 1950 seçimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile ulusun yazgısını elinde tutmuş olan Cumhuriyet halk partisini iktidardan uzaklaştırma olanağını vermiştir.
Eserinin yanlış anlaşılmasına yol açan ikinci bir etken, 1917′de Rusya’da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk’ün siyasal ve toplumsal kurumların laikleştirilmesi için gösterdiği çaba, kötü niyet ya da bilgisizlik yüzünden, marksizmin öğretisel ateizmi ile sık sık karıştırılmıştır. (56)
İşte bu çeşit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk üzerine bugün hâlâ özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, onun Mecliste ve Meclis dışında söylediği söylevleri ve özellikle 1927 yılında okuduğu Büyük Nutuk’unu okumak ve iyi anlamak gerekir. Bu o kadar kolay bir iş değildir; çünkü Atatürk’ün düşüncesini ve eserinin taşıdığı anlam ve değeri gerçekten anlayabilmek için iki ayrı evreni kapsayan geniş bir bilgiye gerek vardır: batının humanist değerlerini olduğu kadar, kuramsal eserlerden çok günlük hayatın gerçekliğinde beliren İslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu vardır. Oysa, batılı bilginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç te yabancı olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fikirsel ve manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı ölçecek, devrimin taşıdığı evrensel nitelikteki değeri kavrayacak güce sahip değildirler; bunun nedeni; bir yandan batılı olmayan dünyayı tanımamaları, bir yandan da kullandıkları pragmatik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince, bunlar batıyı çok yüzeysel bir biçimde tanımaktadırlar ve, Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda harcadığı çabanın büyüklüğünü değerince anlamakla beraber, devrimin gerçek amaçlarının ne olduğunu saptamak ve dolayısıyla devrimi fikir düzeyinde değerlendirmek gücünden yoksundurlar.
Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk, Atatürk’ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kaynaktır. Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiç bir ciddi incelemeye konu edilmemiş olması dikkat çekicidir.
Onu gerçekten anlayanlar için, . Nutuk edebi ve tarihsel değeri ilk bakışta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımıza göre, Nutuk biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en büyük eseridir.
Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir: tarih eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa uygun bir yorumu anlaşılıyorsa, 1919-1927 yılları arasında yer alan olayların bu anlatımından ve bu yorumundan daha kusursuz bir şey düşünülemez; çünkü yazar o olayları tasarlayıp gerçekleştiren insandır. Böylece Thukydides’in dilediği ideal durum oluşmuş olmaktadır. (57) Atatürk’ün söylevi, tıpkı Thukydides’in tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir, ve nasıl Thukydides’in eserinde devlet adamlarına atfedilen söylevler çıplak olayları fikir yönünden aydınlatıyorsa, Atatürk’ün Nutuk’unda da gönderilip alınan telgrafların metinleri okuyucuyu Kurtuluş savaşının manevi ortamına sokuyor; (58) bununla da kalmayıp, geçen olayların en derin nedenlerini ortaya koyuyor. Nutuk’a geçirilen bu metinler birer gerçek belgedir; bu nitelikleri ile, Thukydides’in tarihine serpiştirdiği söylevlerden daha büyük bir değer taşırlar. Bundan daha önemli olmak üzere, o metinler bize asıl savaşımın muharebe meydanlarında değil, telgraf makinelerinin başında sürdürüldüğünü göstermektedir.
Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, onun eserinin geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin yalnızca bir devamı olduğu görüşünü ileri sürerler; kişisel bir yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı bir bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar. Devrimin önceki dönemlerin olaylarını izlediği, önceki dönemin tarihine bağlandığı kuşkusuz yadsınamaz. Ancak Atatürk’ün düşüncesi ile Osmanlı yenilikçilerinin düşüncesi arasındaki farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca reddedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil, (59) bir nitelik ve ruh farkıdır.
Özellikle ticaretle ilgili bir çok maddelerinin şeriat esaslarını açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle’nin hazırlanması ile – İsviçre vatandaşlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çevirisi olan – Türk vatandaşlık yasasının, nisan 1926 tarihinde Türkiye’de yürürlüğe konması ve böylece yeni bir hukuk düzeninin kurulması arasındaki fark ne ise, bu iki düşünce arasındaki öz farkı odur. (60) Aynı zamanda Peygamberin temsilcisi olması dolayısıyla, uyruklarının dünyasal ve ruhsal efendisi durumunda olan bir hükümdarın, kurulmasına razı olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik ilkesine dayanan cumhuriyetçi ve laik bir rejim arasındaki fark ne ise, o iki düşünce arasındaki fark ta öyle bir ruh farkıdır. Nihayet, Sokrates’le davranışlarının bir örneğini Platon’un Phaidros’unda gördüğümüz sofistleri karşı karşıya getiren bakış açısındaki farklılık ne ise, bu da öyle bir farklılıktır. (61)
Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay eden; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına inanmayıp, rüzgârın kızı, kayaların üstünde arkadaşı Pharmakeia ile oynarken itip aşağıya yuvarlamış olacağını düşünen sofistlerin görüşüne uymayı reddeder. Eski mythosların bu biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında onun için çekici bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun tutumu başkadır: bu halk öyküsündeki şiir havasını beğenir, ancak bu masalı mantığın ölçülerine vurarak incelemeyi reddeder. Mythosun yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe araştırmaları alanından ayrı tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözünde halkın ince ruhunu dile getiren güzel bir masaldır, o kadar. Sofistler ise akılcı yorumları ile efsanenin şiir havasını bozmakta, buna karşılık gerçeği bulgulama yolunda tek adım atamamaktadırlar. Sokrates’in sofistleri eleştirmesinin nedeni budur.
Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden daha saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler; onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları ciddi bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için daima ödünlü uyuşma yoluna sapanlarla beraberdir. Sofistlerin davranışı böyle bir ödünlü uyuşmadan -eski değer yargıları ile yeni görüşleri birlikte koruma olanağını veren bir ödünlü uyuşmadan – öteye varmaz. Sofistler mythosu bir yana itmiyorlar; kayaların üzerinde oynarken birdenbire yok olan Oreithyia’nın anısına bir bakıma bağlıdırlar. Bambaşka bir biçimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin verilerini kabul ediyorlar. Hiç bir şeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar; eski bir öyküyü çağdaş anlayışa, günün görüşlerine ve duygularına uydurmakla, yani modernleştirmekle yetiniyorlar. Oysa Sokrates yıkıyor, yok ediyor. Tanıma kaynağı olarak mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların aktardığı bilgiler onun için geçersiz şeylerdir. Hakikatin kaynağı, devletin manevi ve toplumsal düzenine temel oluşturan ilkelerin kaynağı onun için artık gelenekler değil, akıldır. Bu durumda sofistler yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun Atina mahkemesi tarafından ölüme mahkûm edilmesinin gerçek nedeni bu ihtilalciliğidir.
29 ekim 1923′te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem, coşkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk’ün burada çizilen manevi portresi göz önünde tutulursa, büyük devrimi meydana getiren – laik devletin kurulması, Arapça ve Farsça nın okullardan kaldırılması, öğretimde çağdaş bilimlere ağırlık verilmesi, ülke kapılarının batı tekniğine açılması, din esasına dayanan yasanın yerine İsviçre vatandaşlık yasasının ve İtalyan ceza yasasının konması, Arap harflerinin kaldırılıp Latin harflerinin kabul edilmesi, Avrupalı örneklerine uygun bir çok toplumsal ve kültürel kurumlarla bir çok eğitim ve sanat kurumlarının kurulması, giyim kuşamda batıya uyulması (62) gibi – büyük atılımların bu kadar kısa bir zamana nasıl sığdırılmış olduğu daha iyi anlaşılır. Birbirini süratle izleyen bu aşamaların son amacı ülkeyi, önceden ve özenle hazırlanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baştan başa değiştirmektir.
Radikal yenilenmeden Atatürk’ün anladığı, toplumun tümüyle de olsa sadece maddi yaşamının değişmesi değil, onun kültürel ve manevi yaşamının da özlü bir değişmeye uğramasıydı. Yeni değerlerin kabul edilmesini yeterli bulmuyordu; istediği, bu değerlerin kişilerin zihnine işlemesi, onların zihin habitus’u haline gelmesiydi. (63)
Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman olmayan azınlıkların tekeline bırakan ve böylece – dinin koyduğu ticaret yapma yasağının da yardımı ile – Türk ulusunu etkin yaşamdan uzak tutup onu tam bir hareketsizliğe zorlayan kapitülasyonların kaldırılması, Türk toplumunun bundan sonraki atılımını olumlu yönde etkilemiştir.


Alıntıdır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder