biçimindeki sav yaygındır. Ancak, başkahramanı olduğu olaylara bir göz atmak bile aksi kanıyı uyandırmaya yeterlidir: Atatürk Samsun’a ayak basmadan önce yüklendiği tarihsel görevin ne olduğunu saptamış ve amaca varmak için uygulayacağı programı kesinlikle tasarlamıştı. Kendisini olayların akışına hiç bir zaman kaptırmayıp, tam tersine onları kendi lehinde yönlendirmeyi, onlardan yararlanmayı başarmış olması da, esasen, ancak bu bilinçliliği ile açıklanabilir. Fikirlerinin berraklığı, kurucusu olduğu kurumlarda yansıyan dahiliğinin parıltıları, ona çağdaş İslam evreninin en büyük düşünürlerinin eriştikleri noktanın çok ötesinde; çok üstünde ayrı bir yer sağlamaktadır: söylevlerinin incelenmesinden edinilen kanı budur.
Eseri insanın karşısında anıtsal bir gerçek olarak
durduğu için, Atatürk’ün fikir yönü gözden kaçmaktadır. Fikirlerini
gerçekleştirmeyi başarmış olması adeta bir kusur gibi yüzüne vurulmak
istenmektedir: oysa fikirler, gerçekleşmekle, ideal düzeydeki anlamlarını ve
değerlerini yitirmezler.
Dendiği gibi, onu eylemce iten, düşüncesidir.
Düşüncesi o kadar güçlü ve özgün bir düşüncedir ki, nedeni ve parçası olduğu
eylemleri, yepyeni bir ışık altında görür’, onlara yeni boyutlar kazandırır.
Gerçekten de yetenek sahibi her”hangi bir Türk generali direnme hareketinin
başına geçip günün birinde Sakarya kıyılarında yurdu istila eden düşmanla
muharebeye tutuşabilir ve onu yenebilirdi. Ancak, “Kahraman Türk neferinin
Anadolu muharebelerinin manasını anlaması, yeni bir mefkûre ile muharebe
etmesi” yalnızca Atatürk tarafından sağlanabilirdi. Muharebeyi izleyen
günlerde, uyanan bu yeni bilinci ülkeyi coşturan bu yeni ideali gözleyen bizzat
kendisidir: (43) Atatürk yalnız geleneksel düşüncenin sınırlarını parçalayıp
kolayca aşan bir devrimci değildir; o aynı zamanda olaylara olduğu kadar kendi
düşünce dünyasına bilincinin ışığını tutan bir düşünürdür. Devrimi sürdürerek,
ilkeleri uyarınca saltanatı ve daha sonra hilafeti ortadan kaldırıp Cumhuriyeti
ilan ettiği, bir takım cüretli atılımlarla ülkenin genel görünümünü
değiştirdiği yıllar boyunca, Sakarya muharebesi yeni bir anlam ve önem kazandı.
(44) Sakarya muharebesi “Doğunun, Batı uygarlığını, Batıya karşı savunduğu
muharebe” olarak tarihe geçmeye hak kazandı.
Öte yandan eylemini, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet
dönemleri olmak üzere, iki döneme ayırmak âdet olmuştur. Kurtuluş savaşında
asker olarak parlak zekâsını ortaya koyduğu, Cumhuriyetin ilanından sonra ise
devlet adamı ve reformcu olarak sivrildiği ileri sürülür. Bu sav, eserini çok
yanlış ya da maksatlı açıdan görenlerin savıdır. Çünkü yazılı ve sözlü
beyanları hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle tam tersini
kanıtlamaktadır. Devrimin özünü oluşturan esaslar 1919-1923 yılları arasında
hem uygulamaya temel olmuş, hem de birer ilke olarak dile getirilmiştir. Bu da
göstermektedir ki Cumhuriyet dönemiınde başarılan işler ne kadar önemli ve
çarpıcı olursa olsun, gene de bu öncüllerin doğal ve zorunlu birer
sonucudurlar.
Gerçekten, Wilson ilkelerine başvurmak ve böylece
impâratorluğun ve saltanatın temelini oluşturan Osmanlılık ilkesine ilk ciddi
darbeyi indirmek suretiyle Türk ulusçuluğu esaslarına dayanan programı kaleme
alması, Samsun’a ayak basmasını izleyen günlere rastlar. Gene o günlerde ulusal
egemenlik ilkesinin ilanını hazırlayan beyanlarda bulunur. Milli Misak ve anayasa,
savaşa girişilirken kaleme alınmıştır: bunu belirten bizzat kendisidir. (45)
Ayrıca, ekonomik temelleri sağlam bir devlet yaratılmasını, (46) akılcı ve
ulusçu bir eğitim kurulmasını, Cumhuriyetin ilanından önce talep etmiştir. (47)
Nihayet, savaş süresince çok büyük bir ihtilalin gerçekleştiğini idrak eden
gene kendisidir. (48) Atatürk’ün çok yönlü kişiliğini daha iyi anlamak için bir
özelliği göz önünde tutulmalıdır: Atatürk Türk ulusunun ortak bir duygusunu,
din duygusunu sömürmekten – bunun tükenmez bir manevi güç kaynağı olacağını
bildiği halde – kesinlikle ve sistemli olarak kaçınmıştır. Hiç bir zaman
müttefiklere ve Yunanlılara kutsal savaş ilan etmemiştir. (49) Ulusçuluk
ilkesini bayrak edinmiş ve, yığınların anlayışsızlığını yenmek zorunda kalacağını,
(50) şiddetli bir direnme ile karşılaşacağını bildiği halde, ulusta bu yeni
bilinci uyandırmaya çalışmıştır. Bu yüzden Anadolu’da yer yer ayaklanmalar
olmuştur; onun bu, temel ilkeler konusunda ödün vermeme kararı, Ankara
hükümetinin direnişi örgütleme çabasını çok güçleştirmişse de, toplumu ileride
başlatılacak olan yenilik hareketlerine hazırlama bakımından yararlı olmuştur.
Bu kadar aydınlık ve berrak bir zekâya sahip olan bir
insanın kendi eserinin anlam ve değerini kavrayamayacağı düşünülemez. Hukuk
okulunun açılması münasebeti ile, Ankara’da söylediği söylevde (51) devrimin
geçirdiği aşamaları ana hatları ile dile getirir: Atatürk’ün gözünde başarılan
ihtilal o denli önemli ve geçmiş ihtilallerin hepsinden nitelik bakımından o
kadar farklıdır ki ona bir başka ad vermek gerekir: (52) gerçekten de, bu
ihtilal sayesinde Türk toplumu tümüyle dünyaya dönük – yani akılcı ve laik –
yepyeni bir zihin yapısı edinmiştir.
ATATÜRK’Ü HUMANİST BİR PERSPEKTİFTE KAVRAMAK
Atatürk’ün kişiliğini ve eserini incelemiş olan
tarihçileri yanıltan çeşitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir.
Mussolini’nin ve Hitler’in çağdaşı olması, bir takım karşılaştırmalara ve
benzetmelere yol açmıştır: günün geçerli yöntemi olan pragmatik ve pozitivist
yöntem bu yoldaki çalışmalara hız kazandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist
yöntem her şeyin yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle olduğu
için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da, hiç olmazsa, büyük yanılgılara
yol açmaması için, bizzat olayların akla ve mantığa uygun olmaları ve gene akla
uygun ve mantıklı koşullardan kaynaklanmaları gerekir. Ne var ki bu yöntem batı
evreninden, yani içinde doğduğu evrenden farklı bir evrenin sorunlarını
incelemek için kullanıldığı zaman tümüyle yetersiz olduğunu ortaya koymakta
gecikmemektedir.
Pragmatik yöntem Atatürk’ün, tıpkı Mussolini ve Hitler
gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuş olduğunu saptamakla yetinir.
Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değişik ülkelerde aynı sonucu doğuran
çok değişik ve özel koşulların bulunabileceğini hesaba katmaz ve böyle bir
araştırma ile kendini görevli saymaz: olayların nedenlerini incelemeye
yanaşmaz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez. Oysa Atatürk ile
Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdülen değişik amaçlardadır.
Mussolini ile Hitler Fransız ihtilalinin ilkelerine cephe alırlar ve,
demokrasinin kokuşmuş bir yönetim biçimi olduğu savı ile, aslında diktatörlüğün
övgüsü olan yeni bir devlet kuramı oluşturmaya uğraşırlarken, “diktatör”
Atatürk kent kent dolaşıyor, cumhuriyet rejiminin yararlı yanlarını anlatmaya
çalışıyordu; “Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir;
sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil
insanlar yetiştirir” diyordu. (53) Takriri sükûn yasasının yürürlükte
olmasından yararlandıysa “yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade
etmiştir. .. O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda, lâyık olduğu
mevkie ıs’at etmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temeller üzerinde, her gün,
daha ziyade takviye etmek için” yararlanmıştır. Bu ise, ancak bir koşulla,
“istibdat fikrini öldürmek” koşulu ile olanaklıydı. (54)
De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim
demokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik ideale göre eğitmeyi
amaç edinen bir rejimdi. (55) Nesnelerin gözle görülür somutluğundan başka
gerçek tanımayanlar için bu oldukça karışık bir durum gibi gözükebilir; ancak,
ister çapraşık diye nitelensin, ister öngörüşlü olarak kabul edilsin, bu
davranış Türk toplumuna 1945 ‘te çok partili rejime geçme ve, ülkeyi herhangi
bir bunalıma sürüklemeksizin, 1950 seçimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile
ulusun yazgısını elinde tutmuş olan Cumhuriyet halk partisini iktidardan
uzaklaştırma olanağını vermiştir.
Eserinin yanlış anlaşılmasına yol açan ikinci bir
etken, 1917′de Rusya’da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk’ün siyasal
ve toplumsal kurumların laikleştirilmesi için gösterdiği çaba, kötü niyet ya da
bilgisizlik yüzünden, marksizmin öğretisel ateizmi ile sık sık karıştırılmıştır.
(56)
İşte bu çeşit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk
üzerine bugün hâlâ özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, onun
Mecliste ve Meclis dışında söylediği söylevleri ve özellikle 1927 yılında
okuduğu Büyük Nutuk’unu okumak ve iyi anlamak gerekir. Bu o kadar kolay bir iş
değildir; çünkü Atatürk’ün düşüncesini ve eserinin taşıdığı anlam ve değeri
gerçekten anlayabilmek için iki ayrı evreni kapsayan geniş bir bilgiye gerek
vardır: batının humanist değerlerini olduğu kadar, kuramsal eserlerden çok
günlük hayatın gerçekliğinde beliren İslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu
vardır. Oysa, batılı bilginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç te
yabancı olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fikirsel ve
manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı ölçecek, devrimin taşıdığı
evrensel nitelikteki değeri kavrayacak güce sahip değildirler; bunun nedeni;
bir yandan batılı olmayan dünyayı tanımamaları, bir yandan da kullandıkları
pragmatik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince, bunlar batıyı çok yüzeysel bir
biçimde tanımaktadırlar ve, Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda
harcadığı çabanın büyüklüğünü değerince anlamakla beraber, devrimin gerçek
amaçlarının ne olduğunu saptamak ve dolayısıyla devrimi fikir düzeyinde
değerlendirmek gücünden yoksundurlar.
Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk,
Atatürk’ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kaynaktır. Böyle
olduğu halde, bugüne kadar hiç bir ciddi incelemeye konu edilmemiş olması
dikkat çekicidir.
Onu gerçekten anlayanlar için, . Nutuk edebi ve
tarihsel değeri ilk bakışta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımıza
göre, Nutuk biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en büyük eseridir.
Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir:
tarih eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa uygun bir
yorumu anlaşılıyorsa, 1919-1927 yılları arasında yer alan olayların bu
anlatımından ve bu yorumundan daha kusursuz bir şey düşünülemez; çünkü yazar o
olayları tasarlayıp gerçekleştiren insandır. Böylece Thukydides’in dilediği
ideal durum oluşmuş olmaktadır. (57) Atatürk’ün söylevi, tıpkı Thukydides’in
tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir, ve nasıl Thukydides’in eserinde
devlet adamlarına atfedilen söylevler çıplak olayları fikir yönünden
aydınlatıyorsa, Atatürk’ün Nutuk’unda da gönderilip alınan telgrafların
metinleri okuyucuyu Kurtuluş savaşının manevi ortamına sokuyor; (58) bununla da
kalmayıp, geçen olayların en derin nedenlerini ortaya koyuyor. Nutuk’a
geçirilen bu metinler birer gerçek belgedir; bu nitelikleri ile, Thukydides’in
tarihine serpiştirdiği söylevlerden daha büyük bir değer taşırlar. Bundan daha
önemli olmak üzere, o metinler bize asıl savaşımın muharebe meydanlarında
değil, telgraf makinelerinin başında sürdürüldüğünü göstermektedir.
Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk
devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, onun eserinin
geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin yalnızca bir devamı olduğu
görüşünü ileri sürerler; kişisel bir yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel
nesnelliğe sıkı bir bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar.
Devrimin önceki dönemlerin olaylarını izlediği, önceki dönemin tarihine
bağlandığı kuşkusuz yadsınamaz. Ancak Atatürk’ün düşüncesi ile Osmanlı
yenilikçilerinin düşüncesi arasındaki farkın öz farkı olduğu da ancak körü
körüne yan tutanlarca reddedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil, (59) bir
nitelik ve ruh farkıdır.
Özellikle ticaretle ilgili bir çok maddelerinin şeriat
esaslarını açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle’nin hazırlanması ile – İsviçre
vatandaşlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çevirisi olan – Türk vatandaşlık
yasasının, nisan 1926 tarihinde Türkiye’de yürürlüğe konması ve böylece yeni
bir hukuk düzeninin kurulması arasındaki fark ne ise, bu iki düşünce arasındaki
öz farkı odur. (60) Aynı zamanda Peygamberin temsilcisi olması dolayısıyla,
uyruklarının dünyasal ve ruhsal efendisi durumunda olan bir hükümdarın,
kurulmasına razı olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik
ilkesine dayanan cumhuriyetçi ve laik bir rejim arasındaki fark ne ise, o iki
düşünce arasındaki fark ta öyle bir ruh farkıdır. Nihayet, Sokrates’le
davranışlarının bir örneğini Platon’un Phaidros’unda gördüğümüz sofistleri
karşı karşıya getiren bakış açısındaki farklılık ne ise, bu da öyle bir
farklılıktır. (61)
Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay
eden; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına inanmayıp,
rüzgârın kızı, kayaların üstünde arkadaşı Pharmakeia ile oynarken itip aşağıya
yuvarlamış olacağını düşünen sofistlerin görüşüne uymayı reddeder. Eski
mythosların bu biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında onun için çekici
bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun tutumu başkadır: bu halk
öyküsündeki şiir havasını beğenir, ancak bu masalı mantığın ölçülerine vurarak
incelemeyi reddeder. Mythosun yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe
araştırmaları alanından ayrı tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözünde
halkın ince ruhunu dile getiren güzel bir masaldır, o kadar. Sofistler ise
akılcı yorumları ile efsanenin şiir havasını bozmakta, buna karşılık gerçeği
bulgulama yolunda tek adım atamamaktadırlar. Sokrates’in sofistleri
eleştirmesinin nedeni budur.
Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden
daha saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler; onların
kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları ciddi bir zihin çabası
gösterme gücünden yoksun olduğu için daima ödünlü uyuşma yoluna sapanlarla
beraberdir. Sofistlerin davranışı böyle bir ödünlü uyuşmadan -eski değer
yargıları ile yeni görüşleri birlikte koruma olanağını veren bir ödünlü
uyuşmadan – öteye varmaz. Sofistler mythosu bir yana itmiyorlar; kayaların
üzerinde oynarken birdenbire yok olan Oreithyia’nın anısına bir bakıma
bağlıdırlar. Bambaşka bir biçimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin
verilerini kabul ediyorlar. Hiç bir şeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar;
eski bir öyküyü çağdaş anlayışa, günün görüşlerine ve duygularına uydurmakla,
yani modernleştirmekle yetiniyorlar. Oysa Sokrates yıkıyor, yok ediyor. Tanıma
kaynağı olarak mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların aktardığı bilgiler
onun için geçersiz şeylerdir. Hakikatin kaynağı, devletin manevi ve toplumsal
düzenine temel oluşturan ilkelerin kaynağı onun için artık gelenekler değil,
akıldır. Bu durumda sofistler yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun
Atina mahkemesi tarafından ölüme mahkûm edilmesinin gerçek nedeni bu
ihtilalciliğidir.
29 ekim 1923′te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem,
coşkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk’ün burada çizilen manevi
portresi göz önünde tutulursa, büyük devrimi meydana getiren – laik devletin
kurulması, Arapça ve Farsça nın okullardan kaldırılması, öğretimde çağdaş
bilimlere ağırlık verilmesi, ülke kapılarının batı tekniğine açılması, din
esasına dayanan yasanın yerine İsviçre vatandaşlık yasasının ve İtalyan ceza
yasasının konması, Arap harflerinin kaldırılıp Latin harflerinin kabul
edilmesi, Avrupalı örneklerine uygun bir çok toplumsal ve kültürel kurumlarla
bir çok eğitim ve sanat kurumlarının kurulması, giyim kuşamda batıya uyulması
(62) gibi – büyük atılımların bu kadar kısa bir zamana nasıl sığdırılmış olduğu
daha iyi anlaşılır. Birbirini süratle izleyen bu aşamaların son amacı ülkeyi,
önceden ve özenle hazırlanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baştan
başa değiştirmektir.
Radikal yenilenmeden Atatürk’ün anladığı, toplumun
tümüyle de olsa sadece maddi yaşamının değişmesi değil, onun kültürel ve manevi
yaşamının da özlü bir değişmeye uğramasıydı. Yeni değerlerin kabul edilmesini
yeterli bulmuyordu; istediği, bu değerlerin kişilerin zihnine işlemesi, onların
zihin habitus’u haline gelmesiydi. (63)
Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman
olmayan azınlıkların tekeline bırakan ve böylece – dinin koyduğu ticaret yapma
yasağının da yardımı ile – Türk ulusunu etkin yaşamdan uzak tutup onu tam bir
hareketsizliğe zorlayan kapitülasyonların kaldırılması, Türk toplumunun bundan
sonraki atılımını olumlu yönde etkilemiştir.
Alıntıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder