Yirminci yüzyıl insanlık târihi açısından çok büyük
felâketlerin yüzyılı oldu. Savaşlar, ideolojik dalaşmalar, ekonomik bunalımlar;
vahşî kapitalizmin ekonomik, siyâsî ve sosyâl sömürüsü bu felâketlerden
birkaçı. Karamsar bir tablo çizmek istemem; ama sanırım yirmi birinci yüzyıl
daha da büyük felâketlere gebe. Hâl böyle olunca dünyâ barışı düşünsel bir odak
noktası hâline geliyor ve Felsefe’nin buna kayıtsız kalması da pek mümkün
görünmüyor.
İmdi Felsefe’nin dünyâ barışına katkısı üzerinde
konuşmadan önce ilk olarak yapılması gereken: dünyâ barışı hakkında, bunu
yapmak için de öncelikle barış hakkında düşünmek olsa gerek. Pekî şu barış da
neyin nesidir acabâ? Efendim bana sorarsanız barış: belirli bir durumun adıdır;
kendine özgü koşulları ve özellikleri olan belirli bir durumun adı. Pekî nasıl
bir durumdur bu? Başka deyişle bu koşullar ve özellikler nelerdir? Bana
sorarsanız çatışan güçlerin olmadığı ve adâletin tesis edildiği belirli bir
ortamdır. Örneğin birbiriyle çatışan iki kişinin aralarında barış yaptığı
söylendiğinde aslında bu kişilerin çatışmayı bıraktığı ve aralarındaki ilişkide
adâleti tesis ettiği söylenir. Veya birbiriyle çatışan iki devletin aralarında
barış yaptığı söylendiğinde de kezâ bu durum geçerlidir. Örnekleri
çoğaltabiliriz; ama buna gerek yok. Ancak tüm bu örnekler bizi hep aynı yere
götürür; imdi barış: belirli bir ilişki içinde şu ya da bu nedenle bozulan
adâletin yeniden tesis edildiği durumdur.
Pekî adâlet nedir? Ben bu konuda Platon’la hemfikîrim:
hakkı olana hakkını vermektir. Demek ki barışa giden yol: belirli bir ilişkide
hakkâniyet esâsını gözetmekten geçiyor. Dolayısıyla hakkâniyet esâsının
gözetilmediği bir ilişkide çatışan güçlerin ateşkes hâline geçmesi barışı
sağlamıyor.
O hâlde dünyâ barışına giden yol da dünyâ
devletlerinin birbirleri arasındaki ilişkilerde hakkâniyet esâsını tesis
etmekten geçiyor, bir kez tesis edildikten sonra bunu korumak gerekiyor.
Pekî bu noktada Felsefe’ye düşen görev ne ola ki? İmdi
efendim Felsefe bir nelik araştırması etkinliğidir; bir şeyi tam da o şey yapan
şeyin ne olduğunu araştırma işidir. Öte yandan dünyâ devletlerinin birbirleri
arasındaki ilişkilerde hakkâniyet esâsını tesis edecek ve koruyacak kurum da
kuşkusuz siyâset kurumudur. Siyâset kurumunun işleyişi de birtakım kavramlara
ve ilkelere dayanır; söz gelişi bağımsızlık, özgürlük, eşitlik vb. bu
kavramlara örnekken; çağdaş demokrasi, liberal demokrasi, sosyâl demokrasi,
muhafazakâr demokrasi vb. de bu ilkelere örnektir. Gerek bu kavramlar gerekse
bu ilkeler belirli ideâllere göndermede bulunur ki siyâset kurumu da bu
ideâlleri gerçekleştirme mücâdelesinin yapıldığı kurumdur. Ne var ki bu kurumun
işleyişi pek çok nedenden dolayı pek çok defâ, bunları gerçekleştirmeye mâni
olabilmekte; hem üstelik bu tür faaliyetlere meşruiyet elbisesi de
giydirebilmektedir. Söz gelişi özgürlük adına yapılanlar özgürlüklerin daha
fazla zarar görmesine neden olabilmekte veya çağdaş demokrasi adına yapılanlar
çağdaş demokrasiye zarar verebilmektedir.
İmdi efendim bu gibi konularda Felsefe’nin yapacak
olduğu çözümlemelere duyulan ihtiyaç da bu gibi faaliyetlere karşı çıkma
çalışmalarının sağlam temellere oturtulmasına duyulan ihtiyaçtan gelir. Bu
bakımdan dünyâ barışına engel olan faaliyetlerin, hakkında olduğu sanılan
ideâllerle ilişkisini kesmek ile bu kavram ve ilkelerin neliklerini ortaya
koymak da dolayımsız bir ilişki içindedir. Felsefe’nin dünyâ barışına katısı da
bu dolayımsız ilişkiden gelir.
Alıntı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder