Biyolojik açıdan diğer canlılardan farklı olmayan
insanoğlunun temel niteliklerinden birisi dünya-içeriliğidir. Bu yetisi ile,
nesneleri simgesel olarak dönüştürür ve dış dünyayı bir bilinç varlığı haline
getirerek, bir evren tasarımına yönelir. Bu durumda ise iki gerçekliğin içinde
yaşar. Birisi fiziksel gerçeklik diğeri de kültürel gerçekliktir. Bu nedenle
insan, organik yaşamın sınırlarını aşan bir canlı olarak, farklı bir varlık
alanına açılır. İşte bu noktada da varoluşunun özünü, yarattığı bu kültürel
evrenin içerisinde kurar ve tanrı kavramını orada bulur. Sonuç olarak
oluşturduğu bu “simgeler evreni” içerisinde zihinsel edinimlerde bulunan insan,
inandığını bilir, bildiğine de inanır. Bu durum ilk bakışta bir paradoks olarak
gözükebilir ancak unutulmamalıdır ki inanç “anlamak için inanıyorum” diyebilen
Agustinus gibi birçok düşünüre göre bilmenin başlangıcını oluşturan ilk
basamaktır. Öyleyse inançla bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel
evrenindeki yolculuğunda bilgiyi anlamaya çalışmış, ona ulaşmak istemiştir.
İşte bu bilgi arayışı da felsefi düşüncenin ortaya çıkmasına uygun zemini
hazırlamıştır.
Bilgelik sevgisi anlamına gelen “philosophie”Yunanca
bir kelimedir ve insanın hakikate ulaşmak için çaba göstermesi anlamına
gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yanında, öteden beri, bir de
“ahlak” disiplini bulunur. Metafizik var olanı bilmek ister. Ahlak ise olanı
değil olması gerekeni araştırır. Kısaca şöyle de denilebilir: Evrenin kaynağını
bilmek isteyen teorik felsefenin yanında, bir de insanın yürüyeceği yolu
gösteren pratik felsefe yani ahlak vardır. Ancak felsefenin iki ana prensibi
olan metafizik ve ahlakın yanında bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadır: bu
da “Mantık” tır. Mantık doğru olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dâhil
her bilgi mutlaka hakikate ulaşmak ister ve her bilim sürekli olarak doğru
bilginin peşindedir. Burada ise kaçınılmaz bir şekilde “hakikat nedir ve nasıl
elde ederiz” problemi ortaya çıkmaktadır. İşte felsefede, sözü edilen bu ana
problemlerden oluşan bir dokumaya benzemektedir.
İlk felsefi yaklaşımlar Brahma dininin Rigveda denilen
en eski bölümlerinde bile karşımıza çıkmaktadır. Rigveda da “Tanrılar ve
insanlar yokken bu evrende acaba ne vardı” sorusu sorulmaktadır. Bu türden
düşünceler ilk felsefi açıklamalar olarak kabul edilebilir. Fakat felsefe
nerede ve ne zaman başlamıştır sorusunun cevabı esasında felsefenin
kurallarından dolayı belki de şöyle verilebilir: “İnsan nerede kendi
düşüncesiyle dogmalara karşı bir reaksiyon göstermiş ve inancın dışına çıkmak
gereksinimini duymuşsa, o anda orada felsefi düşünce, saf ve gerçek anlamda
başlamış olur” İşte bu yüzden insanlığın bilinen kültür tarihinin başlangıcını
oluşturan Sümer, Mısır ve Hint felsefeleri kendini hiçbir zaman dogmalardan
soyutlayamamış ve bir tür rahip felsefeleri olarak kalmıştır. Kendisini bu
anlamda soyutlayarak tamamen bilimsel bir biçimde gelişebilen ilk felsefe ise,
Mısırdan geometriyi, babilden astronomiyi almış olduğu gibi ussal düşünce
tarihinin öncesinden etkilenmiş olmasına rağmen, yine de eski “Yunan”
felsefesidir denilebilir.
İşte bu Çağlarda yaşayan ve bir din yenilikçisi olarak
tanınan Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yıl geçmeden kökleri Homer ve
Hesiod’a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanrı kavramı ile savaşır ve
Tanrıların insanlaştırıldığını söyler. Bir yazısında Homer’den şikayet bile
eder. Çünkü Homer tanrılara insanların çirkin ve kötü davranışlarını yüklemiştir.
Ksenofanes Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmak ister. Ayrıca o
tanrıların insan biçiminde tasarlanmasına da karşıdır. Ona göre Tanrı birdir,
her şeyi görür, her şeyi işitir, değişmez, ölümsüzdür ve soyut gücü ile
evrendeki tüm davranışları ve değişimleri düzenler. Ksenofanes bu düşünceleri
ile daha sonraları Eflatun ve Aristo’daki tanrı kavramının da hazırlayıcısı
olmuştur. Görüldüğü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki monoteizm
Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklıdır. Çünkü onun tanrı kavramı aynı
zamanda panteisttir. Yani tanrı bir yaratıcı olmayıp evren ile özdeştir, evrene
eşittir.
Eserlerini özellikle güç anlaşılacak biçimde yazan
Efesli Heraklit ise ilk kez rastlanan önemli bir düşünüşe ulaşır. Heraklit,
“görünüş evreni” ile “gerçek evren”in birbirinden ayırma gerekliliğinden
bahseder. Görünüş evreni duyularımızla algıladığımız evrendir. Bu evrenin
gerisinde gizlenen gerçek evren ise ancak akıl ile kavranılabilecek bir
olgudur. Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymalı ve duyumlarımızın bizi
aldatmasına kendimizi kaptırmamamız gerekmektedir. Bu evrendeki sonsuz
değişimler içinde tek sabit kalan şey, bu değişimleri yöneten yasadır.
Heraklitde de panteist yaklaşım vardır ancak o Ksenofanes’in aksine, Tanrının
değişmeyen sabit bir varlık değil, evrendeki tüm değişmelerin düzenleyici
yasası olduğunu savunur.
Ksenofanes’in kurduğu Elea okulunun ünlü
temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüş ayrılıklarına
düşmüştür. Bu durum felsefedeki ilk ve bilinçli görüş çatışması olarak kabul
edilmektedir. Parmenides, evren konusundaki düşüncelerini yalnızca akıl yolu
ile elde etmeyi deneyen ilk düşünürdür. O felsefe tarihinin ilk rasyonalist
filozofudur. Parmenides felsefesinin temeline “Varlık varlıktır, yokluk
yokluktur” kuramını yerleştirmiştir. Ona göre varolmayan bir şeye var demeye
kalkışmak çelişkilidir ve bu konuda Herakliti de açıktan suçlamıştır. Aslında
her iki düşünür gerçek evreni akıl yolu ile kavradığımız evren olarak
görmüşlerdir. Ancak iki evrenden hangisinin gerçek olduğu konusunda
birbirlerinden kesinlikle farklıdırlar. Parmenides’e göre aldatıcı olan değişme
halinde bulunan evrendir. Değişmeyen, sabit duran ve bir olan evren gerçek
evrendir. İşte bu “BİR” tanrıdır yada tanrı ile özdeştir.
İkinci dönemin önemli filozoflarından olan Anaksogoras
ise “bir kaostan nasıl oldu da bir kozmos oluştu” sorusunu sormuş ve Evrendeki
düzeni oluşturan sebepleri araştırmıştır. Ona göre nasıl bir taş yığınından ev,
bir çamur yığınından heykel oluşamazsa, kaosta kozmosa kendiliğinden dönüşemez.
Bunun için bir plana göre çalışan yaratıcı zekaya gereksinim vardır.
Anaksagoras evrenin bir tür mimarı olarak değerlendirdiği bu güce “Nus” adını
vermiştir. Ona göre Nus bir tanrıdır. Yalnız, onun Tanrısı, sadece Evrenin bir
mimarı ve yapıcısı olup, yaratıcısı değildir. Nus bir vuruş ile evreni
oluşturmuş ve sonra sahneden çekilerek evrenin oluşunu kendi haline bırakmıştır
(Deizm). Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüşle veya teolojik
yaklaşımla açıklayanların ilki sayılır. Bu durum ise, evrenin başlangıcından
günümüze kadar belli bir amaç doğrultusunda hareket ettiğini kabul etmek
demektir.
Demokrit ise teolojik görüşün zıddı bir evren
açıklamasının tipik temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardır: “Bu evrenden iki
şeyi kaldırmak gerekir, onlarda amaç ve rastlantı’dır” Demokrit kendisine kadar
olan filozofların en maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek, madde
olan atomlardan oluşur.
Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla
ilgilenmişlerdir. Onlara göre şimdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarlı
bir anlayış elde edememiştir. Sofistlere göre: “Ne kadar filozof varsa, evrenin
yapısı hakkında o kadar görüş vardır” Sofistlerin en ünlülerinden olan
Protagoras daha da ileri gitmiş ve “Tanrılar var mı yok mu bilemeyiz” demiştir.
Onun çok ünlü bir kuralının olduğu söylenir. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” .
Protagoras için tümel bir gerçek yoktur. Olsa olsa her insanın kendisine ait
inançları vardır. O halde her görüşün karşıtı olabilir ve hangisinin doğru
olduğunu göstermek için tek yol vardır. Bu da karşıdakini inandırabilme
gücüdür. İşte hitabetbu noktada asıl olandır. Nitekim sofistler gramerbilimini
ilk kez ortaya koyanlardır.
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli aşamasına
ulaşmıştır. Bundan sonraki felsefe akımlarının en önemli konusu erdem ve
erdemin nitelikleri olmuştur. Sokrat temelde dindar bir insandır. O yaşamın
yüksek bir gücün kontrolünde olduğuna sağlam bir inanç ve bilinçle inanır.
İçinden gelen sese “benim diamon’um” diyerek o kutsal gücün dışında değil
içinde olduğunu belirtmiştir. Onun mutluluğa verdiği cevap kendisiyle
gösterebildiği uyumu, erdeme verdiği cevap ise bilgidir. Peki öyleyse “bilgi”
nedir. Ona göre bu noktada önemli olan dışarıyı yani evreni bilmek değil
insanın kendi kendini bilmesidir. Belki de bu yüzden Sokratın eğitim
metodolojisinde ve oluşturduğu diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu
oluşturur ve sentez kişinin kendisine bırakılır. Sokrat’ın yolunu takip eden
sonraki düşün akımları da “kendini bil” varsayımını rehber edinmişlerdir.
Kendisini Sokratın mantıksal devamı sayan Eflatun
(Platon M.Ö 427-347) içinse iki evren vardır. Bu iki evren gerçek evrendir.
Biri; sürekli var olan ve yok olan, algılanabilen, nesnelerin sürekli değişmek
zorunda olduğu evren; ötekisi başlangıcı ve sonu olamayan idelerin ya da
ideallerin evreni. Eflatun’a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm
süren yasaları tanımaktır. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katıldığı
ölçüde bilmek mümkündür. Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki
ikinci büyük düşünürü olan Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yıl boyunca batı
uygarlığına hakim olmuş ve dönemin temel görüşlerini oluşturmuştur. Ona göre
bilmek, objeleri tek tek tanımak olmayıp, bu objeleri bir de “genel bir kavram
altında toplamak” demektir. Eflatunun tersine, Aristo’ya göre genel kavramlar
tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo’nun deyimiyle doğa yada canlı güç
“bir mimardır” çünkü doğa yaratabilendir. Bu benzetmenin aslında özel bir
anlamı da vardır; ki o da mimarın belli bir plan ve amaca göre çalışmasından
dolayıdır.
Romalı Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini
“Tanrının ruhunda gizli olan” şeklinde yorumlamıştır. Philon, Platocu
felsefeyle Tanrının elçisi olan Musa’nın hermetik kökenli öğretisini
birleştirmiş ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi aynı potada eritmek
istemiştir (yeni Eflatunculuk). Bu girişim daha sonraları üç semitik din içinde
benimsenip irfan yada gnosis öğretisi olarak yer almıştır. Hermetik
öğretininPhilon sonrası döneminde İbrani kabalası yazıya dökülmüştür. Ayrıca bu
dönem, Museviliği olduğu kadar İslam Tasavvufunu da derinden etkilemiş,
özellikle İbn-Arabi, varlık birliği yada vahdet-i vücut kuramı ve yöntemiyle
hem felsefe, hem de tasavvuf da önemli bir etki oluşturmuştur.
Antik Ege uygarlığının ardından felsefe, genelde yeni
dünya dini Hıristiyanlığın etkisi altına girmiştir. Bu dönemde felsefenin
işlevi, dinin dogmalarını temellendirmek ve savunmak olmuştur. Antik çağın iki
düşünürü Platon ve Aristotelesin düşünceleri bir yandan resmi ideolojiye
dönüşürken, diğer yandan da ilginç bir şekilde yasaklanmıştır. Orta çağdaki bu
Skolastik felsefe anlayışı, tek ve asıl gerçeğin Tanrı olduğunu, Dünyanın ise
gerçek olmayan bir gölge olduğu savını egemen kılmıştır. Dolayısıyla dogmalar,
tanrısal düşüncenin mantıksal sonuçlarıdır. Bir başka deyişle inanç akılla
doğrulanmalıdır. Dönemin düşünürlerinden Scottus Eriugena’ya (833-880) göre
tanrı real töz yani asıl gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St. Anselmus
(1033-1109)’un “Monologion” adlı yapıtında Tanrı, adalet, iyilik, bilgelik ve
mutluluğun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adlı yapıtında ise Tanrının
varlığında yoğunlaştığını ve birliğe ulaştığını ileri sürmüş, çoklukta tekliğin
bulunduğunu ortaya atmıştır. Aquino’lu Thomas’a göre ise Tanrının düşünceleri
en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanrı kendinde
gerçekliktir. Fakat Thomas’a cevap çok geçmeden İskoçyalı Duns Scotus
(1224-1274)’dan gelmiştir; “Felsefenin aracı olan us, vahiyle gelen Tanrı
bilgisini doğrulayamaz”. İşte bu tutum Tanrıbilimi’ni yada Teolojiyi bir
“bilim” olmaktan çıkarmış ve skolastik dönemin kapanışını hazırlamıştır. Bu
durum ise Tanrıbilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarının başarısız
kalışının kabulü anlamına gelmiş ve Yeniçağ yada Rönesans’ın ussal ve bilimsel
düşünceyi öne çıkardığı dönemin başlamasına neden olmuştur.
Bu dönemde Descartes “Kuşkulandığım hiç bir şey gerçek
değildir, ancak kuşkulanıyor olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku düşüncemin
kaynağıdır” diyerek, ilk gerçek düşüncenin “kuşku edimi” olduğu sonucuna
varmıştır (Septizm). Ona göre kuşku üzerine kuşkulanmak bilinçlenmektir.
Bilinçlenmiş kuşku ise özünde bir eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur.
Kant ise kuramsal usun eleştirisinde, gerçeğin yalnızca fenomenler düzeyinde
bilinebileceği sonucuna varmış ve ancak böyle bir bilginin güvenilir olduğunu
ileri sürmüştür. Ona göre bundan ötesi metafiziktir ve inancın konusu olur.
Hegel’de eleştirinin eleştirisini yapar ve eleştiriyi
aşmak için senteze gitmek gerektiğini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun
oluş süreçlerini, bir kavramı bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir.
Akıl ile doğa, ya da bilen ile bilinen özdeştir, çünkü her ikisi de akıldır ve
aynı yasalarla devinirler. İşte bu nedenle, aklın dış dünyayı kavraması aslında
kendini kavraması, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal olandır ve ussal
olan da gerçektir. Bu söylem ise şu sonucu doğurur; “Algılarımız,
tasarımlarımız ve kuramlarımız nesnel gerçeğe uygun oldukları oranda hakikat
olurlar”
Rönesans’la başlayan teolojiden arınma uğraşısı,
Aydınlanma sürecinde felsefenin yeniden kendi bağımsızlığını kazanmasıyla
sonuçlanmıştır. Deistlerle birlikte ortaya çıkan sekülerizm ise 16.yy’da
Romantik deistlerin elinde dinsel yaşamın eleştirisine dönüşmüştür. Onlar
tanrının yalnız akıl yoluyla bilinebileceğini söylemişlerdir. Aydınlanmanın
içeriğinde “insan nedir” sorusuna verilen yanıtlar ise Hümanizm, akılcılık ve
evrenselcilik evrelerini ortaya çıkartmıştır.
Felsefe ile teoloji arasındaki problem, aslında farklı
tasarımların sonucunda oluşan tanrı kavramlarının çatışması değildir. Kuralcı
inanan ile filozofun din üzerine farklı şeyler söylemeleri; tanrı kavramına
farklı bakmalarından değil, insanın tanrı ile ilişkisini nasıl
yapılandıracağına dairdir. Felsefe tanrıya aklın yetileri içinde bakmaya
çalışır. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inancı sorgular, kimi zaman ise
bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inancı arzular. Kısacası özünde felsefe
tanrıyı istemektedir.
Görüleceği gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel
problemleri bugünde felsefenin temel problemlerini oluşturmaktadır. İnsan hala
bir yandan evren karşısındaki konumunu belirlemeye çalışırken; bir yandan da,
kamusal yaşam içinde birey olarak varlığını tanımlayıp, varoluşunu
anlamlandırmaya çalışmaktadır. Referansları nereden alırsa alsın, kavramları
kuran gene insan zihnidir. İşte bu zihin soruları sorabilmiş olmasına rağmen
tüm çağlarda süregelen o arayışına devam etmekte ve yanıtları hala aramaktadır.
Oğuz ÇİLİNGİR
14.07.2002
KAYNAKLAR
1. Greisch, J. Wittgenstein’da Din Felsefesi. Asa yay,
1999.
2. Aster, E.V. İlk Çağ ve Orta Çağ Felsefe Tarihi. İm
yay, 1999.
3. Taylan, N. Düşünce tarihinde Tanrı Sorunu. Şehir
Yay. 1998.
4. Yıldırım, H. Dinsel İnanç Sistemlerinde Tanrı
Algılayışı, İnternet Taraması.
5. Hançerlioğlu, Orhan. Düşünce tarihi, Remzi
kitapevi, 1999
6. Adıvar, A.A. Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi
Kitabevi, 2000.
7. Işıklar, E. Tanrıbilim ve Felsefe Konuşmaları,
Gündoğan Yay, 1994.
8. Russel, B. Sorgulayan Denemeler, Tübitak, 2000.
9. Maublanc, R. Felsefe, Bilim ve Din, Evrensel Basım
Yay, 1997.
10. Plitzer, G. Felsefenin Temel İlkeleri, Sol Yay,
1998.
11. Timuçin, A. Descartes’çi Bilgi Kuramının
Temellendirilişi, Bulut Yay. 2000.
12. Gürkan, M.B. Din Felsefesi. İnternet Taraması.
13. Akar, M. Çevre içerilikten Dünya içeriliğe doğru.
İnternet Taraması.
14. Selsam, H. Din, Bilim ve Felsefe, Sarmal
Yayınevi,1995.
15. Akin, A. Evrende İnsan, Hacettepe-Taş, 1998.
16. Bobaroğlu, M. Ekinsel Biçem ve Aydınlanma Sorunu,
İnternet Taraması.
17. Gürkan, B. “Gerçek” Kavramı Üzerine, İnternet
Taraması.
18. Dinçkal, F. Anadolu’nun Grek Anakarasına Etkileri,
İnternet Taraması.
19. Ülkü, N. Felsefe Bağlamında Tanrı Kavramı,
İnternet Taraması.
20. Gaarder, J. Sofi’nin Dünyası, Pan Yay. 1995.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder