4 Ekim 2020 Pazar

Sokrates


Sokrates

Sokrates M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşamış olan ünlü Yunanlı düşünür, filozof. Pla­ton'un hocası olan Sokrates, görüşleri, tar­tışmaları yeni iktidarın temsilcileri tarafın­dan beğenilmediği için, yeni tanrılar icat ettiği, görüş ve tartışmalarıyla, gençleri baş­tan çıkardığı gerekçesiyle ölüme mahkûm edilmiştir.

Sokrates'in felsefedeki ve felsefe tarihin­deki önemi, öncelikle onun bilinçli ve ahlâki kişiliğin bulunduğu yer olarak ruh kavramını bulmuş olmasından kaynaklanır; felsefenin merkezine insanı geçiren, insanın kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişki­sinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini araştıran, insan yaşamının kişisel, toplumsal ve ahlâki boyutunu ön plana çıkaran Sokrates aynı zamanda etik tarihindeki ilk büyük teorinin kurucusu olmak durumundadır.

Onun etiğinin en temel tezi ya da önerme­si, bir insanın en önemli faaliyetinin ruhuna gereken özeni göstermesi olduğu veya sor­gulanmamış bir hayatın yaşanmaya değer ol­madığı tezidir. Sokrates'in inancına göre, ki­şinin nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi onun değersiz, ve do­layısıyla mutsuz bir yaşam sürmesiyle eşan­lamlıdır. Ve Sokrates insanların bu soru üzerinde pek düşünmeden yaşadıklarını ima etmiştir. Çünkü insanlar başka insanların da bulunduğu ve toplum değerlerinin hakim ol­duğu bir dünyaya dahil olmuş durumdadır­lar. Ne yapmaları neyin peşinden koşmaları ve nasıl yaşamaları gerektiğini onlara her zaman anne-babaları akrabaları, kısacası bü­yükleri söyler. İnsanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler. İçin­de bulunulan sosyal atmosfer neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğuy­la, yani ahlâklılıkla ilgili birtakım fikirleri insanlara aktarır. Aynı sosyal atmosfer, ahlâklılıkla yakından ilişkili olan dini düşün­celer ve bu arada kişisel hedeflerle ilgili bek­lentiler sergiler. Söz konusu sosyal koşullan­ma ya da toplumsallaşma süreci içinde, hemen tüm insanlar toplumun ideallerine gö­nüllü yazılır ve çevrenin beklentilerine uygun yaşar. İnsanların çoğu mesleklerini dahi, toplumun kutsadığı, ya da önemsediği alternatiflerin arasından seçer ve yaşantılarını böyle planlar. Dine de aynı şekilde yazılır ve iyi ya da ahlâklı yaşamı büyükleri gibi tanım­larlar. Kısacası, insanlar üyesi oldukları top­luma ve bağlı bulundukları kültüre göre ya­şarlar. İşte böyle bir yaşam, Sokrates'in «sorgulanmamış' dediği varoluşçuların 20. yüzyılda 'sahici olmayan yaşam' diyecekleri hayattır.

Çünkü böyle bir hayatı sürdürürken çoğu insan, Sokrates'in ruh adını verdiği karakter­lerine ya da tinsel yaşamlarına gereken özeni göstermez. Sosyal kimlikleriyle, içinde bu­lundukları toplumun ideallerine uygun yaşa­dıkları zaman, insanın bunun için zamanı bile olmaz. Zenginlik arar haz ya da şan ­şeref peşinde koşarken, bir de tinsel boyutları olduğunu unuturlar, kendilerini harekete ge­çiren gücün ne olduğunu sorgulamadan, kişi­sel hedeflerinin gerçekten de değerli olup olmadığını tartışmadan başka herkes gibi yaşanan. Toplumun kendilerine sunduğu değerler üzerinde bir an bile düşünmeden, sos­yal baskıyla, bedenin arzularıyla sürüklenir­ler. Kısacası, «sorgulanmamış bir yaşam süren insanların hayatı kendi ellerinde ya da kendi kontrollerinde değildir; onların deneti­mi dışarıdan gelmektedir. Bu ise, kişiyi mut­suzluğa götüreceği için, bir felaketten başka hiçbir şey olamaz. Öyleyse, insan, mutluluğu buna bağlı olduğu için ruhuna özen göster­mek zorundadır. Ruha gereken özeni göster­mek ise insanı insan yapan şeyin ne olduğu­nu, ruhun bizatihi kendisini, neyin insan doğasını tamamlayıp gerçekleştireceğini bil­mektir.

İşte buradan Sokrates'in etik anlayışının bir başka ünlü sözü çıkar: 'Kendini bil!', 'Kendini tanı!' Yaşamda mutluluk insanın kendi benine ilişkin bilgide, insanın kendisi­ne dair doğru kavrayışta yatar, çünkü, bir insan kendi doğasını, kendisini harekete ge­çiren motifleri, zaaflarını ve sınırlamalarını, yeteneklerini, yaşamının gerçek amacını bi­lirse eğer, bu bilgiye uygun olarak akıllıca ve bilgece davranıp, mutluluk nihai hedefine ulaşabilir.

Mutluluk, buna göre, Sokratik etiğin in­sanlar için koyduğu nihai hedef, gerçek ahlâki iyidir. İyi insan tarafından arzu edi­len ihtiyaç ve eksikliği duyulan şey olmakla birlikte, Sokrates'e göre iyi, insanların ihti­yaç duyduklarını ve arzu ettiklerini düşündü­ğü şey olmayabilir, zira insanlar, gerçek ihti­yaçlarının neler olduğuyla ilgili olarak yanılabilmekte ve gerçekte eksikliğini duy­madıkları bir şeyin, hatta kendileri için zarar­lı olan bir şeyin peşinden koşabilmektedir. Şu halde, ahlâki iyi, insanların ihtiyaç duy­duklarını düşündükleri şey olmayıp, onların doğaları gereği, gerçekten ihtiyaç ve eksikli­ğini duydukları, insanlara doğal olarak ait olan ve ona sahip oldukları takdirde onları gerçekleştirecek, tamamlayacak şeydir. Sokrates'in söz konusu kendini gerçekleştirme haline verdiği ad, eudaimoniadır, yani mut­luluktur. O söz konusu mutlulukçu etik anla­yışında, ahlâki iyinin insan doğasını tamam­layıp gerçekleştirerek, insanı mutlu kılan şey olduğunu, insanın mutluluğu hedeflediğini apaçık bir şey olarak görür. Ona göre, bun­dan daha öteye gidilemez ve insanların, mut­suz olmak yerine, niçin mutlu olmayı iste­dikleri sorusu sorulamaz; bu Sokrates için olduğu kadar, tüm Yunanlılar için apaçık bir şeydir. Sokrates, tüm insanların, doğaları ge­reği, mutlu olmayı istediğini ve hiç kimsenin mutsuz olmak istemediğini söyler. Mutluluk, tüm insani istek ve arzuların nihai amacıdır ve insan hayatı ve varoluşunun en yüksek he­defidir.

Sokrates bunu ve mutluluğun bilgiyle olan ilişkisini biraz daha açıkça ifade edebilmek için, ahlâki ve dolayısıyla mutlu yaşama ile varolan çok çeşitli sanat veya zanaatlar ara­sında bir analoji kurmuştur. Buna göre, bir sanat (techne) sahibi olan insanlar, yani zana­atkarlar hem faaliyetlerinin amaçlarının ve hem de bu amaçlara nasıl ulaşılacağının doğru bilgisine sahiptirler. Bir ayakkabıcı bir ayakkabının ne olduğunu ve ne işe yaradığını, bir ayakkabının nasıl yapılacağını bilir. Bir marangoz bir masanın ya da bir koltuğun ne olduğunu ve nasıl imal edileceğinin bilgi­sine sahiptir. Bir gemi kaptanı denizde ge­miyle yolculuk etmenin gerek amaçlarını ve gerekse araçlarını bilir. Bütün bu örnekler dikkate alındığında, bir sanatın belirli ve açık seçik olarak tanımlanmış bir amacı ya da nihai ürünü ve bu amaca erişmenin veya nihai ürünü elde etmenin kabul görmüş yol­ları vardır. Sokrates'e göre yaşamak da bir sanattır; daha doğrusu iyi ve doğru yaşamak istiyorsak, yaşamayı nihai amacı mutluluk olan bir sanat olarak görmemiz gerekmekte­dir.Yaşamanın amacı olan mutluluğa erişme­nin yolları ise, bir insan kişiliğini meydana getiren yetkinlik halleri olarak tanımlanan, erdemlerden başka hiçbir şey değildir. Başka bir deyişle, onda erdem mutluluk amacının aracı olmak durumundadır; yani, erdem, in­sanın doğasını tam olarak gerçekleştirdiği, potansiyelini tam anlamıyla hayata geçirdiği, kendi yetkinliğine ulaştığı bir hal olan eudai­nıoniaya götüren, kendisiyle söz konusu mutluluk amacına eriştiği değer ya da niteliktir. Sokrates bu şekilde tanımladığı erdemi, bil­giye eşitlemiştir. 'Erdem bilgidir' tümcesi, onun yinelemekten hiç bıkıp usanmadığı bir tümce olmuştur.

Erdem bilgi ise ne tür bir bilgidir?
Sok­rates'e göre her tür bilginin erdem olmadığı açıktır zira herhangi bir sanata, alana ya da konuya ilişkin bir bilgi, insanı zorunlu ola­rak mutluluğa götürmezken. erdem olan bilgi, insanı kendisini gerçekleştirmeye ve mutluluğa götürür. Bir insan iyi bir tüccar başarılı bir hekim ya da iyi bir bilim adamı olabilir, ama yine de mutlu olmayabilir. Böyle bir insan, mesleğiyle ilgili olarak her­ şeyi bilebilir, fakat yine de mutsuz bir yaşam sürebilir. Buna göre, erdem olan bilgi iyi olmalı bizi iyi kılmalı, kısacık ya­şamlarımızı iyi bir hayat haline getirmeli­dir. Özel bilgi türleri, yaşamın çeşit çeşit iyilerini sağlayabilmekle birlikte, söz konu­su iyiler, onları nihai ve eri yüksek amacı­mız doğrultusunda, en bilgece nasıl kullana­bileceğimizi bilmediğimiz sürece, yalnızca zarar verebilir. Sokrates'e göre, insanın doğasını gerçek­leştirmesini ve mutluluğa ulaşmasını sağla­yan tek bilgi iyi ve kötüye, neyin gerçekten iyi ve neyin kötü olduğuna ilişkin bilgidir. Onun sophia ya da phronesis adını verdiği bu bilgi, tek gerçek bilgi ve bilgeliktir. Bu bilgi bir insanın birçok bilgi türü arasında, ilgisini çekiyorsa, kendisi ne yönelebileceği, kendisini ilgilendirmiyorsa da onunla uğraşmayı başkalarına bırakabileceği, bir bilgi türü değildir. Sokrates'e göre, tüm insanlar, doğaları gereği mutlu olmayı istediklerin­den ve neyin iyi, neyin kötü olduğuna iliş­kin bilgi zorunlulukla mutluluğa götüren tek yol olduğundan, bu bilgi tüm insanlar için kazanılması gereken bir bilgidir. Erdem olan bilgi, ikinci olarak insanın kendisine ilişkin bir bilgidir. Erdemi tanım­lamanın, şu halde, ikinci bir yolu, onu kendi­ni bilmeye eşitlemektir. Bu da, mutluluk amacı için kaçınılmaz olan bir bilgidir. Zira, bir insan kendisini tanımadıkça, neyin ken­disi için olduğunu, neyin kendisini, eksik ve kusurlu bir yaratık olarak bırakmak yerine, tam ve yetkin biri kılacağını bilmedikçe, iyi, yetkin ve mutlu biri olamaz. Kişi ne olduğu­nu neye ihtiyaç duyduğunu, hangi yetenek­lere sahip olup, hangi bakımlardan eksik ol­duğunu, eşdeyişle kendini bilmediği sürece, neyin kendisi için iyi ya da kötü, yararlı ya da zararlı olduğunu bilemez.

Erdem olan bilgi üçüncü olarak tek tek erdemlerin bilgisini de içerir, çünkü Sokra­tes, erdemlerin birliğini öne sürer. Örneğin, cesaret adını verdiğimiz erdem, ona göre, başıboş bir kahramanlık, anlamsız bir atıl­ganlık ve cüretkarlık, her tehlikeyi düşüncesizce göğüsleme olmayıp, neden korkulup neden korkulmayacağına, neyin göğüslen­meye değer olup neden kaçınmanın iyi ola­cağına ilişkin bilgiden başka bir şey değildir. Gerçek cesaret, uzun vadede neden daha çok neden daha az korkmak gerektiğine. neyin daha fazla, neyin daha az tehlikeli olduğuna ilişkin bir hesaplama, tartma ve ölçüp biçmedir. Aynı şekilde, adalette, bir bilgidir. Adalet, insanın kendi üzerine düşeni yapması ve kendisinin en iyi ve en uygun ol­duğu işi yapması, herkese hak ettiğini ver­mesidir. Bir insan bilgeliğe, kendine ilişkin bilgiye sahip olmadıkça, nasıl olur da, kendi­sine ait, kendisinin bir parçası olan şeyi, en uygun olan işi yapabilir? Bütüne, başkaları­na ilişkin bilgiye sahip olmadıkça, nasıl olur da, başkasının hakkını verebilir, bütünün adaletine katkıda bulunabilir?

O, aynı çerçeve içinde, yani etik alanında amacına ulaşabilmek, mesajlarını doğru ile­tebilmek için aynı zamanda dilin doğasıyla ilgilenmiş ve düşünme anlam, mantık ve tanım konusunu ele almıştır. Yaşadığı dö­nemde yoğun bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğünü, bunun etik alanını da kapsadığını düşünen Sokrates, bilgeliğin, adaletin, cesaretin, vb, anlamının ne olduğu bilinmedikçe. bilgece, adil ya da cesurca ey­lemekten söz edilemeyeceğini iddia etmiştir. Çünkü aynı sözcükleri ya da kavramları kul­lanan insanlar, bu sözcük ya da kavramlarla farklı şeyleri kastediyorlarsa eğer, Sokra­tes'in gözünde, bu, insanların anlaştıklarını sanarak anlaşmadan konuştukları anlamına gelir ve sonuç, kargaşadan başka hiçbir şey olmaz. Kargaşa, Sokrates'e göre hem entel­lektüel ve hem de ahlâki yönden olur. Ona göre, entellektüel olarak sözcük ve kavram­ları, sizin kullandığınız anlamdan farklı bir anlamda kullanan biriyle tartışarak, bir kavga dışında, hiçbir yere varamazsanız ve ahlâki olarak da, söz konusu sözcükler ahlâki fikirlere karşılık geldiği zaman sonuç bir anarşiden başka bir şey olmaz. Sokrates işte bu kargaşayı sona erdirmek, insanlara ahlâki gelişmelerinde yol göstermek için bir tartışma ve öğretim yöntemiyle, bir tanım yöntemi geliştirmiş ve tartışmalarıyla, evren­sel değerlerin özünü ve gerçek anlamını orta­ya koymaya çalışmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder