19 Kasım 2020 Perşembe

Geç Antik Felsefe

Geç Antik Felsefe

Aristoteles’in ölümünden sonraki Antik felsefenin ilkçağ bitimine kadar olan gelişmesi Hellenizm — Roma Felsefesi adı altında toplanır. (Dönem birçok değişik adlandırmayla anılmaktadır. Bu döneme “Felsefe Okulları Dönemi” de denmektedir. Biz “Geç Antik Dönem”i kullandık. Okuduğunuz metinde Macit Gökberk Helenizm-Roma Felsefesi olarak adlandırmıştır. Felsefe Ekibi) Çünkü bu felsefe bir yandan Hellenistik çağın bir ürünüdür; öbür yandan da bir bölümü Roma döneminde oluşmuş ve Romalı düşünürlerce işlenmiştir.

Kültür tarihinin bir olayı olarak Helenizm, Büyük İskender’in seferleriyle Yunan kültürünün Akdeniz çevresine ve gerilerine yayılarak, buralardaki doğulu (Mısır, Mezopotamya, İran, Anadolu v.d.) düşüncelerle karşılaşıp bunlarla kaynaşması demektir. Helenizm: Yunan kültürünün değerleriyle Akdeniz çevresindeki Yunanlı olmayan kültür değerlerinin bir bileşimidir. Böyle bir bileşim bağlamında doğup gelişen Hellenistik felsefenin başlıca özellikleri şunlardır:

1. Bu dönemde tek tek bilimler artık felsefeden ayrılmaya başlarlar. Oysa Aristoteles’e kadar felsefe ile bilimler bir birlik içinde toplanmışlardı; “felsefe” kavramı hem felsefeyi hem de bilimi kapsıyordu.

2. Hellenistik felsefe ana tutumunda bir ahlâk felsefesidir. Yanıtını aradığı başlıca soru da: “Ne biçim bir yaşayışın insanı mutlu yapabildiği”dir.

3. Aranan yaşayışı da bilge kişi gözle görülür gibi gerçekleştirir diye düşünülür. Onun için bilge ideali bu dönemin ulaşmak istediği başlıca bir erektir.

4. Bu dönemin felsefesi aydınlar için dinin yerine geçen bir dünya görüşü olmak istemiştir. Ancak, İlkçağ sonlarında ortalığı kaplayan bir din gereksinmesi yüzünden felsefe de dinle karışmak, dinle iç içe olmak durumuna girmiştir. Bu da felsefenin başlangıç tutumu ile çelişik bir durum; çünkü felsefe dinden ayrılmakla başlamıştı. İşte, sonunda dinsel bir nitelik kazanması, Hellenizm – Roma felsefesinin bir başka özelliğidir.

Hellenizm – Roma felsefesi, gelişmesinde ele aldığı sorunların ağırlık merkezine göre, 1. Ahlâksal dönem ve 2. Dinsel dönem diye iki evreye ayrılır.

Ahlâksal dönem

Başlıca ahlâk sorunları üzerinde durulan ilk dönemin üç büyük çığırı var: Kuşkuculuk, Epikurosçuluk ve Stoa. Üçü için de felsefe, “mutluluğa götüren yolun ne olduğu” sorusunu araştırmaktır. Bu araştırmaların üçü de Yunan felsefesinin çeşitli çığırlarına dayanırlar. Ancak, bütün ayrılıklarına karşın, üçü de aynı sonuçta birleşirler: Mutluluk bilgenin ulaştığı, yaşayışında gerçekleştirdiği o gönül dinginliğidir.

Kuşkuculuk, daha çok bir düşünce tutumu olarak Antik çağın sonuna kadar sürecektir. Kendisinin bir okul örgütü olmamış, ama bütün felsefe okulları üzerinde zaman zaman az ya da çok etkisi olmuştur.

Çığırın kurucusu Pirrhon’un (365 -275) başlıca bilmek istediği: “bilgide mutluluğa ulaştıracak bir gücün olup olmadığı” sorusudur ve ona göre bilgide bu güç yoktur; dolayısıyla yapılacak şey yargıdan kaçınmaktır, bilgiden vazgeçmektir, yargısızlıktır (epokhe). Ama kuşkucu felsefe bizi kuruntulardan, hiç bir gerçeğe dayanamayan korkulardan kurtarmakla yine de mutluluğu sağlayabilir – bunu yalnız kuşkucu felsefeden bekleyebiliriz.

Pirrhon’un bir öğrencisi olan Timon kuşkucu felsefeyi şu üç kavramda özetler: “Kavranamazlık”, “yargısızlık”, “gönül dirliği”. Bunların demek istediği: Kavranamaz olan konularda yargıdan kaçınmalıyız, bunu yaparsak ruh dinginliğine, dolayısıyla mutluluğa ulaşırız. Burada “yargısızlığı” özellikle davranışlar bakımından anlamak gerek. Yani nesnelerin değeri için kesin bir şey dememek; böylece nesneler karşısında her türlü istek ve duygudan kaçınmak. Kuşkucu felsefenin dayanağı Sofistlerdi.

Hellenizm – Roma felsefesinin başlıca çığırlarından biri olan Epikurosçuluk da —epiküreizm— ana – tutumu bakımından bir ahlâk felsefesidir. Bu öğretiye göre felsefe, “mutluluğa” bu en yüksek değere ulaştıracak yolların aranmasıdır. Bundan dolayı bilgi ve metafizikle ilgili sorunlar, bu kuramsal sorunlar ancak ahlâka bir “giriş” olabilirler.

Okulun kurucusu Epikuros’a (341 – 278) göre, felsefe insanı mutlu yapabilmek için onu her şeyden önce temelsiz korkulardan kurtarmalıdır. Bunu da ancak “doğaya dayanan” -fiziksel— bir dünya görüşü sağlayabilir. Bu doğal dünya görüşünü de Epikuros Demokritos’un atomculuğunda bulmuştur. Ona göre de asıl gerçek, maddi nitelikte olan atomlardır Yalnız, Epikuros bu doğa tasarımı içine Aristoteles’in “rastlantı” kavramını sokmakla, Demokritos’un doğa anlayışındaki sıkı belirlenimciliği bozmuştur.

Demokritos’a dayanarak geliştirdiği özdekçi, doğalcı bir varlık anlayışı içinde Epiküros çeşitli konuları şöyle değerlendirir.

1. Zorunlu yasalara göre işleyen bir mekanizma olan doğaya Tanrılar karışmazlar. Karışmaları “salt – mutlulukları”nı bozardı.

2. Ruh maddi. yapılı bir bileşimdir; ölümle bu bileşim dağılır. Bundan dolayı mutluluğumuza en büyük engellerinden biri olan “ölüm korkusu”nun yeri ve anlamı yoktur.

3. İstenç özgürlüğü vardır; insan gerektiğinde nedensiz olarak da seçebilir.

4. Felsefesinin asıl gözönünde bulundurduğu ahlâk öğretisinde Epikuros, Aristippos’un Kirene Okuluna dayanır; dolayısıyla “hazcı”dır —hedonist—. Ona göre de hazza —hem de esas olan duyusal hazza— ulaşmak her canlı için en doğal bir amaçtır.

Elde edilmek istenen hep “vücudun bir andaki acısızlığıdır”. Bunun için de gereksinimleri kısmayı bilmek gerektir. Yaşam ancak ölçülü, hesaplı bir biçimde, akıllıca tadılırsa —erek olan o . yüksek değere— “şen bir gönül esenliğine” ulaşılabilir.

5. Erdemler de bu mutluluk durumunun gerçekleşmesine yaradıkları ölçüde değerlidirler.. Bu bakımdan en yararlısı “bilgelik” olduğu için, “en yüksek iyi”dir.

6. Toplum felsefesi de Epikuros’un hazcılığına dayanır; Amaç tek kişinin mutluluğu olduğuna göre, toplum bunun için. kurulmuş, buna göre de düzenlenmiş olmalıdır. —Epikuros’un bu düşüncesi, toplumun sonradan bir sözleşme ile kurulduğu savının kaynaklarından biridir—.

Toplum felsefesinde bireyci olan Epikuros, bilge kişilere toplumsal ilişkilerden ancak dostluğu, bu tek tek kişiler arasındaki ilgiyi öğütler. Bu anlayışta bilge sosyal – politik yaşamdan uzak duracaktır; yoksa mutluluğu gölgelenir- tıpkı dünyanın işine karışmayan, bu yüzden salt mutluluk içinde bulunan Tanrılar gibi.

Hellenizm – Roma felsefesinin en önemli, en yaygın çığırı Stoa’dır. Çığırın kurucusu Kıbrıslı Zenon (336 – 264) öğretisi ne çıkış noktası olarak Kiniklerin felsefesini alır, ancak bu felsefede köklü değişiklikler de yapar.

Zenon için de felsefenin baş konusu ahlâktır. Öteki konulardaki, bilgi ve varlık konularındaki çalışmalar, ancak ahlâk üzerindeki araştırmaları desteklemeye yararlar.

Bilgi anlayışında Zenon duyumcudur. Bilgi dediğimiz, duyumlardan oluşan tasarımlardır. Tasarımlar arasında da üzerimizde nesneyi . Olduğu gibi yansıtıyor izlenimini bırakan güçlü tasarımlar —kataleptik— doğru olanlarıdır. Ancak, bilginin böylesi de, bilgenin o hiç sarsılmayan gerçek bilgisi değildir, bununla. “sanı” arasında bir şeydir.

Varlık —metafizik— anlayışında Zenon materyalist bir tekçilik geliştirmiştir. Ana – varlık (arkhe) tektir ve maddi niteliktedir; devindiren yönü ile evrene düzen kazandıran ussal ilkedir. “Doğa “ ya da “Tanrı” da denebilecek olan ana – varlığın özü ateş’tir. Evren bu ana – ateş’in dönümlü olarak yanmasından oluşmuştur ve böyle oluşup gidecektir. Ana – ateş bütün varlıklarda bir” soluk” olarak bulunur. Ama her varlık çeşidinde başka başka kılıklara bürünmüş olarak görünür: İnsan da us, hayvanda can, bitkide yetişme, cisimde güç olarak. Bu temel-varlığın —Tanrının— bütün varolanlarda bulunduğu, kendini gösterdiği anlayışı —panteizm— Stoa felsefesinin başlıca bir özelliğidir.

Zenon’un bilgi ve varlık konusunda geliştirdiği bu düşünceler, hep ahlâka, felsefenin bu temel bilgi koluna bir hazırlık gibidir. Zenon için ahlâklı olmak, erdem, usa, doğaya uygunluktur. Bunu da en iyi Sokrat ile Kinikler Okulunun kurucusu Antisthenes gerçek kılmışlardır, somut bir hale getirmişlerdir. Ussal bir yapısı ve gidişi olan ‘ doğanın yasasına uymak” Stoa ahlâkının temel ilkesidir Bu “uyma” da bilge için bir ödev dolayısıyla bilgede kötülük bulunamaz. Çünkü kötülük, ruhun birliğinin güçlü bir duygu ile sarsılıp bozulmasıdır. Oysa bilge kişi duygusuzluğa, tutkulardan arınmışlığa, bu mutluluk durumuna ulaşmış olan kimsedir. Gönül dirliği içinde bulunur bilge, çünkü nesneleri yanlış değerlendirmeden ileri gelen tutkulardan kendini kurtarmıştır.

Gerçi Stoalılar “mutlu olmak için erdem tek başına yetişir” derler; ama çıkış noktaları olan Kinikler gibi uygarlık değerlerini, ergilerini büsbütün yadsımaya da kalkmamışlardır. Yaşamak, sağlık, hali vakti yerinde olmak v.b, doğal olarak istenen şeyler de var. Bunlara büsbütün ilgisiz kalmamalı, ama gerektiğinde bunlardan da vazgeçmeyi bilmelidir diye düşünürler.

Eylemin sonucuna değil, eylemin kendisinden kaynaklandığı düşünüşe değer vermekle; doğaya —akla— göre yaşamayı bir ödev saymakla Stoa, sert, sıkıdüzenli, yoksunluklara katlanmayı göze alan çileci bir ahlak öğütlemektir.

Hep “kendine yeten bilge”yi gözönünde bulundurduğundan, bunu son erek bildiğinden, Stoa ahlâkı bireycidir. Zenon’a göre “toplum halinde yaşamak doğal gereksinimini” bilge kişi “dostluk” ve “insanlık” çerçevelerinde gidermelidir. Dünya yurttaşlığı .—kozmopolitlik- yüksek ahlâk bir idealdir Stoa için.

Aristoteles’ten sonra yeni felsefe çığırlarının kurulup yerleşmesinin ardından en ilginç gelişme, kuşkuculuğun, Platon’un kurmuş olduğu ve kendisinden sonra da varlığını sürdüren Akademyayı etkisi altına almış olmasıdır. Akademya’ya kuşkuculuğu getiren de, Antik Çağın sonuna kadar yaşayacak olan bu ünlü felsefe okuluna bir aralık başkanlık eden Arkesilaos (315 -241) idi. O zamana dek Platon’un “ideasını bilince nesneyi kesinlikle kavramış oluruz” diyen dogmatizmini yaşatmış olan Akademya’da şimdi Arkesilaos, Sokrat’ın yönteminin kuşkuculuktan başka bir şey olmadığını ileri sürmüş, dolayısıyla hiç bir şey için kesinlikle bir şey söylenemez demiştir.

Arkesilaos ve onunla birlikte Akademya’ya kuşkucu bir yön verenlerin başında yer alanlardan Karneades (214 – 129) doğmacılığa, bu arada özellikle Stoa’nın dogmacılığına eleştirileriyle karşı çıkmışlardır. Bu eleştirilerden başlıcaları şöyle: Stoa’nın kurucusu Zenon’un doğru bilginin ölçütü saydığı etkili, güçlü —kataleptik_ tasarımların “varolan” bir şey ile ilgili olup olmadıklarını bilemeyiz, böylesine tasarımlar düşlerde de, kuruntularda vb. de var diyor Arkesilaos. Karneades için de.

Karneades: Bu düşünce aklın alacağı şey değil. Kâhinliğin ne duyu, ne de düşünmenin konularında yeri var.

Stoa: Astrolojiye, yıldızların durumlarının insan yazgısını etkilediğine inanır.

Karneades: Aynı bir yıldız altında doğmuş olanların ayni yazgıda, yazgısı aynı olanların da aynı yıldız altında doğmuş olmaları gerekir. Oysa gerçek hiç de -böyle değil.

Karneades, Stoalılar gibi yazgıya değil de, istenç özgürlüğüne inanır. Karneades’in bu eleştirileri, bir yandan doğmacılığın katılığını yumuşatmış, öbür yandan da kuşkuculara, olası nitelikte de olsa yargılar sağlamıştır. Böylece de karşıt görüşlerin yaklaşmaları yolu açılmıştır.

yusufdal27-12-2006 11:30 PMMilâttan önceki II. ve I. yüzyıllardaki felsefenin özelliği gerçekten, bir yakınlaşma, bir seçmecilik olmasıdır.

Bu eğilim kendini en çok Stoa’da göstermiştir. Platon ve Aristoteles’in birçok düşüncelerini benimseyen bu döneme “Orta Stoa” denir. Yine bu eğilim doğrultusundaki gelişmesinde Akademya’daki kuşkuculuk tam bir dogmacılığa dönüşmüş, buna yol açan Antiokhos “kuşkuculukta Sokrat ile Platon’a dayanmayı istemek bir demogojiden başka bir şey değildir. Olasılık çok sallantılı, çok güvensiz bir şeydir; onun için hiç bir şeye dayanak olamaz” demiştir. Kuşkucu Antiokhos sonunda dogmacılığa varmakla ilk Akademya’nın dogmacı geleneğini yeniden kurmuş oluyordu. Öğretilerin yine ilk biçimine dönmek, seçmeciliğin getirdiği öğelerden arındırarak öğretinin özgün kadrosunu elde etmek eğilimi, bundan sonraki gelişmede, yalnız kuşkucuları değil, öteki felsefe çığırlarını da içine alan bir özellik olacaktır. Nitekim Roma – Stoasını oluşturan bu eğilimdir, bu tutumdur.

Roma Felsefesinin özgün denebilecek yanı öyle büyük değil. Romalılar daha çok pratik alanda —örgütlenme, devlet kurmak, savaş tekniği geliştirmek, hukuk sistemi düzenlemek gibi— başarı göstermişler; ama felsefede pek yaratıcı olamamışlar, Yunanlıların öğrencisi olmaktan pek ileri gidememişlerdir.

Hellenistik felsefenin üç büyük çığırından Epikurosçuluk Roma’da özellikle yukarı sınıflarca benimsenmiştir. Bu çığırı Roma’da yayıp yerleştiren filozof – şair Lucretius Carus’tur (96-55)

En çok tutulanı da Roma’da Stoa olmuştur. Stoa’nın aşırı sert ahlâk öğretisi, sıkıdüzen ve ödeve büyük değer veren eski Roma karakterine çok uygun düşüyordu.

Romalı düşünürler arasında en tipik olanı Marcus Tullius Cicero (105-43) dur. Devlet adamı, büyük hatip, Latincenin büyük ustalarından olan Cicero bilgi anlayışında kuşkucu ama öğretisinin bütününde daha çok seçmeci. Yunan felsefesinin çığırlarını çok iyi bilir. Bunları yurttaşlarına tanıtmayı kendisine ödev edinmiştir. Bu bağlamda Latince felsefe terimlerini yaratmıştır. Kurucu öğelerinde pek özgün olmayan, ama yine de özelliği olan, her şeyden önce de Roma! olan bir dünya ve yaşam görüşü oluşturmuştur. Düşüncelerinden birkaç örnek: İnsanın kendisini ve doğayı bilmesi, erdeme götüren yoldur (Stoa anlayışı). Ancak, insan bu dünyada bilmek için değil eylemek için bulunmaktadır. (Romalı, devlet adamı, yaşama yakın). İşte felsefe de bu bakımdan başlı başına bir erek değil, bir araçtır. Felsefe, karakteri çelikleştirmenin yoludur (Stoa – Romalı anlayışı).

Cicero ancak bir yönüyle Stoa’ya bağlıydı. Ama Stoa Roma’da başlıbaşına bir çığır da, hem de Hellenistik felsefelerden en çok yaygınlık kazananı da olmuştur. Roma’da gelişen Stoa’ya “Roma Stoası” ya da “Son Stoa” denir. özelliği, Orta Stoa’daki şeçmeciliğe bir tepki olarak ortaya çıkmasıdır. Başlıca üç temsilcisi Seneca, Epiktetos, Marcus Aurelius’tur. Her üçünün de birleştikleri yön, ahlâkı felsefenin ağırlık merkezi yapmalarıdır (İlk Stoa’da olduğu gibi). Üçünün de üzerinde durdukları başlıca sorun: İnsanın kendisini bağımsız bir kişi olarak yetiştirmesidir. Uzun zaman imparator Neron’un çevresinde bulunan, bir sanatçı olan Seneca (M.Ö. 3 — M.S. 65) Roma’nın yüksek. tabakalarındaki yozlaşmayı yakından görüp üzüldüğünden, felsefesi ile hep ahlâk bakımından bir etkide bulunmayı gözönünde tutar.

Azat edilmiş bir köle olan Epiktetos (50 — 130), Eski Stoa ahlâkının sert tutumunun temsilcisidir; bütünüyle Eski Stoa’ya dayanır. Orta seçmeciliğini, uzlaşmacılığım bir sapıtma sayar. İlk Stoa anlayışında düşünmüş ve yaşamıştır. Sessiz, yiğitçe bir deyişi ve davranışı var.

Roma Stoa’sının bu azatlı köle yanında yer alan üçüncü temsilcisi Marcus Aurelius Antonius (121 – 180) ise bir imparator. O da Epiktetos’un yolunda ve tutumunda. “Kendini incelemeler” adlı yapıtı, insanın kendisine her gün hesap vermesini, kendisini yapıp ettikleri bakımından yargılanmasını isteyen Stoa ahlakının bir yansımasıdır. Marcus Aurelius gerçekten de kendini her gün denetlermiş; bu kendini gözden geçirmeyi de, iktidarda bulunan bir kimseyi —ölçüsüzlük, kendini beğenmişlik, işleri savsaklama vb.—, baştan çıkaran davranışlar bakımından yaparmış. Marcus Aurelius “kendini hep bir Romalı, bir imparator, görevi başında bulunan bir asker gibi gör”’ der.

Bu üç Stoacı Romalının felsefelerinde —bütün Stoa’da olduğu gibi— dinsel bir renk var. Üçüne göre de, insan ancak kendi gücüyle erdemli, dolayısıyla mutlu olabilir. Erdem de, insanın doğaya uygun yaşaması, başka bir deyişle kendisine usu egemen kılınasıdır. Bu durum, Tanrısal yasaya da uymuş olma demektir: Çünkü Tanrı her şeyi kapsayan doğa yasasıdır. İnsan, dünya düzeninin bütünü içinde yerini doldurmak, dünya planında kendisi için öngörüleni gerçekleştirmek, sonra da yerini başkasına bırakmak için yaşar. Marcus Aurelius bu düşünceyi şu sözleriyle anlatır. “Yaşadığın şu zaman aralığını doğaya uygun olarak yaşa; sonra ondan üzüntüsüz ayrıl – tıpkı olgunlaşmış bir yemiş gibi. Yemiş olgunlaşınca yere düşer, kendisini yaratmış olan toprak ile ağaca gönül borcu duyarak.”

Dinsel dönem

Hellenizm – Roma felsefesinin ahlâk sorunlarının başlıca kaygı yapıldığı dönemindeki öğretiler, aydınlar için dinin yerini tutacak ‘bir dünya görüşünü oluşturmak istemişlerdi. Bunda başarılı olamayınca, üstelik ortalığı yoğun bir din gereksinimi de kaplayınca, din ile felsefenin sınırları üzerinde bulunan bir takım görüşler ortaya çıkmıştır. Bunların içerdiği sorunlarla uğraşmak, felsefenin İlkçağ sonuna kadar başlıca işi olacaktır.

Dinsel dönemde beliren görüşler Tanrı ile madde arasındaki’ metafizik ikicilik öğretisinde, Tanrı ile insan arasında iyi ve kötü ruhlu vb. varlıkların bulunduğu inancında; ruhun çeşitli kalıplara girerek göçtüğü ve evreni tinsel güçlerin yönetti ği anlayışlarında birleşirler. Bu dönemde bilgi artık bir içsezi olmuştur; bilge örneği de usunu kendisine kılavuz yapan Sokrat değil, yaşamı mistik – dinsel bir temele oturtmak isteyen Pithagoras’tır.

Felsefe ile dinin içiçe gireceği ‘bu gelişmeyi İskenderiye’de Yahudi düşünürü Philon (M.Ö. 25 — M.S. 50) başlatmıştır. Onun yaptığı, Tevrat’ı Platon felsefesi açısından bir yorumlama olmuştur. Ona göre, Yunan felsefesi ile Tevrat özdeştirler, çünkü Tevrat’taki melekler, kişiler, olaylar vb. birtakım simgelerdir. Yunan filozofları sonra bunları kavramlar haline sokmuşlardır. Platon Musa’nın bir öğrencisidir.

Bu dönemde felsefenin araçlarıyla dinsel nitelikte bir dünya görüşü oluşturmak denemesinde başlıca Platon felsefesine dayanılmıştır. Bu denemenin ilkini ve en olgununu da Yeni – Platonculuk adı verilen çığır gerçekleştirmiştir. Yeni – Platonculuk o sıralarda ortaya çıkan Hıristiyanlığa karşı çoktanrıcılığın dayanağı, felsefesi olmak istemiştir. Çığırın kurucusu Plotinos’un (203 – 270) öğretisi çok tutarlı bir materyalizm karşıtlığıdır. Bu ‘öğretide varlığın —her birinin kendine özgü yapısı ve yasası olan— aşamalardan kurulmuş olduğu tasarlanır: En başta salt tinsel nitelikte olan Tanrılık—”Bir”— vardır; bunun altında, ‘sırasıyla, Tin, Ruh ve Madde yer alırlar. Bunların hepsi Bir’in—Tanrılığın— türümleridir, ışımalarıdır. Tanrılığın ışıması da kaynaktan uzaldaştıkça sönükleşir ve madde’de tam bir karanlı ğa varır. Beden yönü ile insan madde’nin bu karanlığına batmıştır. Onun için ruha düşen ödev, ışığın kaynağına doğru yükselmektir. Pek az kimsenin pek az eriştiği “esrime” —vecit— halinde insan Tanrıya kadar yükselip onunla “bir olabilir”. Yeni – Platonculuk tüm – tanrıcılığın başlıca bir çığırıdır, bütün mistisizmlerin (gizemciliklerin) de ana kaynağıdır.

Felsefenin araçlarıyla dinsel bir dünya görüşü geliştirmek, denemelerinden ikincisi Hıristiyanlıkta yapılmıştır. Bu deneme. ye ilk girişenler, dolayısıyla Hıristiyan öğretisini ilk olarak işle yenler “Patristik Felsefe” (Kilise Babaları Felsefesi) çerçevesin de yer alırlar ve yaptıkları başlıca iş de Hıristiyanlığı, bu yeni dini suçlamalara, saldırılara karşı savunmadır. Hıristiyan öğretisini kurarken Kilise Babalarından kimisi Antik felsefeye hiç dayanmadan salt Hıristiyan inancı ile yetinmek ister, kimisi de bu felsefeden yararlanmayı doğru bulur. Bu arada yaygın bir akım olan gnostisizmin kutsal kitaptaki “vahiy”i —Tanrı’nın açılmasını-— atlayarak, insanın kendi içinde doğan ışıkla Tanrı’yı bilmesini amaçlayan kişisel – gizemsel bir dindarlığı ileri sürmesi tepki yaratmış, bir sapkınlık sayılmış, bunun karşısına ‘inanç” kavramıyla çıkılmıştır. Örneğin “inanma”yı temel olarak aldığından, usun Tanrı önünde alçakgönüllü olmasını iste yen Tertullianus adındaki Kilise Babası “akıl almaz Olduğu için inanıyorum” anlayışına kadar varmıştır. Ama Antik felsefenin yardımına, dolayısıyla akla inananlar ise, “anlayayım diye, aklım alsın diye anlayışından yana olmuşlardır. Bu iki anlayışla da Ortaçağ felsefesi boyunca hep karşılaşılacaktır.

Felsefenin Evrimi-Macit Gökberk-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder