Sonsuz sayıdaki bu atomlar, maddenin bölünemez parçacıklarına karşılık gelir. Atomlar, kimyasal nitelik bakımından birbirlerinin aynısıdır; yani, onların renkleri, sesleri, tatlan ve kokulan yoktur. Atomlar, birbirlerinden yalnızca nicelik bakımından, farklılık gösterir; yani, onlar birbirlerinden yalnızca şekil ve büyüklük bakımından ayrılır. Atomlar yaratılmamışlardır, onlar, aynı zamanda yok edilemez.
Demokritos evrenin oluşumunda düzen sağlayacak bir "güç" kavramını veya "raslantı" kavramını reddeder. Ona göre, düzen kendiliğinden oluşan bir süreçtir. Çünkü tüm evrende zorunluluk bulunmaktadır; evren atomların mekanik birleşmesinden oluşmuştur.
Hayatı: Demokritos, muhtemelen M.Ö. 460 – 370
arası yaşamıştır ve dolayısıyla da Platon ‘un (427 – 34 7) daha yaşlı bir
çağdaşıdır. Demokritos, Trakya’daki Abdera kentindendir. Atina’ya seyahat
ettiğine, ayrıca Doğu’ya ve Mısır’a birçok kez yolculuk yaptığına inanılmaktadır.
Belki de bu geziler çalışmaya ve araştırmaya adanmıştı. Demokritos, çok
geniş bir bilgi yelpazesine sahip gözükür, iyi bir eğitim almış ve kendi
zamanındaki bilimin birçok kolunda çalışmıştır. Kendisine ait muhtelif
eserlerin başlıkları bile, Demokritos’un ilgi alanının genişliğini göstermeye
yeter: ‘Mutluluk üzerine’, ‘Ölümden Sonraki Hayat Üzerine’, ‘Dünya Düzeni ve
Düşüncenin Kuralları Üzerine’, ‘Ritim ve Harmoni Üzerine’, ‘Şiir Üzerine’,
‘Tarım Üzerine’, ‘Matematik Üzerine’, ‘Doğru Dil ve Anlaşılmaz Kelimeler
Üzerine’, ‘Uyumlu ve Uyumsuz Edebiyat Üzerine’ vs. Her ne kadar Demokritos’tan
elimize ulaşan 200 ila 300 arası fragman bulunsa da, O’nun yazın külliyatına
nispeten bu çok küçük bir miktardır.
Demokritos’la
ilgili elimizde ikinci el bilgiler bulunsa da, yapacağımız yorumlar, daha çok
O’nun felsefesinin yeniden bir inşası olacaktır. Demokritos’un atomculuğu, tam
da basitliği nedeniyle bir deha ürünüdür. Sadece tek bir arche (töz) vardır:
Küçük, bölünemeyen zerreler. Bunlar boşlukta hareket ederler ve hareketleri
sadece mekanik olarak belirlenir. Başka bir deyişle Demokritos’un, bütün
zenginliği ve karmaşıklığıyla birlikte doğayı, içinde sınırsız sayıda çok
küçük zerreciklerin boşlukta dolanıp durduğu ve bütün yer değişimlerinin,
oluşan çarpışmalar sonucu belirlendiği dev bir ‘bilardo’ oyununa benzettiğini
söyleyebiliriz. Demokritos’a göre, boşluk yani yokluk varlık için yani
atomların hareketleri için bir ön koşuldur. Bu, Parmenides’ten ve O’nun Elealı
öğrencilerinden açık bir kopuş anlamına gelir.
Soru Cevap (ne) 1 küçük, bölünemeyen zerreler
(atomlar) 2 boşluk (nasıl) 3 mekanik determinizm
Bu
atomlar, fiziksel olarak daha küçük parçalara bölünmez (Yunanca atomos) kabul
edilir. Özellikleri münhasıran nicelikseldir; yani bizim genişlik, şekil ve
ağırlık gibi fiziksel kavramlarla tanımlayabileceğimiz özelliklerdir; renk,
tat, koku ve acı gibi nitelikler değil. Atomlar, o kadar küçüktürler ki
algılanamazlar. Dolayısıyla biz burada duyum sanabilir nesnelerin (ev, taş,
balık vs.) ilke olarak algılamamızın mümkün olmadığı, fakat sadece entellektüel
anlamda anlayabileceğimiz bir şey vasıtasıyla açıklandığını görmekteyiz. Bütün
atomlar maddi anlamda aynıdır. Fakat birbirlerinden şekil ve boyut olarak
ayrılırlar. Bununla birlikte, her bir atomun şekli ve boyutu sabittir. Farklı
atomlar farklı şekillere sahip olduklarından, bazıları birbiriyle rahatlıkla
kaynaşırken bazıları bunu bu kadar kolay yapamaz. Mekanik çarpışmalar, bazen
atomların bir araya gelmesine neden olduğundan ve çarpışan atomlar birbirine
bağlandığından, atomlar Bir araya toplanmış olur ve böylece de nesneler ortaya
çıkar. Nesneleri oluşturan atomlar birbirinden ayrıldıklarında, bu nesneler de
yok olmaya yüz tutar. Atomik hareketlerin hiçbiri ilahi nedenlere ya da insan
aklına bağlı değildir; tıpkı bilardo toplarının hareketinde olduğu gibi mekanik
olarak gerçekleşirler. Buraya kadar hepsi, bizim yorumumuz.
Şimdi
Yunan doğa felsefesindeki iç gelişmelerin, madde ve değişim konusunda nasıl
birinci sınıf bir açıklamayı doğurduğunu göreceğiz. Bu model çarpıcı bir
şekilde, modern kimyasal teoriyi çağrıştırır.
Ancak
Yunanlılar, bunun gibi teorileri teyid etmek için deney yapmadıklarından deney
yapmalarını beklemek anakronist bir beklenti olurdu, atomizm diğer imkân
dahilindeki teorilerle birlikte, herhangi bir doğa teorisi olarak gözlemlenmiştir.
Dolayısıyla birçoklarının, Aristo’nun doğa felsefesini Demokritos’unkine tercih
ediyor olmaları çok da şaşırtıcı değildir. Her şeyden öte Aristo
gözlemleyebildiğimiz şeylerden toprak, su, hava ve ateş bahseder; Demokritos
ise hiç kimsenin algılayamadığı şeylerden. Ancak her ne kadar Aristo Rönesans’a
kadar daha büyük bir etkiye sahip olmuş olsa da; Rönesans boyunca klasik
fiziğin oluşumunda önemli bir rol oynayan, Epikur ve Lucretius vasıtasıyla
aktarılan Demokritos’un teorisi olmuştur.
Ancak
bunun gibi seçkin bir model, basitliğinin ve ilkeler konusundaki cimriliğinin
cezasını çekmelidir. Böylesi bir modelle açıklamanın mümkün olmadığı birçok
müşterek fenomenler vardır. Renk ve çiçeklerin kokusu gibi ya da arkadaşımıza
hissettiğimiz sevgi ve kızgınlık gibi niteliksel özellikler hakkında ne
buyrulur? Şayet varolan her şey nicelikselse, nasıl olur da bu tür şeyleri
tecrübe edebiliriz? Demokritos, duyusal idrake dair bir teoriye dayanarak, dünyanın
nasıl olup da atomların niteliksel özelliklerinin izin verdiğinden daha
‘renkli’ göründüğünü açıklamaya çalışır. Muhtemelen bütün nesnelerin, dışarıya
aracı türden bir atom yaydığını düşündü. Bunlar duyu organlarındaki atomlarla
karşılaştıklarında, bizim o nesnelere ait nitelikler olarak algıladığımız özel
etkiler ortaya çıkar. Nesneler renk, tat ve koku gibi niteliklere
kendiliklerinden sahip olmadıkları halde, bizim algılarımız nedeniyle bunlara
sahip gözükürler. Nesneler renk, koku ya da sıcaklığa değil; sadece genişlik,
şekil ve yoğunluk gibi niteliklere de haizdir. Nesnelerin kendilerinden sahip
oldukları niteliklerle, bizim onlara algılarımız nedeniyle atfettiğimiz
nitelikler arasındaki ayrım, modern çağ felsefesinde önemli bir rol
oynamıştır.12 Ancak burada biz kendimiz de atomlardan başka bir şeyden ibaret
değilken; nasıl olup da nesnelerin, yani atomların gerçekte sahip olmadıkları
nitelikleri algılayabildiğimiz sorusu ortaya atılabilir? Bu niceliksel
özelliklerden niteliksel özelliklere doğru ani bir sıçrayışı gerektirmez mi?
Şayet atomun, sadece niceliksel özelliklere sahip olduğunu varsayan sabit atom
teorisine bağlı kalacak olursak, böylesi bir sıçrayışı nasıl açıklayabiliriz?
Sadece
bu itirazı göz ardı edersek, atomculuğun bir kavrayış teorisi olarak da son
derece göz kamaştırıcı olduğunu müşahede ederiz: Söz konusu olan sadece
atomlardır – algılanan nesnelerdeki atomlar, nesneden bir şekilde dışarıya
yayılan aracı atomlar ve bu alıcıları kabul eden duyu organlarındaki atomlar.
Örnek olarak algı hataları, duyu organlarındaki atomların düzensizliğinden ya
da birbirleriyle çarpıştıklarından, duyu organlarına yanlış mesajlar ileten
aracı atomlardan kaynaklanıyor olabilir. Yine de, bazı çok temel teorik problemler
ortadan kalkmıyor. Maruz kaldığımız duyusal izlenimin gerçekten de çevremizdeki
objelerin tam anlamıyla sahici bir temsili olduğunu nasıl bilebiliriz? Bu
model, aracı atomların nesneyi gerçekten de olduğu gibi sunup sunmadığım
keşfetmek için, bir yandan aracı atomlara bakarken, diğer yandan da nesneyi
incelememize imkân tanımaz. Kendi algılarımız konusunda, ne aracı atomların
duyu organlarımıza gerekli düzende ulaşıp ulaşmadığından emin olabiliriz; ne
de kendi algılarımız aracılığıyla aracı atomlardaki mesajı kendi duyu organlarımızda
bulunan atomlardaki mesajdan ayrıştırabiliriz. Kısacası kendi algılarımızdan,
belli bir duyusal izlenimi tecrübe ediyor olduğumuz bilgisinden fazlasını
öğrenmemiz mümkün görünmüyor.
Yani,
eğer çevremizdeki şeylerin bilgisi sadece algıya dayalı olsaydı, durum aynen
böyle olacaktı. Ancak atomlar, algılanabilmek için haddinden fazla küçükler.
Onları sadece akıl aracılığıyla kavrayabiliyoruz. Dış dünyadaki nesneleri
duyusal olarak algılamamıza dair bilgi teorisi, teorinin kendisinin de
duyularımızdan değil akıldan kaynaklandığını en baştan kabul etmiş gözüküyor.
Böylelikle ilk dönem Yunan felsefesindeki bazı önemli düşünüş silsilelerini M.Ö. 600′den 450′ye kadar olan bir zaman diliminde, üç kuşak boyunca takip etmiş bulunuyoruz. (Ne var ki Demokritos, 370′e kadar yaşamıştır.)
Ek Bilgi İçin: Thomas Hobbes - La Mettrie
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder