2 Ağustos 2020 Pazar

Sağlık Sosyolojisi

Sağlık Sosyolojisi

Uzun yıllardır çözümlenemeyen sağlık sorunları toplumumuzun gündemini işgal etmektedir. Sağlık sorunları günümüzde çok ciddi boyutlara erişmiştir. Medya aracılığıyla her gün ölümle biten toplumsal bir olay, hastanelerde yaşanan hataların insan sağlığına yaptığı etkiler , herkesi düşünmeye sevk edecek sağlık skandallarıyla karşılaşıyoruz. İçenden geçmekte olduğumuz karamsar atmosfer Türk insanı için ölümle yaşam arasındaki her geçen gün biraz daha daralmaya yüz tutmaktadır. Eğer her şey bugünkü gibi olmaya devam ederse gelecek nesillerde sağlıksızlığı kader olarak kabul etmek zorunda kalacağız.
Trafik kazaları, bu unutulmuşluğa, tepkisizliğe ve vurdumduymazlığa doğru gidişin en tipik örneklerinden biridir. Öte yandan hastane kapılarında muayene olmak için sıra bekleyen köyden kasabadan hatta ülkenin diğer ucundan gelmiş insanların sergilediği tabloda güncelliğini yitirmektedir.
Sağlık sorunlarını direkt yaşayan bireylerin yanı sıra sağlık sektörünün temel taşları olan hekimlerde benzer sorunlarla karşılaşmaktadır. Yardımcı sağlık personelleri de aynı zor koşullarda mesleklerini icra etmek zorunda kalmaktadırlar. Hastalar ve yakınları önemsizliklerini hissederken diğer sağlık personeli ise görevlerini diğer ülkelerdeki meslektaşları gibi yapamamanın ezikliği içindeler. Bir başka değişle legal ve illegal yollardan kazanılan para hekimlere az gelişmiş bir ülkede yaşadıkları gerçeğini unutturmamaktadır.
Kısacası, bir ülkedeki sağlık sorunlarının görünümü o ülkenin gelişmişlik düzeyine ilişkin ip uçları verir. Ancak bu gelişmiş ülkelerde tüm sağlık sorunları çözülmüş demek değildir. Aradaki fark sadece çözüm düzeyine ilişkindir.
Bütün bunlar bize sağlık sorunu bir ülkenin gelişmişlik düzeyiyle ilgili olduğu kadar toplumsal yapısıyla da yakından ilgili olduğunu gösterir. Toplumu derinden etkileyen bu sorunlar ekonomik olduğu kadar aynı zamanda kültüreldirler. Örneğin; çagdaş kültürden daha çok pay alabilen ülkeler modern tıbbın olanaklarındaki gelişmeyi daha çok takip ve talep etmekte, diğer kesimler geleneksel anlayışlarını sürdürmekte ve bunlara karşı direnmektedirler.
Bireyler en temel olan sağlık haklarını kullanmakta ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Bu sorunların neler olduğuna ve çözüm yollarının bulunmasına bir birey olarak sessiz kalmak mümkün değildir. Hastanenin içerisinde barındırdığı koşullar ülkemizin görünen ve görünmeyen koşullarını simgelemektedir. Fakirlik ve çaresizlik hastaların hasta olmalarından kaynaklanan bir olgu olduğu kadar ülkemizin içinden geçmekte olduğu koşullarla da yakından ilgilidir.
Genel olarak, sağlık alanının bilinmesi ile ülkemizin koşullarının tanınmasının aynı anlama geldiği kabul edilmektedir. Ülkemizin gelişmişlik düzeyinin saptanması demek sağlık sorunlarını ne ölçüde çözümlediğinin saptanması demektir. Gelişme daima fakirlik tabakalarının zenginleşmesiyle sonuçlanmıştır. Eşitsizliklerin kaynağı keşfedildikçe ülkeler zenginleşecektir. Zengin ülkeler yurttaşlarının hakkını daha iyi koruyabilen ülkelerdir.
Ülkemizin sağlık sistemine ilişkin yapılan her araştırmanın, bu sorunların çözümüne de ışık tutacağı kendiliğinden açıktır. Bu kitap ile, ülkemizin bir çok üniversitesinde ders olarak okutulan sağlık sosyolojisi konusunda temel bir kaynak oluşturmak hem de sağlık sorunlarımıza dikkat çekebilmek hedeflenmiştir. Sağlık alanındaki çıkmazların ve sorunların karşısında biz yeni nesil sessiz ve de çaresiz kalmamalıyız. ülkemizin daha gelişmiş ülkeler arasına girebilmesi için bu sorunların neler olduğunu saptayıp çözüm yollarını geliştirmeliyiz. Bu eser takip edeceğimiz yolu bulmamıza hedeflerimizi saptamamıza yardımcı olacaktır.

1-) BAZI TEMEL KAVRAMLAR:

Sağlık sosyolojisi sosyolojinin bir alt dalıdır. Özellikle batı Avrupa ve A.B.D de çok gelişmiş bir durumdadır. Ancak sağlık sosyolojisinin inceleme konularıyla ilgili birçok alan bulunmaktadır. Genel olarak bu alanların kurumsal çatıları aynıdır fakat farklı adlarla tasvir edilmektedirler. Özellikle tıp kökenli alanlar sosyoloji kurumlarını izleyerek hastalık /sağlık olgularını incelemektedir. Bunun yanında sosyal psikologlar , antropologlar , ekonomistlerde bu konuya ilgi duymuşlardır. Bunun için, aynı çalışma alanı, kaynaklandıkları kökenlere göre farklı adlarla anılma durumunda kalmışlardır. Örneğin; tıp sosyolojisi sosyolojinin bir alt alanını işaret ederken sağlık sosyolojisiyle aynı konuları paylaşma durumunda kalmıştır. Aynı şekilde daha çok tıp kökenli araştırmacıların ilgi duydukları bir kavramda klinik sosyolojisidir. Bu alandaki araştırmacılarda kendilerini uygulamalı tıpta ortaya çıkan sorunların toplumsal boyutu ile sınırlamak istemektedirler. Benzer konulara değinmekle beraber tamamen tıbbi kaygılarla yola çıkan tıbbın kendine özgü bir alt dalı kabul edilen alanlarda vardır. Halk sağlığı koruyucu hekimlik gibi alanlarda sağlık sosyolojisinin konusuyla çok yakındır.
Türkçe literatürde, toplumsal sorunlarla, sağlık sorunları arasında bir ilişki olduğu daha 1940 lı yıllarda bile birkaç çeviride vurgulanmıştır. Ancak 1970 li yıllara kadar bu tip tartışmalar yaygınlık kazanamamıştır. Bu yıllarda ilk olarak toplum hekimliği başlığı altında halkın hastalıklara karşı daha etkin korunmasını hedefleyen ilke ve düşünceler geliştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, akademik çevrelerde en ilgi duyulan çalışma NUSRET FİŞEK tarafından yapılmıştır. Sosyoloji alanında yapılan çalışmalar ise alanı tanıtmak ve olanaklar dâhilinde katkı payı hedefleyen türden çalışmalar olmuştur. Özellikle dikkat çeken bir çalışma ATÜL KASAPOĞLU tarafından yapılmıştır. Oysa tıp sosyolojisi A.B.D de çok daha önceleri başlamıştır 1940 ve 50 li yıllarda sosyoloji alanında önemli sayıda çalışmaya kaynaklık etmiştir.
Yaygın olarak bilinen eserinde NUSRET FİŞEK (1983:1) sağlık ve hastalık kavramının Dünya Sağlık Örgütüne atıfta bulunarak şöyle tanımlıyor ‘ sağlık sadece hastalık ve sakatlık olmayışı değil, bedence , ruhça ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir .’ ‘ Hastalık ise, doku ve hücrelerde yapısal ve fonksiyonel ve normal olmayan değişikliklerin yarattığı haldir.’ Daha sonra bu tanıma hastalığın sadece biyolojik bir süreç olmadığını, toplumsal ve kültürel boyutunun da olduğunu ekliyor. Gerçekten de toplumsal bilimlerin hastalık/sağlık olgularına duyduğu ilgi bu noktadan başlıyor. Bu alanda en çok sözü edilen kavramlar ise FİŞEK e göre halk sağlığı, toplum hekimliği, koruyucu hekimlik, sosyal hekimlik ve toplum sağlığıdır.
Halk sağlığı: Bir bireyin sağlığını sürdürecek bir yaşam düzeyi sağlayacak biçimde geliştirerek hastalıklardan korumayı yaşamın uzatılmasını, beden ve ruh sağlığı ile çalışma gücünün arttırılmasını sağlayan bir bilimdir.
Toplum hekimliği: Toplumu oluşturan bireylerin, bedence, ruhça ve sosyal yönden iyilik halinde olması için , bireye , topluma , biyolojik ve fiziki çevreye ilişkin önlemlerin planlanması ve uygulanmasını içeren bir alandır.
Ayrıca halk sağlığı ve koruyucu hekimlik arasındaki fark ise halk sağlığı kamunun sağlığının korunmasını hedefler koruyucu hekimlik ise aynı amacı bireysel düzeyde hareketle gerçekleştirmek ister. Toplum sağlığı kavramı da halk sağlığı kavramıyla dönüşümlü olarak kullanılmaktadır.
FİŞEK söz ettiği tüm adlandırmaların ortak noktası tıp alanında üretilen bilgilerin halkın sağlığını koruma amacı ile nasıl daha etkin olarak kullanabileceği sorusudur. Bir başka anlatımla, hastalıkların iyileştirilmesinde tıp dışı alanların bilgisinin değerlendirilmesi hedeflenmektedir. Bu bilgilere tıp bilgileri temelinde gidilebileceği gibi diğer alanlarlada gidilebilir. Bunun için başta sosyoloji olmak üzere diğer birçok sosyal bilim alanı da sağlık/hastalık kavramları ile ilgilenmektedir. Örneğin; sağlık sosyolojisi disiplinide ,tıp alanında mevcut hedefleri kendisine hedef olarak seçmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bu iki genel çalışma alanındaki benzerlik ve farklılıkların ortaya çıkarılması bir zorunluluk gibi durmaktadır. Örneğin; KASAPĞOLU (1999:11) , İngiltere deki gelişmeler izlenerek , Türkiyede de ‘halk sağlığı’ kavramının yerini ‘toplum hekimliği’ kavramının kullanıldığı , üniversitedeki kürsüleri de bu değişikliği izlemiş oldukları belirtiliyor. Sosyoloji alanında ise ‘medikal sosyoloji’ kavramının eskidiği, bu alan içerisinde genel olarak zaten sosyoloji kuramlarına yer verilmek durumunda kalındığından ‘sağlık/hastalık sosyolojisinin’ kavramının yaygın olarak kullanıldığı dile getirilmiştir.
Sosyoloji kuramlarının en çok kullandığı alanların başında medikal sosyoloji adıyla bilinen alan gelmektedir. Medikal sosyolojinin konu alanı temel olarak sağlık sosyolojisinin alanından büyük bir farklılık göstermemektedir.
Medikal Sosyoloji: Bireylerin kendilerini ne zaman hasta diye tanımladıklarına, hastalıkların üstesinden nasıl gelebildiklerini, sakat olanların nasıl tedavi göreceklerine ilişkin yol gösteren bir alandır.
Buna ek olarak hastalıklara toplumun nasıl cevap verdiği , tedavi sürecinde meslek örğütlerinin işlevleri, sağlık kurumları ve buna ilişkin toplumsal düzenlemeler gibi konularda medikal sosyolojisini ilgilendirmektedir .Aynı zamanda hastalıkların nasıl dağılım gösterdiği , tedavi olanakları ve meslek üyelerine ilişkin araştırmada yapmaktadır. Bunlara dayanarak medikal sosyolojinin şu bilimleri incelediği söylenebilir;
Aile, eğitim , din, ekonomi, siyasi sistemler, toplumsal kontrol , kentleşme , sosyal planlama/toplumsal değişme ve tarih.
BROWN (1989) sosyal bilimlerin medikal sosyolojiyi dört düzeyde etkilediklerini belirtmektedir.
1-) Makro düzeydir
2-) Mikro düzey
3-) Makro ve mikronun birleştiği düzey
4-) Sosyal hareketlerin sağlık konusunda rolü düzeyi

1-) Makro düzey : Üç işlevsel alan vardır; siyaset , ekonomi ve kültür. Medikal sosyoloji bu üç alandan etkilenmektedir; bunlara bağlı alt alanlardan birincisi , sınıf ırk ve cinsel farklılıkları konu alan siyaset ekonomisi , ikincisi , bir profesyonel meslek olarak tıp mesleği ve profesyonelleşme süreci, üçüncüsü de sağlık kurumlarıdır

2-) Mikro düzey: Sağlık sisteminin uygulayıcıları ile halk arasındaki ilişkileri konu alır. Bu alanda genel olarak hekimler ile hastalar arasındaki ilişkiler çeşitli bakış açılarına göre incelenmektedir.

3-) Makro ve mikronun birleştiği düzey: Kuramcılar genelolarak , makro ve mikro düzeylerinin birleştirilmesini talep etmektedirler. Örneğin; sadece hekim / hasta ilişkileri incelenecek olursa daha geniş bir alanda ortaya çıkabilecek sorunlar ihmal edilebilmektedirler.

4-) Sosyal hareketlerin sağlık konusunda rolü düzeyi: Toplumsal değişmeyi de içine alacak şekilde , toplumsal hareketlerin sağlık üzerindeki etkileri ele alınmaktadır. Örneğin ; köleliğin ortadan kalkması , ayrımcılığa son verilmesi , kadın hakları , toplumsal güvenlik , emek gücünün organize edilmesi gibi toplumsal hareketlerin sağlık sistemleri üzerinde önemli etkisi vardır.
Medikal sosyolojisi ilkin, hekim ve sağlık personelinin çalıştıkları ortamların hangi özellikte olduğunu ve hastaların nasıl sağlık hizmetlerine ulaştıklarını ve hangi kültürel kalıpların etkisinde kaldıklarını araştırmaktadır. Bir başka anlatımla, hekim ile hasta hangi koşullar altında bir araya gelmektedirler ve birbirlerine nasıl muamele etmektedirler. Kısaca hastalık hasta ve hekim arasında ilişki büyük bir ölçüde içinde yaşadıkları ortam tarafından etkilenmektedir.
Bir başka değişe göre medikal sosyoloji başta tıp olmak üzere birçok bilimle iç içe olmak durumunda olduğundan ister istemez disiplinler arası bir bilim dalı olmak zorunda kalmıştır. Böyle bir alanda yapılan incelemeler sadece bireylerin/toplumların sağlığına katkıda bulunmakla kalmayacak aynı zamanda toplumsal eşitsizlikler, profesyonel uzmanlık ile profesyonel gücün yapısı ve birey ile toplum arasındaki bağlara ilişkin de bilgi üretmektedir.
Toplum hekimliği ilk kez Fransa da ortaya çıkarken yine tıpçıların toplumsal bilimlerle bağlantı kurma isteklerinden kaynaklandığı açıktır. Jules GUERİN (1801-86) hastalıkların gerçek boyutunu inceleyebilmek için istatistiklerden yararlanmış ve toplum hekimliğini dört farklı alana bölmüştür; sosyal patoloji, sosyal hijyen , ve sosyal terapi. ‘Tıp sosyal bir bilimdir ve siyaset tıptan başka bir şey değildir’ . yani sağlık sorunları sadece tıp alanında alınacak önlemlerle giderilmez. Tam aksine sosyal tedbirler olmadıkça ya da sağlık sorunları toplumsal bağlamlarda incelenmedikçe tam anlamıyla çözülemez. Gerçekten de 19. Yy da ileri sürülen böyle bir görüş 20. Yy da Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmış bulunmaktadır. Turner (1992) Toplum hekimliğinin anlayışının yaygınlık kazanması ile üç önemli sonucun ortaya çıktığını belirtiyor:
A ) Hastalıklar ancak çok nedensel ilişkiler içerisinde anlaşılabilir.
B ) bir topluluğun sağlık durumunu anlamak ve değiştirmek için, toplumsal ve siyasal müdahaleler ve reformlar kaçınılmaz.
C ) Bu iki sonuçtan dolayı, toplum hekimliği sadece geleneksel tıbbın müdahaleciliğine değil tüm topluma yönelik bir eleştiri geliştirmiş ve köktenci siyasal bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.

Kısaca özetlenecek olursa, bu bölümde tanımları yapılan alanlar köken itibariyle nerden kaynaklanırsa kaynaklansın hemen hemen hepsinin ortaklaşa vurguladıkları nokta, tıp alanında üretilen bilim , kültürel ve siyasal alanlarda üretilen diğer bilgilerce desteklenmesi ile mümkün olacaktır. Hekimler hastanelerde sadece hastalık sürecinin son aşamasına gelmiş bireylerle muhatap olmaktadır. Tıp kökenli bilimlerde bunun farkına çok önceleri varabildiklerinden Toplum Hekimliği, Halk Sağlığı v.b gibi alt dallar yaratarak tıp bilgisini desteklemek istemişlerdir.
Günümüzde ise başta sosyoloji olmak üzere bir çok alan, kendi kuramlarını sağlık/hastalık kavramlarını anlamak için seferber etmiş bulunmaktadırlar. Yeniden vurgulanması gereken nokta , hepsinin de amacı hastalıkları mümkün olduğu kadar hastanelere yansımadan önce önleyebilmektir. Böyle bir anlayış kökenlerini 19.y.y da bulmasına rağmen 20. Y.y la ait gibi görünmektedir.
Bu noktada hastalık kavramının toplumsal yanının biraz daha ayrıntıya girilerek incelenmesi , Sağlık Sosyoloji alanının ne ile uğraştığını daha da aydınlatabilecektir.

2-) HASTALIK OLGUSU

Çoğu zaman, hastalık kavramından bütün insanların aynı şeyi anladıkları sanılır. Oysa hastalığın tanımı hem toplumdan topluma hem de zamandan zamana değişmektedir. Bir bireye ne zaman hasta denileceği ya da bireyin ne zaman kendisini hasta hissedeceği değişkenlikler gösterir. Bu farklılıklar ya da ayrımlar ‘Sağlıklı olma durumunun yitirilmesi’ sürecini başlatır. Örneğin trafik kazasından çok ağır yaralar almış birisi tabi ki her zamanda ve her toplumda kendisini hasta olarak görecek ve kendisini hasta olarak algılayacaktır.
Sadece başı ağrıyan birine hasta muamelesi yapılıp yapılmaması ya da bireyin kendisini hasta olarak algılayıp algılamaması o toplumun hastalık kavramını nasıl tanımladığıyla yakından ilişkilidir. Başka bir değişle birkaç yüzyıl öncesinde insanların korkulu rüyası ve salgın bir hastalık olan veba günümüzde çok önemli bir hastalık olarak görülmemektedir. Örneğin 1994 te yaşanan bir salgın insanlar arasında çok büyük bir paniğe yol açmıştır. Ancak bir hükümet yetkilisinin hastalığın bulaşma riski çok az demesiyle insanlar rahat bir nefes almıştır. Bu olay iki noktaya işaret etmişti.
A) Modern toplumlarda hiç bilinmeyen fakat çok ciddi hastalık türlerine maruz kalabilirler.
B) İçinde yaşanılan toplum diğer birçok alanda olduğu gibi sağlık alanında da risklerden arınık bir toplum değildir. Başka bir değişle risk hayatın içindedir

Hangi tür risklerin toplum bireyi tarafından kabul edilip edilemeyeceği kuramsal ve pratik olarak tartışılmaya başlandı. Dolayısıyla bir toplum içinde hastalığının nasıl algılandığının keşfedilmesi, hastalıkların gerçek nedenlerinin bulunup ortadan kaldırılmasının ilk koşulu gibi görülmektedir.
Bunun için araştırmacılar ilk önce sıradan hastalığın tanımını yapmaya çalışmışlardır. Bu araştırmaların çoğunda hastalığın external (dışsal) bir faktör olduğunu, belli bir yaşam şeklinin, özellikle kentsel hayatın, bir ürünü olduğu söylenmiştir. Diğer yandan sıradan kişilerce hastalık içsel (internal) bir olgu olarak görülmüştür.
Sağlığın işlevsel tanımı, sadece dengeli bir durumu değil, bireylerin neşeli ve eğlenceli oldukları bir durumu vurgulamaktır. Yapılan araştırmalar sonucunda halkın hastalıkları gruplara ayırdıkları ortaya çıkmıştır. Örneğin normal hastalıklarla kalp, kanser, tüberküloz gibi hastalıklar ayrılmıştır. Bu bağlamda sağlık;
A) Negatif olarak yeni bir hastalığın ortaya çıkmaması durumunu.
B) İşlevsel olarak, yani, günlük aktivitelerin üstesinden gelebilme durumunu .
C) Pozitif olarak yani sağlıklı ve iybir durumda olma durumunu ifade etmektedir.

Hastalıklar günlük hayatta bireylerin psikolojilerini de etkilemektedir. Doğal olarak, bireyler sürekli olarak kendilerini sağlıklı olmaya doğru yönlendirmektedirler. Yaş gruplarına göre hastalıktan en çok şikayet edenler çocuklar ve yaşlılardır.
LOCKER (1983) a göre tarihte hastalık kavramı birkaç aşamadan geçtikten sonra günümüzdeki haline gelmiştir. Buna göre modern tıbbın çıkmasından çok daha önceleri hastalıklar, ruhsal ve mekanik güçlerin eseri olarak düşünülmüştür.
LOCKER hastalığın kavranmasında Kartezyen düşüncenin çok önemli bir yeri olduğunu düşünmektedir. Bu felsefe akımına göre, Vücut ve ruh birbirinden bağımsızdır. Bu düşünce yaygın olarak benimsendiğinde, hastaların mikrobiyolojik kökenlerinin incelenmesi için, uygun bir ortam sağlanmış oldu. Vücut kendi içerisinde işleyen ve kendi kuralları olan bir bütün olarak incelenmeye başlandı. Ehrlıch, Koch, Pasteur un keşifleri buna örnek gösterilebilir. 1882 de KOCH tüberküloz hastalığına yol açan mikrobu keşfetmişti. Bunu taiben, 1897 ve 1900 yılları arasında ise 22 çeşit enfeksiyona yol açan mikrop keşfedildi.
Daha sonraki araştırmalar, bir tek mikroplu açıklamalardan yani bir tek nedenli açıklamalardan, çok faktörlü açıklamalara doğru inceleme alanını genişletmiştir. Örneğin bulaşıcı hastalık üçgeni adlı bir yaklaşımda hastalıklar, bir mikrop, bir taşıyıcı ve çevre bağlamında ele alınmıştı. Bu anlayışla hastalıklar tedavi edilebilir olduğu kadar önlenebilir hale de gelmiştir.
‘Üç temelli (üçgen)’ bu açıklamada zamanla etkisini yitirmiştir. Çünkü, bu yaklaşım sadece bulaşıcı hastalıkları açıklama ve önlemede etkiliydi. Daha kronik hastalıkları (kalp gibi) önleyemiyordu.
Dolayısı ile daha kapsayıcı bir yaklaşıma ihtiyaç hasıl oldu. Bu yeni yaklaşıma NEDENLER AĞI adı verildi. Bu yaklaşıma göre hastalığa etki eden faktörler biyolojik olduğu kadar toplumsal ve psikolojik te olmalıdır.
LOCKER a göre yukarıda sıralanan tek nedenli ya da çok nedenli açıklamalar, niçin belirli bazı toplumsal grupların değerlerine göre hastalıklara ve ölüme duyarlı olduklarını açıklayamamaktadırlar. Çeşitli araştırmalar göstermiştir ki çok gelişmiş ülkelerde dahil olmak üzere, hemen hemen her ülkede hastalıklara bireyin içinde bulunduğu sınıfsal koşullar, yaşadığı mahalle, gelir düzeyi, eğitim ve meslek gibi faktörler etkin olmuştur. Diğer faktörler ise, sosyal bütünleşme, toplumsal destek, medeni hal, vs. dir. Ayrıca, bireylerin hayattan beklentileri ve tecrübeleri, davranışları bu grupların hassasiyetini etkilemektedir. Kısaca söylemek gerekirse,
1) Mikrop teorisi (Grem teorisi)
2) Üçgen Açıklama
3) Çok nedenlilik,
4) Genel hassasiyet kuramları tarisel bir sıra içerisinde gelişmişlerdir.

Ancak unutulmaması gereken nokta ise, hastalıkların toplumsal kökenlerinin, aslında en ilkel toplumlarda bile keşfedilmiş olmasıdır. Eski ile şimdiki arasındaki fark modern hayatta bunun çok daha geniş bir perspektiften yapılıyor olmasıdır.
LOCKER a göre günümüze kadar yapılan toplumsal ve psikolojik faktörlere ilişkin çalışmalar. 3 kategoriye ayrılır.
a-) Toplumsal – çevresel
b-) Davranışsal
c-) Psikolojik
toplumsal çevresel faktörler şunlardır; yoksulluk, toplumsal destek ve diğerleri ile ilişkiler, iş ve işsizlik , v.b
Davranışsal faktörler; sigara içme alışkanlığı, egzersiz spor yapma alışkanlığı, diet v.s.
psikolojik faktörler; kişisel özellikler , mücadele kapasitesi , sağlığa duyulan inanç , v.s bizim modern tıp dediğimiz alan aslında bu alanların ne zaman ve nasıl birbirlerinin içine girerek hastalıkları oluşturduğunu incelemektedir.
Toplum ve hastalıklar arasındaki ilişki aslında başka kuramcılarlaca ele alınmıştır. Örneğin; FİELD (1976) hastalıkların toplumsal yanını vurgulayabilmek için hastalık durumu ile bireyin kendisini hasta hissetmesi arasında bir ayırım yapılabileceğini belirtiyor. Birinci kavramlaştırmada dikkati çeken odak nokta, belli bir kötü/istenmeyen durumun nesnel yanları, ikincisi ise subjektif yanları olmaktadır. Hastalık bir organın normal dışı çalışması, rahatsızlık ise bu normal dışlılığın nasıl algılandığına ilişkin olmaktadır. Yani hasta rahatsızlıktan şikâyet eder, hekim ise hastalığı teşhis eder. Bir başka deyişle İngilizce asıllı bu iki terim hastalıkların organik kökenleri ile psiko-sosyal kökenlerini birbirinden ayırt etmek için kullanılmaktadır. Ancak her iki kavramın birbirinden bağımsız olduğuda ileri sürülmektedir. Sadece hastalıkların toplumsal yanına ve hastanın hastalık tanımını hekimin tanımlamasından her zaman farklı olacağı vurgulanmak için yapılmıştır. Örneğin; FİELD tıp eğitiminin aslında genel olarak hastalık durumu kuramı üzerine kurulu olduğunu savunuyor. Ancak hekimin rollerinin hastalıkların türüne göre değişiklik gösterdiğini vurgulamaktadır. Ona göre hastalık dört katagoriye ayrılabilir;
a-) Kısa dönemli akut hastalıklar
b-) Uzun dönemli fakat araz bırakmayan
c-) Uzun dönemli araz bırakan hastalıklar
d-) Akıl hastalıkları
bu sınıflamaya göre hastalık durumu kuramına göre yetişmiş hekimler en fazla birinci katagorideki hastalıklara yardımcı olabileceklerdir. FİELD bu durumda hastalıkların tanımlanmasında hekimlerin önemli bir rolü üstlendiklerini belirtir. Bunun için FİELD e göre eğer hastalıklar sadece modern tıbbın yaptığı gibi toplumsal perspektif dışlanarak tanımlandığında hasta ile hekim arasında en azından bir dil ve anlaşma düzeyi farkı oluşmaktadır. Kısacası modern tıp hastalıkları sadece objektif özelliklerini düşünerek ele alınmamalıhekimler hareket ve eylemlerinin toplumsal sonuçlarınıda hesaba katabilmelidir.
Modern toplumlarda hastalığın bireylerce algılanmasını belirleyen toplumsan değişimler gözlenmiştir. Bu değişimler dört başlık altında toplanabilir :
1-) Hastalık kalıplarındaki değişiklikler ve kronik hastalıkların göreli olarak artması
2-) Hem profesyonellerce hem de popüler olarak daha ziyade sağlıklı olmaya yönelme
3-) Modern toplumların toplumsal ve ekonomik yapılarındaki değişiklikler. Toplum ve bireyle ilgili profesyonel otorite ve bununla ilgili anahtar süreçlerin değişikliğe uğraması
4-) Medikal sosyolojide değişimlerin ortaya çıkması. Feminizm ve post-modernism gibi yeni perspektiflein eskilerle yer değiştirmeye başlaması.
Gerçektende medikal sosyoloji literatürüne bakıldığında 60 lı vre 70 li yıllarda daha çok klinik çalışmalar olduğu görülmektedir. Yani hastanelere acil olarak gelen yada akut olarak beliren hastalıklara ilişkin çalışmalar çoğunlukta gibi durmaktadır. Oysa günümüze doğru gelindikçe özellikle gelişmiş ülkelerde bir çok nedenden dolayı kronik hastalıklar daha çok gözlenmeye başlanmıştır. Özellikle batı toplumunda HIV virüsünün saptanması ve hızlı bir şekilde yayılması araştırmacıları panik davranışlara itmiş ve bir ölçüde hazırlıksız yakalamıştır.
Bireylerin hastalık karşısındaki durumları ekonomik yapılarındaki değişikliklerden de etkilenmiştir. Çağdaş ekonomilerde geleneksel yapılar değişmiş yeni ilişkiler özgün yerlerini almış bulunmaktadır. Bir başka deyişle çağdaş ekonomiler üretime değil tüketime yönelik ekonomilerdir. Dolayısıyla sağlık sistemi de kapitalist sistemin dışında ona yamanmış bir sektör olarak değil bireylerin tüketim kalıpları ile ilgili bir konuma gelmektedir. Hekimler hastaları üzerinde otorite kuracakları varlıklar olmaktan çok bilgilerini pazarlayacakları tüketiciler olarak görmeye başlama durumundadırlar. Böyle bir anlayış hasta ile hekimi aynı noktada buluşturabilecektir.
Son olarak medikal sosyolojideki araştırmaların ‘siyasi temelli’ olmaktan uzaklaştırılarak , tıp araştırmalarına ‘toplumsal faktör’ boyutunu ekleyen araştırmalar olmanın ötesine gidebilmelidir.

3-) HASTALIK VE TOPLUMSAL İLİŞKİLER :

İnsan sağlığını etkileyen faktörlerin araştırılmasında sosyolojik bir bakış gereklidir. Örneğin; günümüzde sigara içmenin zararları tıp bilmi çok açık bir biçimde belirtilmiş olduğu halde , bu alışkanlığın yaygınlaşmasının önüne geçilememektedir. Tıp sigaranın bireyler üzerindeki zararlarını biyolojik düzeyde incelerken, aynı sigara içmeye iten engelleri incelemesinin dışında bırakmak zorundadır. Bireyin hangi etkenlere bağlı olarak sağlığını tehlikeye attığının bulunması belki de tedavi için en önemli bilgiyi oluşturmaktadır. Bu bilgi ise sosyoloji alanında üretilmektedir. Ancak sigara gibi, sağlık üzerindeki olumsuz etkileri sınırlı bir konuda geri plan bilgisi gibi düşünülebilecek sosyolojik araştırmalar her hastalık için aynı önemde olmayabilir. Örneğin; ciddi bir karaciğer hastalığında ya da herhangi bir kanser hastalığında sosyolojinin hastalığa ilişkin bilgi vermesi çok sınırlı kalmaktadır. Bir başka deyişle hastanın çevre koşullarına ilişkin bilgiler, ciddi bir hastalığın tedavisinde başarılı bir şekilde kullanılamamaktadır. Hastalıkların toplumsal ve kültürel nedenlerini araştıran çalışmalar genel olarak sanayileşme, kentleşme göç, toplumsal mesleksel, ve coğrafi hareketlilik gibi olgular üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu tür çalışmalar genellikle kalp hastalıklarını konu edinmiştir. Kalp üzerinde, yemek yeme alışkanlıklarının önemli bir rol oynadığı çoğu kişi tarafından vurgulanmıştır. Ayrıca sanayileşmemiş kesimlerde yapılan araştırmalarda, bu kesimde yaşayan bireylerde yaşa bağlı tansiyonun sanayileşme ile arttığı gözlenmiştir.
Diğer bir örneği ise, bireylerin sürekli olarak ilişkide bulunduğu çevreyi değiştirmenin fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklara yol açabileceği saptaması oluşmaktadır.
Açıktır ki , her birey çevresindeki diğer bireylerle kalıcı ve dengeli ilişkiler kurmak ve geliştirmek isteyecektir. Çevreleri değiştiğinde ya da kendileri değiştiklerinde hastalanma riskinin arttığı düşünülmektedir. Bu tür nedenlerden kaynaklanan hastalıklara neden olabilecek eylemler , sosyolojinin ana konusunu oluşturmaktadır. Daha doğrusu bir değişle bu tür hastalıkların üstesinden gelinmesine sosyolojinin anlamlı bir katkıda bulunabileceği kendiliğinden açıktır.
Buna karşın 1975 de MARMOT un yaptığı araştırmada yer değiştirmenin kalp hastalıkları üzerinde çok büyük etkinin olmadığı da iddia edilmiştir. Ancak 1987 de örneğin işsizliğin kalp hastalıkları üzerinde ciddi bir etkisinin olduğu bulunmuştu. Bunun iki nedeni vardı ;
1-) İşsizlerin hayat standardı düşüyordu.
2-) Diğerleri ile toplumsal ilişkileri zayıflıyor , toplumsal rollerini yerine getirmede güçlük çekiyorlar ve stres kronik hale geliyordu.
Kadınların depresyonu üzerinde yapılan diğer bir araştırmada 4 önemli faktör saptanmıştır :
1-) Eş’ le çok iyi ve samimi bir ilişkinin olmaması
2-) 11 yaşından önce annenin kaybedilmesi
3-) Ev dışında bir işe sahip olmama.
4-) 15 yaşından küçük 3 ya da daha fazla çocuğun bulunması. Bu model alt sınıftan gelen kadınların neden orta sınıftan gelen kadınlardan daha fazla depresyona girdiklerini açıklamaktadır. Bilindiği gibi sosyolojinin ana kavramlarından birisi de sınıf kavramıdır. Sınıf , toplum içindeki bireylerin , eğitim , gelir, kültür , ölçütlerine göre yerinin belirlenmesine yardımcı olur. Yani , her toplum aslında sınıflı bir toplumdur . Dolayısıyla, her toplumda belli bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşi acaba bireylerin sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını ne ölçüde etkilemektedir. Bu konuda ki araştırmaların çoğu da yine A.B.D de yapılmıştır. Bu bağlamda bir araştırma DUTTON (1989) yapmış ve daha çok A.B.D nin yoksul kesimlerindeki sağlık koşullarını ve bireylerin fakirikten kaynaklanan umutsuzluklarına dikkat çekmiştir. Ona göre fakirlik genellikle kötü bir sağlık durumu üretmekte kötübir sağlık durumu ise fakirlik üretmektedir. Örneğin; fakir bölgelerde çocuk ölümlerinin A.B.D ortalamasından %50 daha yüksek olduğu saptanmıştır. Ölüm oranı siyahlarda daha yüksektir. Siyahlar bulaşıcı hastalıkların tehlikesine daha fazla maruzdurlar. Kalp hastalıkları ölüm oranları düşük gelir gruplarında zenginlere göre 3 kat daha fazla çıkmaktadır.
Toplumsal hiyerarşinin en altında yaşayan bireyler zaman içerisinde kendilerine saygıyı yitirmektedirler ve kendi kişilikleri üzerindeki kontrol zayıflamaktadır. Maddi güçleri yeterli olmadığından toplumsal bir izolasyon içerisinde yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Toplumsal izolasyon içerisinde yaşayan kimselerde stres daha fazla olmakta kalp krizi geçirmiş bu tür kimselerde daha düşük düzeyde stresi olan diğerlerine göre 4 kez daha fazla ölüm oranına rastlanmaktadır.
Son olarak da fakir bölgelerde yaşayan bireyler yani alt sınıflardaki bireyler sağlık hizmetlerinden de farklı şekillerde yararlanmaktadırlar. Bu gruptaki bireyler zenginlere göre çok daha seyrek hekime başvurmaktadırlar.
Sonuç olarak A.B.D de sağlık söz konusu olduğunda zenginlerle fakirler arasında bir uçurum bulunduğu vurgulanmaktadır. Bu uçurum bir çok alanda ortaya çıkmaktadır. İlkin fakirler sağlık sisteminden zenginler kadar yararlanamamaktadırlar bundanda önemlisi çevresel koşullar.
Bütün bu araştırma bulgularından da anlaşıldığı gibi toplumsal sınıflar ile bireylerin sağlığı arasında dolaysız bir ilişki vardır bireylerin sağlık sisteminden yararlanma olasılıkları içinde yaşadıkları sınıfsal konumla yakından ilgilidir.
Ancak belirtilmelidir ki sınıf kavramıda diğer bir çok kavram gibi sosyoloji alanında tartışılmaktadır. Bu tartışmaların günümüzde dahi belli bir sonuca ulaşmış olduğu pek söylenemez. Şurası kesin ki modern toplumlar gelir eğitim meslek gibi göstergeler bakımından farklı gruplara bölünmüşlerdir. Diğer yandan öğretmenler için de aynı durum söz konusudur. Bir meslek grubu olarak öğretmenler bir toplumsal sınıfın içine sokulmaya çalışılsa bu meslek grubuna hangi tür öğretmenler dahil edilecektir. Örneğin; sıradan bir ilk okulda öğretmenlik yapan biriside bu katagoride yer alacak dünyaca ünlü çalışmaları olan bir üniversite profesörü de bu katagoride yer alacaktır. Dolayısıyla sağlık ile toplumsal sınıflar arasında kurulabilecek her türlü ilişkinin sadece genel trendleri belirtmesi bakımından önem taşıdığı ve bu ilişkinin her zaman korelatif bir ilişki olduğu unutulmamalıdır. Çünkü sınıfla hastalıklar arasında sözü edilen ilişki zamana göre de değişim gösterebilmektedir.
Burada akla gelebilecek bir soru ise acaba kötü sağlık koşullarımı bireyleri alt sınıfta yaşamaya mahkum etmekte yoksa bireyler alt sınıfta olduklarından mı sağlıkları kötü olmaktadır. Gerçektende bu soru bazı araştırmacıların temel gündemini oluşturmuştur. Kimilerine göre (Wilkinson 1986) ciddi hastalıklara yakalanan çocuklar doğal olarak babalarının toplumsal konumlarından daha aşağıya düşeceklerdir. Kimilerine göre ise (MARMOT, at all, 1987) bu ancak şizofreni gibi çok ciddi hastalıklarda ortaya çıkabilecek bir durumdur.
Toplumsal sınıflar ve sağlık söz konusu olunca, diğer önemli bir kavram da eşitsizlikler kavramıdır. Gerçekten de sosyoloji alanında sınıflara ilişkin tartışma, temel olarak toplumların birbirinden farklı eşit olmayan kesimlerden oluştuğu kabulü üzerine kurulmuş bulunmaktadır. Buradaki eşitsizliklerden, bireylerin fakirlikleri, gelir dağılımındaki her türlü farklılıkları kısacası insanların doğalarından getirdikleri fakat birlikte yaşıyor olmalarından kaynaklanan farklılıklar anlaşılmalıdır. Hastalıkları insan gruplarının doğası ve coğrafi özelliklerine göre istatistiksel olarak bir sıralama ile inceleyen epidemioloji zorunlu olarak sosyolojik kavramlara başvurmuştur. Bireysel yetenekler zorunlu olarak eşitsizlikler doğurmakta ve bireyler bu eşitsizliklerden dolayı başarı motivasyonlarını arttırabilmektedirler. Dolayısıyla eşit koşullar altında yaratılan rekabet haliyle eşitsizlik doğuracak buda toplumların biraradalığını perçinleyecek ve toplumsal bağı güçlendirecektir. Ancak sosyolojide olduğu gibi sağlık sosyolojisi alanında da eşitsizlikler kavramı sınıf kavramı ile ilişkili olduğu kadar ondan farklı içeriğe de sahiptir.
Görüldüğü gibi her türlü toplumsal değişim bireylerin sağlığını da etkilemektedir. Örneğin DURKHEİM (1952) çok bilinen intiharlar araştırmasını toplumsal değişimin yarattığı olumsuz koşulların bireyleri nasıl etkilediğini bulmak amacıyla yapmıştır. Yani bireyler ruhsal sağlıklarını toplum içinde nasıl yitirmektedirler? Sosyologların üzerinde durmak istedikleri asıl-klasik konuyu bu soru oluşturmaktadır. Kısacası nihayetle sosyoloji alanındaki kuramcılar bir toplum içerisinde bireylerin sağlıklarını tehdit eden ortamları yansıtmak istemektedirler.
Sonuçta toplumsal faktörlerle hastalıklar arasında kurulan bağın genel olarak 2 önemli kavramca açıklanmaya çalışıldığı vurgulanabilir. İlk model (stres modeli) stres kaynaklarının (çevre koşullarını tehdit eden faktörlerin) gerilime neden olduğunu ve kişinin psikolojik ve fizyolojik hassasiyetini artırdığını vurgulamaktadır. İkinci model ise (Çevresel-davranışsal) çevresel koşullara daha fazla önem vermektedir. Buna göre toplumsal hayat iş ve ev hayatı, sigara, alkol , diyet, egzersiz, kendine bakma sağlıklı hayatın sürdürülmesinde önemli rol oynamaktadır. Ancak bu iki modele de eleştiriler vardır; örneğin stresin hastalıklara değil hastalıkların strese neden olduğu iddea edilmiştir. Alkol ve sigaranın en çok tüketildiği yerler ise genelde en çok stesin olduğu işyerleridir.
Ancak, ülkemizde gözlemlenen kronik bir hal almış sağlık sorunlarından hareket ederek, Türkiye’nin bu tür toplumsal değişmeye hazırlıklı olmadan yakalanmış olduğu ileri sürülebilir.
Dolayısıyla sağlık sektörü aynı zamanda toplumsal gücün dağılımı ile de yakından ilgili olmaktadır. Güç bir kişinin isteğini yapma kabiliyeti ve olanağı olarak tanımlanırsa, haliyle, günlük hayatın vazgeçilmez bir kavramı durumuna gelir. Gerçekten de güç amaçlara erişmenin en azından örneğin yiyecek bulmak yada istediğimiz bir mevkiye gelmek gibi yolları önümüze açmaktadır. O halde, özellikle yüzyılımızda bireyler gücü ellerine geçirerek yada gücü ellerinde tutarak fiziki çevrelerindeki kaliteyi kontrol edebilmektedirler; sağlık politikalarını kendi istedikleri gibi şekillendirmek için kullanabilmektedirler; hayatta daha başarılı be daharahat olabilmek için gücü kullanırlar yada örneğin medya gücü eline geçirerek bireylerin çeşitli konulardaki fikirlerini şekillendirebilmektedirler. Bu bazen yasaların bireylere tanıdığı sınırlar çerçevesinde gerçekleşmektedirler. Bazen de bireylerin oto kontrollerini geliştirilerek aynı amaca hizmet etmeleri sağlanabilmektedirler. Böylece gücün bir tür kullanım amacı olan toplumsal kontrol mekanizmaları, toplumsal düzenin korunmasına ve toplumsal hiyerarşinin devamının sağlanmasına yaramaktadırlar.
Kısacası, sağlık/hastalık dolayısıyla sağlık psikolojisi alanı temel olarak, toplumsal gücün dağılımı ve toplumsal kontrol mekanizmalarının kullanımı ile yakından ilgili görünmektedir. Hatta idealist yaklaşımlar bir tarafa bırakılacak olursa sağlıklı bir toplum yaratmak, yönetimin kendi arzusunun dışında, gücün o toplumdaki dağılımıyla ilgili olacaktır. Doğaldır ki gücü/iktidarı eline geçirenler yada bu noktada etkinliği olan kesimler diğerine göre taleplerini daha etkin gerçekleştirebileceklerdir. Oysa diğer sosyal gruplar güce/iktidara daha direkt olarak katılabilmektedirler. Bunun toplumsal platformda görünümü söyle olmaktadırlar: alt sınıfların sağlık sorunu her zaman gündemde kalmakta, üst sınıflar bunu bir şekilde halledebilmektedirler. Güç ile sınıflar arasındaki ilişkiler toplumdan topluma farklılık gösterse bile temel ilkeler her yerde aynı kalmaktadırlar. Özellikle kapitalizm in daha fazla geliştiği toplumlarda bu tür ayrımlar daha fazla su üstene çıkabilmektedirler.

HASTALIK VE KÜLTÜREL, EKONOMİK, SİYASAL İLİŞKİLER

Hastalık kavramı toplumsal ilişkiler bağlamında ele alınabileceği gibi, kültürel, ekonomik, siyasal bağlamlarda da ele alınabilir. Toplumlar kendilerine özgü toplumsal ilişkilerle farklılaştıkları kadar, özellikle bu yapılar açısından da farklılaşmaktadırlar. Örneğin, (Hastalık ve sağlığın tanımı), (kültürden), (alt-kültüre) ve (topluluktan) (topluluğa) ve hatta bir ev içerisinde kuşaktan kuşağa değişmektedir.
Hastalıkların farklı toplumlarda nasıl farklı algılandıkları ya da yorumlandıklarına ilişkin çalışmalar daha çok antropologlar tarafından yapılmıştır. EVANS –PRİTCHARD (1937) Sudan da yaptıkları araştırmada hastalıkların kaynağının cadılar olduğunu ve bu cadıların hasta kişiyi sevmeyen komşuları tarafından harekete geçirildikleri inancını saptamışlardı. Buna göre hastalıkların iyileşmesi ancak komşunun cadılardan isteğini geri çekmeye razı edilebilmesi ile geri çekilebileceğini ispatlamışlardı. Tanrının gazabı kötü ruhlar ve cadılar. Benzer bir anlayışın Güney Amerika nın bazı bölgelerinde de rastlandığı belirtilmiştir.
Bireylerin hastalıkları nasıl algıladıkları hastalık semptomlarını da nasıl karşıladıklarına bakılarak izlenebilir. Semptomlara ilişkin tutumun kültürden kültüre göre değiştiği oldukça ayrıntılı bir şekilde vurgulanmıştır. Dolayısıyla bireyler ağrı ve hastalığa karşı uyarılmış olmaktadırlar. Oysa bir ABD de yerli ailesinde büyüyen çocuğa hastalıklar karşısında bir erkek gibi davranması ve ağlamaması gerektiği öğretilmekte ve hastalığın nasıl üstesinden geleceği anlatılmaktadır. Böyle bir gelenek içerisinde büyüyen birisi ise muhtemel bir psikolojik rahatsızlık karşısında bunu alenen itiraf edemeyecek olsa olsa fiziksel bir rahatsızlık şeklinde ifade edebilecektir. Diğer bir araştırma ise benzer sonuçlara başka bir yolla erişmiştir. Bu araştırmada Kleinman (1980) Tayvan da aslında psikiyatrik sorunları olan depresyon geçiren hastaların neden kendilerine fizikse şikayetlerle geldiklerini araştırmıştır. Sonuçta bunun nedeninin Tayvan dilinde çok sayıda insan bedenine ilişkin sözcük bulunmasına karşın özellikle batı ülkelerinde geliştirilen insan psikolojisine ilişkin benzer kavramların bu dilde olmadığını saptamıştır. Amerikalı öğrenciler ise Çinli öğrencileri denek olarak kullanmış ve her iki gruba da psikolojik sorunları içeren bir liste vermiş ve bu sorunların kendilerince mümkün olan her türlü nedenini yazmalarını istemiştir. Bu sorunlar arasında uyku güçlüğü, kaygı ve gerilim hissetme, baş ağrısı, yalnızlık hissi gibi sorular vardı. Amerikalı öğrenciler sorunların kaynağı olarak daha çok kendi iç duygusal durumlarını gösterirken, Çinliler daha çok dışsal etkenleri örneğin aile baskısı ve ekonomik hayattaki güçlükleri göstermiştir. Amerikalı öğrenciler içsel Çinliler dışsal faktörlere önem vermektedirler. Batı tıbbı kalbin kan dolaşımı ile bağlantılı görürken doğulu toplumlarda kalp duygusal hayatın merkezi olarak görülmektedir. Bunun yanında yine hastanın geldiği kültür eğer hastalıklara karşı hastayı bilgilendirmişse buda semptomlara ve hastalığa karşı göstereceği tepkide etkili olmaktadır. Yinede bir bireyin bir hastalık durumunda hekime baş vurması kolay olmamaktadır. Birey hastalığın semptomlarını gözlese ve bundan emin dahi olsa başka tür etkenler onu hekime başvurmaktan alıkoyabilmektedir.
İçinde yetiştikleri koşullar gereği hastaların hekime başvurmaları çeşitli etkiler altında kaldığı gibi hekimlerde aynı nedenlerden dolayı hastalara çeşitli gözlüklerle bakmaktadırlar. Hakimler kendi meslektaşları ile birlikte nasıl bir dayanışma sistematiği kurmuşlarsa, hastalarda içinden geldikleri kültür kalıplarına göre kendi danışma ağlarını oluşturmaktadırlar. Örneğin bir hasta ameliyat olmayı kabul etmeden önce genellikle akraba eş ve dosttan oluşan bir dayanışma sistemi kurmaktadır. Bu durumda bireylerin kendi sağlıkları ile genelde popüler alanda kalarak ilgilendikleri vurgulanmaktadır. Örneğin bireyler hastalandıklarında ilkin kendi kendilerini tedavi etmeye çalışmaktadırlar yada tıpla hiç ilişkisi olmayan fakat öğüt verebilecek durumda olan tanıdık eş ahbap ve dostlardan yardım almaktadırlar. İkinci olarak yine modern tıp ve tıpçılarla hiç ilişkisi olmayan uzman oldukları düşünülen kişilere başvurmaktadırlar. Bu kişiler tıpçı olmamalarına rağmen tıpta alternatif olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak üçüncü olarak profesyonelleşmiş hekimlere başvurmaktadırlar.
Bu açıklamalardan anlaşılan tıp ne kadar kendi profesyonelliğini ve dokunulmazlığını ilan etmiş olursa olsun nihayette kendilerine hastalar başvurduğu ölçüde inanılır ve güvenirliğini koruyacaktır. Buda gösteriyor ki hastalık ve sağlık anlayışı tamamen belli bir kültürel ortam içinde şekillenmektedir. Hatta bir iddia ya göre özellikle batı kültüründeki laikleşme süreci göz önünde bulundurulduğunda zaman içinde din olgusu toplumsal gücünü kaybetmeye başlamış tıp bundan doğan boşluğu doldurmuştur. Toplumda hekim ve din adamının işi farklılaşmış kiliselerin yerini tıp klinikleri almaya başlamıştır. Kiliselerde yapılan günah çıkarmanın yerini artık psikoloji klinikleri almıştır. Günümüzde tıp artık fiziksel sorunların giderildiği ortamdan çok daha farklı ortamlara işaret edebilmektedir. Artık günümüz modern toplumların dinsel olguların yerine diyet, spor, doğum kontrolü, sigara karşıtı gösteriler almış gibidir. Şu ana kadar görünen odur ki gelişmiş ülkeler kendi yurttaşlarının sağlıklarını diğer ülkelere göre daha iyi koruyabilmekte ve hastalıkları daha farklı yollarla tedavi edebilmektedirler.
Hastaların hastalık semptomları karşısında takınacakları tavır kültürel geleneklere ilişkin olduğu kadar içinde yaşanılan ekonomik yapıyla da ilişkilidir. Hastaları da ekonomik toplumsal köken açısından birbirlerinden farklı olmaktadırlar. Dolayısıyla doktorlara baş vurma alışkanlıklarının genelde hastalığın ciddiyetiyle ilgili olabilir. Kısaca özetlemek gerekirse hemen hemen her toplum hastalıklara karşı farklı tepkiler gösterseler bile minimum düzeyde dahi olsa bu tepkilerin bazı ortak yanlarından söz edilebilir.
Bir trafik kazası sonucunda ortaya çıkabilecek bir hastalık farklı olanaklara sahip ülkelerde farklı şekilde tedavi edilir. Çünkü bu tür hastalıklar sonuçta tedavi edilmeleri kaçınılmaz türden hastalıklardır. Hastalıkları tedavi etmek açısından ülkeler farklı farklı bakım ve tedavi anlayışı gerçekleştirmiş olsalar bile hastalıkları önlemek açısından alınabilecek tedbirlerin nitelikleri ülkelerin ekonomik durumları ile yakından ilişkili oldukları kendiliğinden açıktır. Sonuç olarak vurgulanabilir ki modern zamanlarda sağlığı direk olarak etkileyen birkaç önemli yaşam alanı bulunmaktadır. Bu alanlar ülkenin ekonomik etkinlikleriyle yakından ilişkilidir. Bu önemli yaşam alanları şu şekildedir; sigara içilmesi, diyet yapılması, fiziksel aktivitelerdeki eksiklikler, alkol alınması, cinsel açıdan yaşanan sorunlar ve trafik kazaları. Ekonomik alanda çok gelişmiş toplumlarda hastalıklara karşı, korunmanın başarıldığı ve ekonomik etkinliklerle direkt olarak çakışmayan en gelişmiş alan ise doğum evleri, dişçilik, bağışıklık, erken kanser teşhisi, yüksek tansiyon araştırmaları olmaktadır.
Her devlet ve toplum sağlık etkinliklerini belli bir plan ve program çerçevesinde gerçekleştirmek istemektedir. Nihayetle zengin olsun fakir olsun her ülke ve toplum sınırlı ekonomik kaynaklara sahiptir. Sınırlı kaynakların akılcı bir biçimde yönlendirilmesi akılcı politikaların üretilmesini gerekli kılmaktadır. Bunun için sağlık alanlarının organize edilmesi radikal ve evrimsel değişikliklerin yaratılması akılcı sağlık politikalarının yaratılıp yaratılmamasına ilişkin gösterilmektedir. O halde sağlık hastalık sorunları sadece hastane ilişkileri içerisinde halledilemeyecek kadar geniş bir içerik ve kapsama sahiptir.
O halde medikal sosyolojinin temek konularından birini oluşturan hasta-hekim ilişkisinin çeşitli boyutlarına bu noktada daha ayrıntıları ile bakmak faydalı olacaktır.

5-) HASTA HEKİM İLİŞKİLERİ

Sağlıklı bir toplum yaratılması ya da mevcut sağlıklı ortamın sağlanması hasta ile hekim arasında kurulabilecek ilişkilerin nitelikleriyle de yakından ilgilidir. Hastanelerdeki tanı koyma ve tedavi etmede başarılı olma, hastalarla kurulabilecek olumlu ilişkilere bağlıdır. Diğer yandan, iyileşmek ve hastalığının gerçek nedenlerini ve tedavi yollarını öğrenmek isteyen her hastada doğal olarak hekimlerle iyi ilişkiler içerisinde olmak isteyecektir. Genel olarak hekimler bilmelidir ki; hastalığı hakkında bilgi vermeyen ya da yeteri kadar konuşmayan hasta üzerinde kendi başarısı da sınırlı kalacaktır. Kendini hastane içerisinde özgür ve rahat hissetmeyen bir hasta hekimi yanıltıcı konuşmalar içine girebilir. Hekim şunun bilincindedir ki hastaya bu türden bir ortam sağlayamadığı durumda yani hastayı hastalığı hakkında tatmin edici bir şekilde bilgilendiremediği durumda mesleğinin özünü oluşturan tedavi amacına kolayca erişemeyecektir. Oysa, bu atmosfer her zaman yaratılabilmekte midir? Kendi ülkemizdeki hastane koşulları böyle bir ilişkinin yaratılmasını destekler ya da köstekler nitelikte midir? Açıktır ki, bu soruların cevaplanması hastalık ve sağlık ikileminin aydınlatılması açısından önemli bir durumu sembolize etmektedir.
Parsons’ a göre hasta bir bireyden dört farklı rolü yerine getirmesi beklenmektedir. İlkin bu birey, günlük olarak sürdürdüğü etkinlikleri ve sorumlulukları bırakmak durumundadır. İkinci olarak hasta birey kendi ihtiyaçlarını karşılayamadıklarından kendisine bakılması gereken kişidir. Ancak hasta bireyin bu iki koşulu yerine getirmesi içinde bulunduğu durumun kritikliği ya da ciddiliği ile yakından ilgilidir. Dolayısıyla hasta rolü PARSONS için toplum içinde sürekli olarak yerine getirilmesi gereken bir rol değildir. Hasta bu rolü yerine getirirken bir çok kültürel kalıpların etkisi altında da kalmaktadır. Hastalar nasıl ki tedavileri için hekimlere yardımcı olmaları gerekiyorsa hekimlerde tüm bilgilerini hastalarına iletmek amacıyla kullanacaklardır. Bundan dolayı hekim tedaviyi tam yapabilmek için genel olarak hastanın hiçbir zaman bir başka kimseye söylemeyeceği sırlarını bilmek isteyebilecektir. Ancak hekim bütün bunları bilmesinin arkasında sadece hastayı tedavi edebilme amacının yattığını unutmamalı elde ettiği bilgileri kendi lehine başkalarının aleyhine kullanmamalıdır.
Parsons un bu klasik görüşü bir çok açıdan eleştiriye de açık görülmektedir. Örneğin; Parsons hastalığı normalin dışına çıkan geçici bir durum olarak tanımlamaktaydı. Bu anlayış neredeyse Parsons modelinin en merkezi noktasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla kronik hastalık durumunda da kendini yeniden tekrarlayan bir ilişki doğabilecektir. Yani Parsons modeli eleştirilerin aksine kronik hastalıklara da uygulanabilir gibi durmaktadır. Oysa çoğu zaman bir bireyin gerçekten hasta olup olmadığına karar vermek o kadar kolay olmamalıdır. Birçok hastalıkta hastalığın şiddetini belirlemede hekim hastanın beyanına güvenmek durumunda kalmaktadır. Bazen de gerçekten hasta olan biri hakkında hekim numara yaptığını düşünebilir. bu duRumda hekimle hasta arasında gözle görülebilir bir gerilim doğacaktır. Buna benzer bir başka örneği de adli davalar oluşturabilir. Dolayısıyla bu tür gerilimler sadece hekimleri ve hastaları ve onlar arasındaki ilişkileri ilgilendirir türden değil aynı zamanda kamuoyunu da ilgilendirir niteliktedir.
Hekimlerle hastalar arasında çıkabilecek gerilimlere diğer bir örnek ise hastalara tanınabilecek önceliklerle ilgilidir. Örneğin bir böbrek transplantasyonu için bir hekimin birden fazla hastası olabilir. Mevcut böbreği sadece bir hastasına takabilecektir. Hastalar arasında hangi ölçütlere göre seçim yapılacağı hiçbir zaman açık değildir. Hekim mümkün olduğu kadar hastalarının güvenini sarsmadan ya da en az ölçüde sarsacak şekilde sorunların üstesinden gelme durumundadır.
Parsons tıbbın toplumsal kontrol açısından bir işlev üslendiğinden hekim hasta ilişkisinin olumlu7 bir sonuç doğurduğunu Fridson ise bu iki ucun birbirlerinin eksikliklerini giderici olmaktan çok uzak olduğunu belirtmektedir. Hasta belli bir rahatsızlıkla hekim ise hastalıkla uğraşmak durumundadır. Bunun için aralarındaki ilişki basit bir şekilde kendi rolleri yerine getirme ilişkisinden çok derin yapısal özellikler taşımaktadır. Diğer bir araştırmada hekimlerin Parsons’ ın iddia ettiği gibi paylaşılan değerler ya da bu değerlere dayanılarak kendilerine verilen yasal otorite zemininde değil sırları açıkça belli olmayan çatışma zemininde hareket ettiklerini göstermektedir. Diğer bir araştırma ise hekimle hastanın yalnız kaldıkları muayene odasındaki iletişimlerine bakarak benzer tirendi yakalamaya çalışmaktadır. Bu çatışma her zaman apaçık olmayabilir. Parsons modeline kapitalizmin uygun bir açıklama tarzı olarak bakanlarda vardır. Amerikan toplumunda hastaneler hastanın hastalığını gidermekten çok yani ortak değerlerin kuvvetlendirilmesinden çok hakim kapitalist ideolojinin pekiştirilmesinin yapıldığı yerlerdir.
Bu ekole göre araştırmacılar hekim hasta ilişkisinin sonuçta uzlaşı yada çatışma ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağından çok nasıl şekillendiği bu ilişkilerin nasıl devam ettiği ve nasıl değiştiği üzerinde yoğunlaşmalıdırlar. Yine bu araştırmada hastaların hekimleri görmeden önce onlarla ne konuşmaları gerektiği konusunda provalar yaptıkları saptanmıştır. Kısacası hem hekimler hemde hastalar etkileşimci görüşe göre müzakere taktikleri ve stratejileri geliştirmektedirler. Sorunlarını ortaya koyarken kendi önem verdikleri sıraya göre bunların sunumunu yapmaktadırlar. Ve bu yolla istedikleri yönde bir etki uyandırmaya çalışmaktadırlar. Örneğin hekimlere hastalıklarına ilişkin kendi çevresinin söylediklerini beğenmediklerini ifade ederek hekimin bilgisine ne ölçüde önem verdikleri izlenimi uyandırarak hekimi kendi alanına çekmek ve kendi ile daha fazla ilgilenmesini sağlamak istemektedirler.
Hasta ile hekim arasında kurulabilecek ilişkide hekimin kontrolü yüksek hastanınki ise daha düşük düzeyde gerçekleşmektedir. Hasta hekiminin yapacağı her türlü hareketi önceden kabul eder gibidir. Çünkü hekimin kendi babası gibi kendi aleyhine olan bir şeyi yapmayacağına inanmaktadır. Hasta hekime güvenmekte ona teslim olmakta ve karar sürecine hiçbir şekilde katılmak istememektedir. Bu tür ilişki en yaygın ilişkidir.
Diğer yandan zaman zaman hekim hasta üzerindeki kontrolünü azaltmaya karar verir. Bu durumda hasta otorite boşluğunu ya kendisi doldurmak isteyecek ya da böyle bir rolü kabullenmeyecektir. Şu da açıkca bilinmektedir ki hastayla hekim arasındaki ilişki belli bir hastalığın çeşitli aşamalarında ya da hastalığın ciddiyetine göre değişebilmektedir. Örneğin hayati tehlike içeren çok şiddetli ağrılarla gelen bir hastaya hekim ilk olarak bir çocuk muamelesi yaparak kendi dediklerinin yapılmasını sağlamak isteyecektir. Ancak ilerleyen safhada hayati tehlike geçmiş olacağından daha çok büyüklere yakışan bir ilişki içinde olmayı tercih edecektir. Örneğin genç kızlık dönemini yaşayan birisi için yüzündeki sivilceler hayati önem taşıyabilir ama bir hekim için çok sıradan bir vaka olarak görülebilir. Hasta hekime baş vururken belli bir kültür içinden çıkara gelmekte ve hastalarında bu kültür içerisindeki önemi kadar hastanın gözünde önemi olmaktadır. O halde denilebilir ki hastanın toplumsal ve kültürel kökeni hekimle kuracağı ilişkide çok önemli rol almaktadır.
Bazı hekimler hastaları ancak kendi tedavileri bakımından önemli gördükleri zaman dinlemektedirler. Diğerleri ise hastaların duygu ve düşüncelerini paylaşmak istemektedirler. Oysa hastalık sadece bir mikrop düzeyde bir mikrobun yarattığı bir durumdan öte bir olay olarak düşünüldüğünde hastayı daha uzunca dinleme gereği duymaktadır.
Genel olarak ülkemizde de İNGİLTERE gibi hastane kliniklerine gelen hastalara hekimlerin çok fazla zaman ayıramadıkları bunun için hasta-merkezcil bir tedavi tutumu sergileyemedikleri söylenebilir. Özel hastanelerde ise her iki tutumun ortasında davranan hekimlere rastlanabilir. Ancak hastaların büyük bir çoğunluğunun gitmek durumunda kaldıkları devlet hastanelerinde hekimlerin İngiltere de olduğu gibi hastalara çok az zaman ayırabildikleri gözlenmiştir. Örneğin eğer hasta hastalığı hakkında yeteri kadar bilgili ise hekim karşısında edilgen bir durumda kalmamakta, en azından çeşitli sorular sorarak bilgilenmeye ve tatmin olmaya çalışmaktadırlar.
Kronik hastalıklar hasta ile hekimin sadece belirli bir dönem içerisinde karşı karşıya gelmelerini değil daha çok uzun dönemlerde ve karşılıklı fikir alış verişlerini gerekekli kılmak gibi ilişkinin kurulmasını gerektirmektedir. Kronik hastalığa yakalanmış kişiler ilk zamanlarda hastalık hakkında kendi bilgileri çok sınırlı olduğundan talep edici yada sorgulayıcı olmamaktadırlar. Ancak ilerleyen zaman içerisinde gerçektende hem hastanelerin teknik kapasitelerine hem de hekimlerin bilgisel düzeylerine tutum ve davranışlarını sorgulayan bir tavır gerçekleştirmektedirler. Hastanın tıp bilgilerine ulaşım yolları daha kolaylaşmış ve çeşitlenmiş olduğundan hasta ile hekim arasındaki ilişkilerde tıp merkezli olmaktan uzaklaşmakta hekime bilginin kaynağı olma işlevinden başka işlevlerde yüklenmek istenmektedir.
Diğer yandan özellikle medyanın sağlık konusuna verdiği önem gerek televizyonlarda gerekse gazetelerde bu konuya ayrılan yer ve zamanın gittikçe artıyor olması hekimlerinde bu olanakları kullanarak halka bilgilerini açma eğilimi içerisine girmeleri de tıp bilgisinin belli bir gruba ait olmaktan yavaş yavaş uzaklaştırmaktadırlar. Tedavi olanakları bir çok şekilde farklılaşmakta ve hastalar bu tür çeşitlilikten hoşlanmakta ve rahatlamaktadır. Sonuç olarak vurgulanmalıdır ki hem tıp alanında hemde sağlık sosyolojisi alanında hasta hekim ilişkilerini açıklamaya yönelik her kuram pratikte çok sık gözlediğimiz şu gerçekleri hesaba katma durumundadırlar; Genellikle hastalar hekimlerinden becerilerini sergilemelerini beklemekte bu olmazsa iletişimlerini koparır iş birliğine yanaşmazlar, bir çok hasta hastalık olgusuna farklı yaklaşım ve davranış içerisinde olduklarında fiziksel bir şikâyeti dile getirseler bile duygusal ve psikolojik problemleri de beraberinde getirmektedirler, hekim ve sağlık personelleri hastayla belli bir hastalıktan acı çeken birisi olduğu kadar bir insan olarak ta ilgilenir, davranışsal ve kişiler arası faktörler hastalığın seyri ile ilgilidir hekimler bunları göz ardı edemez, tedavi sürecinde kişiler arası ilişkilerin ihmal edilmesi hasta ile iletişim kurmanın ve bilgi edinmenin önünü tıkar hastanın yanlış yönlendirilmesi ile sonuçlanabilir.

6.HASTA HASTANE İLİŞKİLERİ

Hekimler tedavi sürecinin akademik yada bilimsel yanıyla ilgilenirken bürokratik yani ile hiç ilgilenmiyormuş gibi görünmeyi tercih etmektedirler. Bunun için kısaca hastanın hastanelerde karşılaşabileceği zorluklara kuramsal olarak değinmekte fayda vardır. Hastanelerin içinde bulundukları genel sorunları tek tek dile getirmek bu çalışmanın sınırlarını aşacağından bu bölümün hedefleri arasında yer almamaktadır. Bir hastane ortamında hasta hekimle yüz yüze gelene kadar bir çok bürokratik işlemleri yerine getirmek zorundadır. Bu işlemler çoğu zaman can sıkıcı olur. Hasta bu işlemden ne kadar canı sıkılmış olursa olsun hiçbir zaman hekime bu işlemlerden yakınamayacağını çünkü konunun hekimin uzmanlık alanının dışında kaldığını bilmektedir. Yaşadığı olumsuzluklar hastayı hekim karşısında rahat bir duruma itmeyecektir. Hastanelerden sağlık personelinin ve diğer personelin neler yapıp yapmayacakları ayrıntılı bir şekilde taraflarca bilinmektedir. Dolayısıyla hastane içerisinde yapılabilecek her türlü davranış bu kurallara uygunluk göstermek durumundadır. Kuralların olduğu yerde doğallıkla bu kuralları uygulayacak kişiler arasında belli bir hiyerarşiden bahsetmek gerekmektedir. Dolayısıyla hastaneleri otoratif ve hiyerarşik ilişkilere dayalı toplumsal örgütler olarak tanımlamak mümkündür. Bunun için bir örgütsel yapı olarak hastanelerinde kendilerinin doğuş nedenini hazırlayan ve kendilerini çevreleyen kültürel özelliklerin bir ürünü oldukları hemen hemen her kültürde benzer olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak böyle bir tarihsel kaygıyla ortaya çıkmış olsalar bile hastanelerin gerek ülkemizde gerekse başka ülkelerde günümüzde geldiğimiz noktadaki kapitalist ilişkiler söz konusu olduğunda tarihsel özelliklerinden ve hedeflerinden çok sapmalar gösterdiklerini ve bu günün hastanelerinin hem mülkiyet hem de yönetim ve kontrol açısından çok farklı özellikler sergilediklerini belirtmek gerekir. Günümüzde ise hastaneler daha çok iyi bir otel iyi bir okul iyi bir laboratuar ve iyi bir tedavi ve araştırma merkezi olma durumundadırlar. Ülkemizde ve başka ülkelerde çoğu zaman hastaneler tıp mesleğinden ve meslekten olmayan kişilerce yönetilmektedirler. Örneğin hekim hastanın maddi gelirine bakmaksızın gerekli olan bilimse müdahaleleri yapmak isteyecektir. Diğer yandan tedavinin maddi durumuyla ilgili bürokratlar ise hastanın hastaneyi zarara sokup sokmayacağı ile ilgilenecekler. Çünkü hastanenin işlerinin yürümesi görevini bu kesim üstlenmiştir. Bir başka örnek hekimler hastaları büyük ölçüde gözlem altında tutmaktan hoşlanmaktadırlar. Hastanın sağlığı ve doğabilecek sorunların üstesinden gelme açısından daha emin bir yol olarak düşünürler. Oysa bürokratik kesim hastaların bir an evvel hastaneyi terk etmelerini hastanenin daha çok gelir elde etmesini daha çok sayıda hastanın tedavi edilmesini talep edeceklerdir. Kısacası bu ve buna benzeyen durumlar karşısında her zaman hekim ile hastanenin bürokratik kesimini oluşturan memurlar arasında gözle görülmese de gizliden devam gizliden yapılan tartışmalardan söz edilebilir. Bu da hastanenin genel amaçları ile tutarlı durum bir durum gibi gözükmektedir. Hastanede bazı durumlarda hekimlere ve özellikle meslekte çok tecrübe sahibi olan hekimlerin hastanın hayata dönmesi yada acil önlemlerin alınabilmesi için çok fazla düşünmemeleri ve sadece söylenenleri bir emir gibi düşünerek iş yapmaları beklenmektedir.
Hastanelerde asıl işin hekimler tarafından yapıldığı düşünüldüğünden en azından hekimler böyle düşündüğünden idari kesim sadece yardımcı bir unsur olarak görülmektedir. Hem hastanenin maddi işleri hem de tıp temelli işleri başhekimlerce ve bunların görev dağıttığı kimselerce yürütülmektedir. Eğer yapılacak iş sıradan ve rütin ise işin doğasına uygun olarak iş bölümü yapılmaktadır. Başhekimler idari kesimin görüşünün önemli olduğunu düşündükleri konuların dışında yönetim sürecine katılmalarını kendi işlerine müdahale gibi algılamaktadırlar. Hekimler hastanelerin asıl sahipleridirler ve böylede kalmak istemektedirler. Kısacası Türk hastanelerinde bürokratik kesim ile hekim arasında önemli ölçüde yetki kargaşasından yada ciddi bir çatışmadan söz etmenin mümkün olmadığı söylenebilir. Çünkü pratikte hekimler hastanenin idare edilmesine hiç kimse ve özellikle hastanenin idari kesimi ile paylaşmak niyetinde değillerdir. Hekimlerle hastane yönetimi arasındaki gerilimin ortaya çıkabileceği diğer bir alan ise hastaya nasıl hangi koşullarda bakılacağına ilişkindir. Yetişmekte olan hekimler tecrübelerini ancak hastanelere gelen hastalara bakarak arttırabilmektedir. Oysa diğer hastane personelinin amacı ise hastaları rahat ettirmek tedaviyle direk olarak ilgisi olamayan konulardan uzak tutmaktır.
Hastanelerde çatışma sadece hekim idare hasta arasında değil hekimlerin kendi aralarında da ortaya çıkabilmektedirler. Özellikle ilaç tedavisi yapılan hastalar üzerinde hekimlerin çok farklı görüşlere sahip oldukları bulunmuştur. Cerrahi dallarda bu farklılığın azaldığı görülmüştür. Oysa hastaların ne tür ilaçlar kullanarak daha kısa bir zamanda iyileşebileceği her zaman için tartışmaya açık olabilmektedirler. Hasta ile hastane arasında ortaya çıkabilecek sorunların bir kaynağı ise hastanın birlikte getirdiği ya da hastane ortamından kaynaklanan strestir. Hastalar zaten vücutlarında bir şeylerinin bozuk olduğunu hissetmektedirler. Bunun giderilmesi gerektiğini düşünmektedirler. Ve belli bir tanının konulmasını beklemektedirler. Bu bekleyiş bile başlı başına stresin kaynağı olabilmektedir. Hastalığın niteliğine ve ciddiyetine bağlı bu tür etkenler çoğu hastayı derinden rahatsız etmektedir. Örneğin bir çok hasta belki de sakat kalacağını ömrünün kalan kısmını sakat yaşayacağını hayatının bu noktada biteceğini düşünmekte bunun endişesini yaşamaktadır. Bu doğal endişelere ek olarak hastane ortamının kendisinden de kaynaklanan stresler vardır. Odasını başkasıyla paylaşmak durumunda olan hastaların bir çoğu da gürültüden rahatsız olmakta ve bu stresin diğer bir kaynağını oluşturmaktadır. Hastanın kendi evinde yaşıyor gibi hissetmesini sağlamak çevreyi buna göre düzenlemek hasta odalarını klinik atmosferinden kurtarmak hastaları stresten kurtardığı ve hastane hakkında olumlu izlenimlerle ayrıldıkları saptanmış bulunmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder