Uzun yıllardır çözümlenemeyen sağlık sorunları
toplumumuzun gündemini işgal etmektedir. Sağlık sorunları günümüzde çok ciddi
boyutlara erişmiştir. Medya aracılığıyla her gün ölümle biten toplumsal bir olay,
hastanelerde yaşanan hataların insan sağlığına yaptığı etkiler , herkesi
düşünmeye sevk edecek sağlık skandallarıyla karşılaşıyoruz. İçenden geçmekte
olduğumuz karamsar atmosfer Türk insanı için ölümle yaşam arasındaki her geçen
gün biraz daha daralmaya yüz tutmaktadır. Eğer her şey bugünkü gibi olmaya
devam ederse gelecek nesillerde sağlıksızlığı kader olarak kabul etmek zorunda
kalacağız.
Trafik kazaları, bu unutulmuşluğa, tepkisizliğe ve
vurdumduymazlığa doğru gidişin en tipik örneklerinden biridir. Öte yandan
hastane kapılarında muayene olmak için sıra bekleyen köyden kasabadan hatta
ülkenin diğer ucundan gelmiş insanların sergilediği tabloda güncelliğini
yitirmektedir.
Sağlık sorunlarını direkt yaşayan bireylerin yanı sıra
sağlık sektörünün temel taşları olan hekimlerde benzer sorunlarla
karşılaşmaktadır. Yardımcı sağlık personelleri de aynı zor koşullarda
mesleklerini icra etmek zorunda kalmaktadırlar. Hastalar ve yakınları
önemsizliklerini hissederken diğer sağlık personeli ise görevlerini diğer
ülkelerdeki meslektaşları gibi yapamamanın ezikliği içindeler. Bir başka
değişle legal ve illegal yollardan kazanılan para hekimlere az gelişmiş bir
ülkede yaşadıkları gerçeğini unutturmamaktadır.
Kısacası, bir ülkedeki sağlık sorunlarının görünümü o
ülkenin gelişmişlik düzeyine ilişkin ip uçları verir. Ancak bu gelişmiş
ülkelerde tüm sağlık sorunları çözülmüş demek değildir. Aradaki fark sadece
çözüm düzeyine ilişkindir.
Bütün bunlar bize sağlık sorunu bir ülkenin
gelişmişlik düzeyiyle ilgili olduğu kadar toplumsal yapısıyla da yakından
ilgili olduğunu gösterir. Toplumu derinden etkileyen bu sorunlar ekonomik
olduğu kadar aynı zamanda kültüreldirler. Örneğin; çagdaş kültürden daha çok
pay alabilen ülkeler modern tıbbın olanaklarındaki gelişmeyi daha çok takip ve
talep etmekte, diğer kesimler geleneksel anlayışlarını sürdürmekte ve bunlara
karşı direnmektedirler.
Bireyler en temel olan sağlık haklarını kullanmakta
ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Bu sorunların neler olduğuna ve çözüm
yollarının bulunmasına bir birey olarak sessiz kalmak mümkün değildir.
Hastanenin içerisinde barındırdığı koşullar ülkemizin görünen ve görünmeyen
koşullarını simgelemektedir. Fakirlik ve çaresizlik hastaların hasta
olmalarından kaynaklanan bir olgu olduğu kadar ülkemizin içinden geçmekte
olduğu koşullarla da yakından ilgilidir.
Genel olarak, sağlık alanının bilinmesi ile ülkemizin
koşullarının tanınmasının aynı anlama geldiği kabul edilmektedir. Ülkemizin
gelişmişlik düzeyinin saptanması demek sağlık sorunlarını ne ölçüde
çözümlediğinin saptanması demektir. Gelişme daima fakirlik tabakalarının
zenginleşmesiyle sonuçlanmıştır. Eşitsizliklerin kaynağı keşfedildikçe ülkeler
zenginleşecektir. Zengin ülkeler yurttaşlarının hakkını daha iyi koruyabilen
ülkelerdir.
Ülkemizin sağlık sistemine ilişkin yapılan her araştırmanın,
bu sorunların çözümüne de ışık tutacağı kendiliğinden açıktır. Bu kitap ile,
ülkemizin bir çok üniversitesinde ders olarak okutulan sağlık sosyolojisi
konusunda temel bir kaynak oluşturmak hem de sağlık sorunlarımıza dikkat
çekebilmek hedeflenmiştir. Sağlık alanındaki çıkmazların ve sorunların
karşısında biz yeni nesil sessiz ve de çaresiz kalmamalıyız. ülkemizin daha
gelişmiş ülkeler arasına girebilmesi için bu sorunların neler olduğunu saptayıp
çözüm yollarını geliştirmeliyiz. Bu eser takip edeceğimiz yolu bulmamıza
hedeflerimizi saptamamıza yardımcı olacaktır.
1-) BAZI TEMEL KAVRAMLAR:
Sağlık sosyolojisi sosyolojinin bir alt dalıdır.
Özellikle batı Avrupa ve A.B.D de çok gelişmiş bir durumdadır. Ancak sağlık
sosyolojisinin inceleme konularıyla ilgili birçok alan bulunmaktadır. Genel
olarak bu alanların kurumsal çatıları aynıdır fakat farklı adlarla tasvir
edilmektedirler. Özellikle tıp kökenli alanlar sosyoloji kurumlarını izleyerek
hastalık /sağlık olgularını incelemektedir. Bunun yanında sosyal psikologlar ,
antropologlar , ekonomistlerde bu konuya ilgi duymuşlardır. Bunun için, aynı
çalışma alanı, kaynaklandıkları kökenlere göre farklı adlarla anılma durumunda
kalmışlardır. Örneğin; tıp sosyolojisi sosyolojinin bir alt alanını işaret
ederken sağlık sosyolojisiyle aynı konuları paylaşma durumunda kalmıştır. Aynı
şekilde daha çok tıp kökenli araştırmacıların ilgi duydukları bir kavramda
klinik sosyolojisidir. Bu alandaki araştırmacılarda kendilerini uygulamalı
tıpta ortaya çıkan sorunların toplumsal boyutu ile sınırlamak istemektedirler.
Benzer konulara değinmekle beraber tamamen tıbbi kaygılarla yola çıkan tıbbın
kendine özgü bir alt dalı kabul edilen alanlarda vardır. Halk sağlığı koruyucu
hekimlik gibi alanlarda sağlık sosyolojisinin konusuyla çok yakındır.
Türkçe literatürde, toplumsal sorunlarla, sağlık
sorunları arasında bir ilişki olduğu daha 1940 lı yıllarda bile birkaç çeviride
vurgulanmıştır. Ancak 1970 li yıllara kadar bu tip tartışmalar yaygınlık
kazanamamıştır. Bu yıllarda ilk olarak toplum hekimliği başlığı altında halkın
hastalıklara karşı daha etkin korunmasını hedefleyen ilke ve düşünceler
geliştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, akademik çevrelerde en ilgi duyulan
çalışma NUSRET FİŞEK tarafından yapılmıştır. Sosyoloji alanında yapılan
çalışmalar ise alanı tanıtmak ve olanaklar dâhilinde katkı payı hedefleyen
türden çalışmalar olmuştur. Özellikle dikkat çeken bir çalışma ATÜL KASAPOĞLU
tarafından yapılmıştır. Oysa tıp sosyolojisi A.B.D de çok daha önceleri
başlamıştır 1940 ve 50 li yıllarda sosyoloji alanında önemli sayıda çalışmaya
kaynaklık etmiştir.
Yaygın olarak bilinen eserinde NUSRET FİŞEK (1983:1)
sağlık ve hastalık kavramının Dünya Sağlık Örgütüne atıfta bulunarak şöyle
tanımlıyor ‘ sağlık sadece hastalık ve sakatlık olmayışı değil, bedence , ruhça
ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir .’ ‘ Hastalık ise, doku ve hücrelerde
yapısal ve fonksiyonel ve normal olmayan değişikliklerin yarattığı haldir.’
Daha sonra bu tanıma hastalığın sadece biyolojik bir süreç olmadığını,
toplumsal ve kültürel boyutunun da olduğunu ekliyor. Gerçekten de toplumsal
bilimlerin hastalık/sağlık olgularına duyduğu ilgi bu noktadan başlıyor. Bu
alanda en çok sözü edilen kavramlar ise FİŞEK e göre halk sağlığı, toplum hekimliği,
koruyucu hekimlik, sosyal hekimlik ve toplum sağlığıdır.
Halk sağlığı: Bir bireyin sağlığını sürdürecek bir
yaşam düzeyi sağlayacak biçimde geliştirerek hastalıklardan korumayı yaşamın uzatılmasını,
beden ve ruh sağlığı ile çalışma gücünün arttırılmasını sağlayan bir bilimdir.
Toplum hekimliği: Toplumu oluşturan bireylerin, bedence,
ruhça ve sosyal yönden iyilik halinde olması için , bireye , topluma ,
biyolojik ve fiziki çevreye ilişkin önlemlerin planlanması ve uygulanmasını
içeren bir alandır.
Ayrıca halk sağlığı ve koruyucu hekimlik arasındaki
fark ise halk sağlığı kamunun sağlığının korunmasını hedefler koruyucu hekimlik
ise aynı amacı bireysel düzeyde hareketle gerçekleştirmek ister. Toplum sağlığı
kavramı da halk sağlığı kavramıyla dönüşümlü olarak kullanılmaktadır.
FİŞEK söz ettiği tüm adlandırmaların ortak noktası tıp
alanında üretilen bilgilerin halkın sağlığını koruma amacı ile nasıl daha etkin
olarak kullanabileceği sorusudur. Bir başka anlatımla, hastalıkların
iyileştirilmesinde tıp dışı alanların bilgisinin değerlendirilmesi
hedeflenmektedir. Bu bilgilere tıp bilgileri temelinde gidilebileceği gibi
diğer alanlarlada gidilebilir. Bunun için başta sosyoloji olmak üzere diğer birçok
sosyal bilim alanı da sağlık/hastalık kavramları ile ilgilenmektedir. Örneğin;
sağlık sosyolojisi disiplinide ,tıp alanında mevcut hedefleri kendisine hedef
olarak seçmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bu iki genel çalışma alanındaki
benzerlik ve farklılıkların ortaya çıkarılması bir zorunluluk gibi durmaktadır.
Örneğin; KASAPĞOLU (1999:11) , İngiltere deki gelişmeler izlenerek , Türkiyede
de ‘halk sağlığı’ kavramının yerini ‘toplum hekimliği’ kavramının kullanıldığı
, üniversitedeki kürsüleri de bu değişikliği izlemiş oldukları belirtiliyor.
Sosyoloji alanında ise ‘medikal sosyoloji’ kavramının eskidiği, bu alan
içerisinde genel olarak zaten sosyoloji kuramlarına yer verilmek durumunda
kalındığından ‘sağlık/hastalık sosyolojisinin’ kavramının yaygın olarak
kullanıldığı dile getirilmiştir.
Sosyoloji kuramlarının en çok kullandığı alanların
başında medikal sosyoloji adıyla bilinen alan gelmektedir. Medikal sosyolojinin
konu alanı temel olarak sağlık sosyolojisinin alanından büyük bir farklılık
göstermemektedir.
Medikal Sosyoloji: Bireylerin kendilerini ne zaman
hasta diye tanımladıklarına, hastalıkların üstesinden nasıl gelebildiklerini,
sakat olanların nasıl tedavi göreceklerine ilişkin yol gösteren bir alandır.
Buna ek olarak hastalıklara toplumun nasıl cevap
verdiği , tedavi sürecinde meslek örğütlerinin işlevleri, sağlık kurumları ve
buna ilişkin toplumsal düzenlemeler gibi konularda medikal sosyolojisini
ilgilendirmektedir .Aynı zamanda hastalıkların nasıl dağılım gösterdiği ,
tedavi olanakları ve meslek üyelerine ilişkin araştırmada yapmaktadır. Bunlara
dayanarak medikal sosyolojinin şu bilimleri incelediği söylenebilir;
Aile, eğitim , din, ekonomi, siyasi sistemler,
toplumsal kontrol , kentleşme , sosyal planlama/toplumsal değişme ve tarih.
BROWN (1989) sosyal bilimlerin medikal sosyolojiyi
dört düzeyde etkilediklerini belirtmektedir.
1-) Makro düzeydir
2-) Mikro düzey
3-) Makro ve mikronun birleştiği düzey
4-) Sosyal hareketlerin sağlık konusunda rolü düzeyi
1-) Makro düzey : Üç işlevsel alan vardır; siyaset ,
ekonomi ve kültür. Medikal sosyoloji bu üç alandan etkilenmektedir; bunlara
bağlı alt alanlardan birincisi , sınıf ırk ve cinsel farklılıkları konu alan
siyaset ekonomisi , ikincisi , bir profesyonel meslek olarak tıp mesleği ve
profesyonelleşme süreci, üçüncüsü de sağlık kurumlarıdır
2-) Mikro düzey: Sağlık sisteminin uygulayıcıları ile
halk arasındaki ilişkileri konu alır. Bu alanda genel olarak hekimler ile
hastalar arasındaki ilişkiler çeşitli bakış açılarına göre incelenmektedir.
3-) Makro ve mikronun birleştiği düzey: Kuramcılar
genelolarak , makro ve mikro düzeylerinin birleştirilmesini talep
etmektedirler. Örneğin; sadece hekim / hasta ilişkileri incelenecek olursa daha
geniş bir alanda ortaya çıkabilecek sorunlar ihmal edilebilmektedirler.
4-) Sosyal hareketlerin sağlık konusunda rolü düzeyi:
Toplumsal değişmeyi de içine alacak şekilde , toplumsal hareketlerin sağlık
üzerindeki etkileri ele alınmaktadır. Örneğin ; köleliğin ortadan kalkması ,
ayrımcılığa son verilmesi , kadın hakları , toplumsal güvenlik , emek gücünün
organize edilmesi gibi toplumsal hareketlerin sağlık sistemleri üzerinde önemli
etkisi vardır.
Medikal sosyolojisi ilkin, hekim ve sağlık
personelinin çalıştıkları ortamların hangi özellikte olduğunu ve hastaların
nasıl sağlık hizmetlerine ulaştıklarını ve hangi kültürel kalıpların etkisinde
kaldıklarını araştırmaktadır. Bir başka anlatımla, hekim ile hasta hangi
koşullar altında bir araya gelmektedirler ve birbirlerine nasıl muamele
etmektedirler. Kısaca hastalık hasta ve hekim arasında ilişki büyük bir ölçüde
içinde yaşadıkları ortam tarafından etkilenmektedir.
Bir başka değişe göre medikal sosyoloji başta tıp
olmak üzere birçok bilimle iç içe olmak durumunda olduğundan ister istemez
disiplinler arası bir bilim dalı olmak zorunda kalmıştır. Böyle bir alanda
yapılan incelemeler sadece bireylerin/toplumların sağlığına katkıda bulunmakla
kalmayacak aynı zamanda toplumsal eşitsizlikler, profesyonel uzmanlık ile
profesyonel gücün yapısı ve birey ile toplum arasındaki bağlara ilişkin de
bilgi üretmektedir.
Toplum hekimliği ilk kez Fransa da ortaya çıkarken
yine tıpçıların toplumsal bilimlerle bağlantı kurma isteklerinden kaynaklandığı
açıktır. Jules GUERİN (1801-86) hastalıkların gerçek boyutunu inceleyebilmek
için istatistiklerden yararlanmış ve toplum hekimliğini dört farklı alana
bölmüştür; sosyal patoloji, sosyal hijyen , ve sosyal terapi. ‘Tıp sosyal bir
bilimdir ve siyaset tıptan başka bir şey değildir’ . yani sağlık sorunları
sadece tıp alanında alınacak önlemlerle giderilmez. Tam aksine sosyal tedbirler
olmadıkça ya da sağlık sorunları toplumsal bağlamlarda incelenmedikçe tam
anlamıyla çözülemez. Gerçekten de 19. Yy da ileri sürülen böyle bir görüş 20.
Yy da Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmış bulunmaktadır. Turner (1992) Toplum
hekimliğinin anlayışının yaygınlık kazanması ile üç önemli sonucun ortaya
çıktığını belirtiyor:
A ) Hastalıklar ancak çok nedensel ilişkiler
içerisinde anlaşılabilir.
B ) bir topluluğun sağlık durumunu anlamak ve
değiştirmek için, toplumsal ve siyasal müdahaleler ve reformlar kaçınılmaz.
C ) Bu iki sonuçtan dolayı, toplum hekimliği sadece
geleneksel tıbbın müdahaleciliğine değil tüm topluma yönelik bir eleştiri
geliştirmiş ve köktenci siyasal bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.
Kısaca özetlenecek olursa, bu bölümde tanımları
yapılan alanlar köken itibariyle nerden kaynaklanırsa kaynaklansın hemen hemen
hepsinin ortaklaşa vurguladıkları nokta, tıp alanında üretilen bilim , kültürel
ve siyasal alanlarda üretilen diğer bilgilerce desteklenmesi ile mümkün
olacaktır. Hekimler hastanelerde sadece hastalık sürecinin son aşamasına gelmiş
bireylerle muhatap olmaktadır. Tıp kökenli bilimlerde bunun farkına çok
önceleri varabildiklerinden Toplum Hekimliği, Halk Sağlığı v.b gibi alt dallar
yaratarak tıp bilgisini desteklemek istemişlerdir.
Günümüzde ise başta sosyoloji olmak üzere bir çok
alan, kendi kuramlarını sağlık/hastalık kavramlarını anlamak için seferber
etmiş bulunmaktadırlar. Yeniden vurgulanması gereken nokta , hepsinin de amacı
hastalıkları mümkün olduğu kadar hastanelere yansımadan önce önleyebilmektir.
Böyle bir anlayış kökenlerini 19.y.y da bulmasına rağmen 20. Y.y la ait gibi
görünmektedir.
Bu noktada hastalık kavramının toplumsal yanının biraz
daha ayrıntıya girilerek incelenmesi , Sağlık Sosyoloji alanının ne ile
uğraştığını daha da aydınlatabilecektir.
2-) HASTALIK OLGUSU
Çoğu zaman, hastalık kavramından bütün insanların aynı
şeyi anladıkları sanılır. Oysa hastalığın tanımı hem toplumdan topluma hem de
zamandan zamana değişmektedir. Bir bireye ne zaman hasta denileceği ya da
bireyin ne zaman kendisini hasta hissedeceği değişkenlikler gösterir. Bu
farklılıklar ya da ayrımlar ‘Sağlıklı olma durumunun yitirilmesi’ sürecini
başlatır. Örneğin trafik kazasından çok ağır yaralar almış birisi tabi ki her
zamanda ve her toplumda kendisini hasta olarak görecek ve kendisini hasta
olarak algılayacaktır.
Sadece başı ağrıyan birine hasta muamelesi yapılıp
yapılmaması ya da bireyin kendisini hasta olarak algılayıp algılamaması o
toplumun hastalık kavramını nasıl tanımladığıyla yakından ilişkilidir. Başka
bir değişle birkaç yüzyıl öncesinde insanların korkulu rüyası ve salgın bir
hastalık olan veba günümüzde çok önemli bir hastalık olarak görülmemektedir.
Örneğin 1994 te yaşanan bir salgın insanlar arasında çok büyük bir paniğe yol
açmıştır. Ancak bir hükümet yetkilisinin hastalığın bulaşma riski çok az demesiyle
insanlar rahat bir nefes almıştır. Bu olay iki noktaya işaret etmişti.
A) Modern toplumlarda hiç bilinmeyen fakat çok ciddi
hastalık türlerine maruz kalabilirler.
B) İçinde yaşanılan toplum diğer birçok alanda olduğu
gibi sağlık alanında da risklerden arınık bir toplum değildir. Başka bir
değişle risk hayatın içindedir
Hangi tür risklerin toplum bireyi tarafından kabul
edilip edilemeyeceği kuramsal ve pratik olarak tartışılmaya başlandı.
Dolayısıyla bir toplum içinde hastalığının nasıl algılandığının keşfedilmesi,
hastalıkların gerçek nedenlerinin bulunup ortadan kaldırılmasının ilk koşulu
gibi görülmektedir.
Bunun için araştırmacılar ilk önce sıradan hastalığın
tanımını yapmaya çalışmışlardır. Bu araştırmaların çoğunda hastalığın external
(dışsal) bir faktör olduğunu, belli bir yaşam şeklinin, özellikle kentsel
hayatın, bir ürünü olduğu söylenmiştir. Diğer yandan sıradan kişilerce hastalık
içsel (internal) bir olgu olarak görülmüştür.
Sağlığın işlevsel tanımı, sadece dengeli bir durumu
değil, bireylerin neşeli ve eğlenceli oldukları bir durumu vurgulamaktır.
Yapılan araştırmalar sonucunda halkın hastalıkları gruplara ayırdıkları ortaya
çıkmıştır. Örneğin normal hastalıklarla kalp, kanser, tüberküloz gibi
hastalıklar ayrılmıştır. Bu bağlamda sağlık;
A) Negatif olarak yeni bir hastalığın ortaya çıkmaması
durumunu.
B) İşlevsel olarak, yani, günlük aktivitelerin
üstesinden gelebilme durumunu .
C) Pozitif olarak yani sağlıklı ve iybir durumda olma
durumunu ifade etmektedir.
Hastalıklar günlük hayatta bireylerin psikolojilerini
de etkilemektedir. Doğal olarak, bireyler sürekli olarak kendilerini sağlıklı
olmaya doğru yönlendirmektedirler. Yaş gruplarına göre hastalıktan en çok
şikayet edenler çocuklar ve yaşlılardır.
LOCKER (1983) a göre tarihte hastalık kavramı birkaç
aşamadan geçtikten sonra günümüzdeki haline gelmiştir. Buna göre modern tıbbın
çıkmasından çok daha önceleri hastalıklar, ruhsal ve mekanik güçlerin eseri
olarak düşünülmüştür.
LOCKER hastalığın kavranmasında Kartezyen düşüncenin
çok önemli bir yeri olduğunu düşünmektedir. Bu felsefe akımına göre, Vücut ve
ruh birbirinden bağımsızdır. Bu düşünce yaygın olarak benimsendiğinde,
hastaların mikrobiyolojik kökenlerinin incelenmesi için, uygun bir ortam
sağlanmış oldu. Vücut kendi içerisinde işleyen ve kendi kuralları olan bir
bütün olarak incelenmeye başlandı. Ehrlıch, Koch, Pasteur un keşifleri buna
örnek gösterilebilir. 1882 de KOCH tüberküloz hastalığına yol açan mikrobu
keşfetmişti. Bunu taiben, 1897 ve 1900 yılları arasında ise 22 çeşit enfeksiyona
yol açan mikrop keşfedildi.
Daha sonraki araştırmalar, bir tek mikroplu
açıklamalardan yani bir tek nedenli açıklamalardan, çok faktörlü açıklamalara
doğru inceleme alanını genişletmiştir. Örneğin bulaşıcı hastalık üçgeni adlı
bir yaklaşımda hastalıklar, bir mikrop, bir taşıyıcı ve çevre bağlamında ele
alınmıştı. Bu anlayışla hastalıklar tedavi edilebilir olduğu kadar önlenebilir
hale de gelmiştir.
‘Üç temelli (üçgen)’ bu açıklamada zamanla etkisini
yitirmiştir. Çünkü, bu yaklaşım sadece bulaşıcı hastalıkları açıklama ve
önlemede etkiliydi. Daha kronik hastalıkları (kalp gibi) önleyemiyordu.
Dolayısı ile daha kapsayıcı bir yaklaşıma ihtiyaç
hasıl oldu. Bu yeni yaklaşıma NEDENLER AĞI adı verildi. Bu yaklaşıma göre
hastalığa etki eden faktörler biyolojik olduğu kadar toplumsal ve psikolojik te
olmalıdır.
LOCKER a göre yukarıda sıralanan tek nedenli ya da çok
nedenli açıklamalar, niçin belirli bazı toplumsal grupların değerlerine göre
hastalıklara ve ölüme duyarlı olduklarını açıklayamamaktadırlar. Çeşitli araştırmalar
göstermiştir ki çok gelişmiş ülkelerde dahil olmak üzere, hemen hemen her
ülkede hastalıklara bireyin içinde bulunduğu sınıfsal koşullar, yaşadığı
mahalle, gelir düzeyi, eğitim ve meslek gibi faktörler etkin olmuştur. Diğer
faktörler ise, sosyal bütünleşme, toplumsal destek, medeni hal, vs. dir.
Ayrıca, bireylerin hayattan beklentileri ve tecrübeleri, davranışları bu
grupların hassasiyetini etkilemektedir. Kısaca söylemek gerekirse,
1) Mikrop teorisi (Grem teorisi)
2) Üçgen Açıklama
3) Çok nedenlilik,
4) Genel hassasiyet kuramları tarisel bir sıra
içerisinde gelişmişlerdir.
Ancak unutulmaması gereken nokta ise, hastalıkların
toplumsal kökenlerinin, aslında en ilkel toplumlarda bile keşfedilmiş
olmasıdır. Eski ile şimdiki arasındaki fark modern hayatta bunun çok daha geniş
bir perspektiften yapılıyor olmasıdır.
LOCKER a göre günümüze kadar yapılan toplumsal ve
psikolojik faktörlere ilişkin çalışmalar. 3 kategoriye ayrılır.
a-) Toplumsal – çevresel
b-) Davranışsal
c-) Psikolojik
toplumsal çevresel faktörler şunlardır; yoksulluk,
toplumsal destek ve diğerleri ile ilişkiler, iş ve işsizlik , v.b
Davranışsal faktörler; sigara içme alışkanlığı,
egzersiz spor yapma alışkanlığı, diet v.s.
psikolojik faktörler; kişisel özellikler , mücadele
kapasitesi , sağlığa duyulan inanç , v.s bizim modern tıp dediğimiz alan
aslında bu alanların ne zaman ve nasıl birbirlerinin içine girerek hastalıkları
oluşturduğunu incelemektedir.
Toplum ve hastalıklar arasındaki ilişki aslında başka
kuramcılarlaca ele alınmıştır. Örneğin; FİELD (1976) hastalıkların toplumsal
yanını vurgulayabilmek için hastalık durumu ile bireyin kendisini hasta
hissetmesi arasında bir ayırım yapılabileceğini belirtiyor. Birinci kavramlaştırmada
dikkati çeken odak nokta, belli bir kötü/istenmeyen durumun nesnel yanları,
ikincisi ise subjektif yanları olmaktadır. Hastalık bir organın normal dışı çalışması,
rahatsızlık ise bu normal dışlılığın nasıl algılandığına ilişkin olmaktadır. Yani
hasta rahatsızlıktan şikâyet eder, hekim ise hastalığı teşhis eder. Bir başka
deyişle İngilizce asıllı bu iki terim hastalıkların organik kökenleri ile
psiko-sosyal kökenlerini birbirinden ayırt etmek için kullanılmaktadır. Ancak
her iki kavramın birbirinden bağımsız olduğuda ileri sürülmektedir. Sadece
hastalıkların toplumsal yanına ve hastanın hastalık tanımını hekimin
tanımlamasından her zaman farklı olacağı vurgulanmak için yapılmıştır. Örneğin;
FİELD tıp eğitiminin aslında genel olarak hastalık durumu kuramı üzerine kurulu
olduğunu savunuyor. Ancak hekimin rollerinin hastalıkların türüne göre
değişiklik gösterdiğini vurgulamaktadır. Ona göre hastalık dört katagoriye
ayrılabilir;
a-) Kısa dönemli akut hastalıklar
b-) Uzun dönemli fakat araz bırakmayan
c-) Uzun dönemli araz bırakan hastalıklar
d-) Akıl hastalıkları
bu sınıflamaya göre hastalık durumu kuramına göre
yetişmiş hekimler en fazla birinci katagorideki hastalıklara yardımcı
olabileceklerdir. FİELD bu durumda hastalıkların tanımlanmasında hekimlerin
önemli bir rolü üstlendiklerini belirtir. Bunun için FİELD e göre eğer
hastalıklar sadece modern tıbbın yaptığı gibi toplumsal perspektif dışlanarak
tanımlandığında hasta ile hekim arasında en azından bir dil ve anlaşma düzeyi
farkı oluşmaktadır. Kısacası modern tıp hastalıkları sadece objektif
özelliklerini düşünerek ele alınmamalıhekimler hareket ve eylemlerinin
toplumsal sonuçlarınıda hesaba katabilmelidir.
Modern toplumlarda hastalığın bireylerce algılanmasını
belirleyen toplumsan değişimler gözlenmiştir. Bu değişimler dört başlık altında
toplanabilir :
1-) Hastalık kalıplarındaki değişiklikler ve kronik
hastalıkların göreli olarak artması
2-) Hem profesyonellerce hem de popüler olarak daha
ziyade sağlıklı olmaya yönelme
3-) Modern toplumların toplumsal ve ekonomik
yapılarındaki değişiklikler. Toplum ve bireyle ilgili profesyonel otorite ve
bununla ilgili anahtar süreçlerin değişikliğe uğraması
4-) Medikal sosyolojide değişimlerin ortaya çıkması.
Feminizm ve post-modernism gibi yeni perspektiflein eskilerle yer değiştirmeye
başlaması.
Gerçektende medikal sosyoloji literatürüne
bakıldığında 60 lı vre 70 li yıllarda daha çok klinik çalışmalar olduğu
görülmektedir. Yani hastanelere acil olarak gelen yada akut olarak beliren
hastalıklara ilişkin çalışmalar çoğunlukta gibi durmaktadır. Oysa günümüze
doğru gelindikçe özellikle gelişmiş ülkelerde bir çok nedenden dolayı kronik
hastalıklar daha çok gözlenmeye başlanmıştır. Özellikle batı toplumunda HIV
virüsünün saptanması ve hızlı bir şekilde yayılması araştırmacıları panik
davranışlara itmiş ve bir ölçüde hazırlıksız yakalamıştır.
Bireylerin hastalık karşısındaki durumları ekonomik
yapılarındaki değişikliklerden de etkilenmiştir. Çağdaş ekonomilerde geleneksel
yapılar değişmiş yeni ilişkiler özgün yerlerini almış bulunmaktadır. Bir başka
deyişle çağdaş ekonomiler üretime değil tüketime yönelik ekonomilerdir.
Dolayısıyla sağlık sistemi de kapitalist sistemin dışında ona yamanmış bir
sektör olarak değil bireylerin tüketim kalıpları ile ilgili bir konuma gelmektedir.
Hekimler hastaları üzerinde otorite kuracakları varlıklar olmaktan çok
bilgilerini pazarlayacakları tüketiciler olarak görmeye başlama
durumundadırlar. Böyle bir anlayış hasta ile hekimi aynı noktada
buluşturabilecektir.
Son olarak medikal sosyolojideki araştırmaların
‘siyasi temelli’ olmaktan uzaklaştırılarak , tıp araştırmalarına ‘toplumsal
faktör’ boyutunu ekleyen araştırmalar olmanın ötesine gidebilmelidir.
3-) HASTALIK VE TOPLUMSAL İLİŞKİLER :
İnsan sağlığını etkileyen faktörlerin araştırılmasında
sosyolojik bir bakış gereklidir. Örneğin; günümüzde sigara içmenin zararları
tıp bilmi çok açık bir biçimde belirtilmiş olduğu halde , bu alışkanlığın
yaygınlaşmasının önüne geçilememektedir. Tıp sigaranın bireyler üzerindeki
zararlarını biyolojik düzeyde incelerken, aynı sigara içmeye iten engelleri
incelemesinin dışında bırakmak zorundadır. Bireyin hangi etkenlere bağlı olarak
sağlığını tehlikeye attığının bulunması belki de tedavi için en önemli bilgiyi
oluşturmaktadır. Bu bilgi ise sosyoloji alanında üretilmektedir. Ancak sigara gibi,
sağlık üzerindeki olumsuz etkileri sınırlı bir konuda geri plan bilgisi gibi
düşünülebilecek sosyolojik araştırmalar her hastalık için aynı önemde
olmayabilir. Örneğin; ciddi bir karaciğer hastalığında ya da herhangi bir
kanser hastalığında sosyolojinin hastalığa ilişkin bilgi vermesi çok sınırlı
kalmaktadır. Bir başka deyişle hastanın çevre koşullarına ilişkin bilgiler,
ciddi bir hastalığın tedavisinde başarılı bir şekilde kullanılamamaktadır.
Hastalıkların toplumsal ve kültürel nedenlerini araştıran çalışmalar genel
olarak sanayileşme, kentleşme göç, toplumsal mesleksel, ve coğrafi hareketlilik
gibi olgular üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu tür çalışmalar genellikle kalp
hastalıklarını konu edinmiştir. Kalp üzerinde, yemek yeme alışkanlıklarının
önemli bir rol oynadığı çoğu kişi tarafından vurgulanmıştır. Ayrıca
sanayileşmemiş kesimlerde yapılan araştırmalarda, bu kesimde yaşayan bireylerde
yaşa bağlı tansiyonun sanayileşme ile arttığı gözlenmiştir.
Diğer bir örneği ise, bireylerin sürekli olarak
ilişkide bulunduğu çevreyi değiştirmenin fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklara yol
açabileceği saptaması oluşmaktadır.
Açıktır ki , her birey çevresindeki diğer bireylerle
kalıcı ve dengeli ilişkiler kurmak ve geliştirmek isteyecektir. Çevreleri
değiştiğinde ya da kendileri değiştiklerinde hastalanma riskinin arttığı
düşünülmektedir. Bu tür nedenlerden kaynaklanan hastalıklara neden olabilecek
eylemler , sosyolojinin ana konusunu oluşturmaktadır. Daha doğrusu bir değişle
bu tür hastalıkların üstesinden gelinmesine sosyolojinin anlamlı bir katkıda
bulunabileceği kendiliğinden açıktır.
Buna karşın 1975 de MARMOT un yaptığı araştırmada yer
değiştirmenin kalp hastalıkları üzerinde çok büyük etkinin olmadığı da iddia
edilmiştir. Ancak 1987 de örneğin işsizliğin kalp hastalıkları üzerinde ciddi
bir etkisinin olduğu bulunmuştu. Bunun iki nedeni vardı ;
1-) İşsizlerin hayat standardı düşüyordu.
2-) Diğerleri ile toplumsal ilişkileri zayıflıyor ,
toplumsal rollerini yerine getirmede güçlük çekiyorlar ve stres kronik hale
geliyordu.
Kadınların depresyonu üzerinde yapılan diğer bir
araştırmada 4 önemli faktör saptanmıştır :
1-) Eş’ le çok iyi ve samimi bir ilişkinin olmaması
2-) 11 yaşından önce annenin kaybedilmesi
3-) Ev dışında bir işe sahip olmama.
4-) 15 yaşından küçük 3 ya da daha fazla çocuğun
bulunması. Bu model alt sınıftan gelen kadınların neden orta sınıftan gelen
kadınlardan daha fazla depresyona girdiklerini açıklamaktadır. Bilindiği gibi
sosyolojinin ana kavramlarından birisi de sınıf kavramıdır. Sınıf , toplum
içindeki bireylerin , eğitim , gelir, kültür , ölçütlerine göre yerinin
belirlenmesine yardımcı olur. Yani , her toplum aslında sınıflı bir toplumdur .
Dolayısıyla, her toplumda belli bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşi acaba
bireylerin sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını ne ölçüde etkilemektedir. Bu
konuda ki araştırmaların çoğu da yine A.B.D de yapılmıştır. Bu bağlamda bir
araştırma DUTTON (1989) yapmış ve daha çok A.B.D nin yoksul kesimlerindeki
sağlık koşullarını ve bireylerin fakirikten kaynaklanan umutsuzluklarına dikkat
çekmiştir. Ona göre fakirlik genellikle kötü bir sağlık durumu üretmekte
kötübir sağlık durumu ise fakirlik üretmektedir. Örneğin; fakir bölgelerde
çocuk ölümlerinin A.B.D ortalamasından %50 daha yüksek olduğu saptanmıştır.
Ölüm oranı siyahlarda daha yüksektir. Siyahlar bulaşıcı hastalıkların
tehlikesine daha fazla maruzdurlar. Kalp hastalıkları ölüm oranları düşük gelir
gruplarında zenginlere göre 3 kat daha fazla çıkmaktadır.
Toplumsal hiyerarşinin en altında yaşayan bireyler
zaman içerisinde kendilerine saygıyı yitirmektedirler ve kendi kişilikleri
üzerindeki kontrol zayıflamaktadır. Maddi güçleri yeterli olmadığından
toplumsal bir izolasyon içerisinde yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Toplumsal
izolasyon içerisinde yaşayan kimselerde stres daha fazla olmakta kalp krizi
geçirmiş bu tür kimselerde daha düşük düzeyde stresi olan diğerlerine göre 4
kez daha fazla ölüm oranına rastlanmaktadır.
Son olarak da fakir bölgelerde yaşayan bireyler yani
alt sınıflardaki bireyler sağlık hizmetlerinden de farklı şekillerde
yararlanmaktadırlar. Bu gruptaki bireyler zenginlere göre çok daha seyrek
hekime başvurmaktadırlar.
Sonuç olarak A.B.D de sağlık söz konusu olduğunda
zenginlerle fakirler arasında bir uçurum bulunduğu vurgulanmaktadır. Bu uçurum
bir çok alanda ortaya çıkmaktadır. İlkin fakirler sağlık sisteminden zenginler
kadar yararlanamamaktadırlar bundanda önemlisi çevresel koşullar.
Bütün bu araştırma bulgularından da anlaşıldığı gibi
toplumsal sınıflar ile bireylerin sağlığı arasında dolaysız bir ilişki vardır
bireylerin sağlık sisteminden yararlanma olasılıkları içinde yaşadıkları
sınıfsal konumla yakından ilgilidir.
Ancak belirtilmelidir ki sınıf kavramıda diğer bir çok
kavram gibi sosyoloji alanında tartışılmaktadır. Bu tartışmaların günümüzde
dahi belli bir sonuca ulaşmış olduğu pek söylenemez. Şurası kesin ki modern
toplumlar gelir eğitim meslek gibi göstergeler bakımından farklı gruplara
bölünmüşlerdir. Diğer yandan öğretmenler için de aynı durum söz konusudur. Bir
meslek grubu olarak öğretmenler bir toplumsal sınıfın içine sokulmaya çalışılsa
bu meslek grubuna hangi tür öğretmenler dahil edilecektir. Örneğin; sıradan bir
ilk okulda öğretmenlik yapan biriside bu katagoride yer alacak dünyaca ünlü
çalışmaları olan bir üniversite profesörü de bu katagoride yer alacaktır.
Dolayısıyla sağlık ile toplumsal sınıflar arasında kurulabilecek her türlü
ilişkinin sadece genel trendleri belirtmesi bakımından önem taşıdığı ve bu
ilişkinin her zaman korelatif bir ilişki olduğu unutulmamalıdır. Çünkü sınıfla
hastalıklar arasında sözü edilen ilişki zamana göre de değişim
gösterebilmektedir.
Burada akla gelebilecek bir soru ise acaba kötü sağlık
koşullarımı bireyleri alt sınıfta yaşamaya mahkum etmekte yoksa bireyler alt
sınıfta olduklarından mı sağlıkları kötü olmaktadır. Gerçektende bu soru bazı
araştırmacıların temel gündemini oluşturmuştur. Kimilerine göre (Wilkinson
1986) ciddi hastalıklara yakalanan çocuklar doğal olarak babalarının toplumsal
konumlarından daha aşağıya düşeceklerdir. Kimilerine göre ise (MARMOT, at all,
1987) bu ancak şizofreni gibi çok ciddi hastalıklarda ortaya çıkabilecek bir
durumdur.
Toplumsal sınıflar ve sağlık söz konusu olunca, diğer
önemli bir kavram da eşitsizlikler kavramıdır. Gerçekten de sosyoloji alanında
sınıflara ilişkin tartışma, temel olarak toplumların birbirinden farklı eşit
olmayan kesimlerden oluştuğu kabulü üzerine kurulmuş bulunmaktadır. Buradaki
eşitsizliklerden, bireylerin fakirlikleri, gelir dağılımındaki her türlü
farklılıkları kısacası insanların doğalarından getirdikleri fakat birlikte
yaşıyor olmalarından kaynaklanan farklılıklar anlaşılmalıdır. Hastalıkları
insan gruplarının doğası ve coğrafi özelliklerine göre istatistiksel olarak bir
sıralama ile inceleyen epidemioloji zorunlu olarak sosyolojik kavramlara
başvurmuştur. Bireysel yetenekler zorunlu olarak eşitsizlikler doğurmakta ve
bireyler bu eşitsizliklerden dolayı başarı motivasyonlarını
arttırabilmektedirler. Dolayısıyla eşit koşullar altında yaratılan rekabet
haliyle eşitsizlik doğuracak buda toplumların biraradalığını perçinleyecek ve
toplumsal bağı güçlendirecektir. Ancak sosyolojide olduğu gibi sağlık
sosyolojisi alanında da eşitsizlikler kavramı sınıf kavramı ile ilişkili olduğu
kadar ondan farklı içeriğe de sahiptir.
Görüldüğü gibi her türlü toplumsal değişim bireylerin
sağlığını da etkilemektedir. Örneğin DURKHEİM (1952) çok bilinen intiharlar
araştırmasını toplumsal değişimin yarattığı olumsuz koşulların bireyleri nasıl
etkilediğini bulmak amacıyla yapmıştır. Yani bireyler ruhsal sağlıklarını
toplum içinde nasıl yitirmektedirler? Sosyologların üzerinde durmak istedikleri
asıl-klasik konuyu bu soru oluşturmaktadır. Kısacası nihayetle sosyoloji
alanındaki kuramcılar bir toplum içerisinde bireylerin sağlıklarını tehdit eden
ortamları yansıtmak istemektedirler.
Sonuçta toplumsal faktörlerle hastalıklar arasında
kurulan bağın genel olarak 2 önemli kavramca açıklanmaya çalışıldığı
vurgulanabilir. İlk model (stres modeli) stres kaynaklarının (çevre koşullarını
tehdit eden faktörlerin) gerilime neden olduğunu ve kişinin psikolojik ve
fizyolojik hassasiyetini artırdığını vurgulamaktadır. İkinci model ise
(Çevresel-davranışsal) çevresel koşullara daha fazla önem vermektedir. Buna
göre toplumsal hayat iş ve ev hayatı, sigara, alkol , diyet, egzersiz, kendine
bakma sağlıklı hayatın sürdürülmesinde önemli rol oynamaktadır. Ancak bu iki
modele de eleştiriler vardır; örneğin stresin hastalıklara değil hastalıkların
strese neden olduğu iddea edilmiştir. Alkol ve sigaranın en çok tüketildiği
yerler ise genelde en çok stesin olduğu işyerleridir.
Ancak, ülkemizde gözlemlenen kronik bir hal almış
sağlık sorunlarından hareket ederek, Türkiye’nin bu tür toplumsal değişmeye
hazırlıklı olmadan yakalanmış olduğu ileri sürülebilir.
Dolayısıyla sağlık sektörü aynı zamanda toplumsal
gücün dağılımı ile de yakından ilgili olmaktadır. Güç bir kişinin isteğini
yapma kabiliyeti ve olanağı olarak tanımlanırsa, haliyle, günlük hayatın
vazgeçilmez bir kavramı durumuna gelir. Gerçekten de güç amaçlara erişmenin en
azından örneğin yiyecek bulmak yada istediğimiz bir mevkiye gelmek gibi yolları
önümüze açmaktadır. O halde, özellikle yüzyılımızda bireyler gücü ellerine
geçirerek yada gücü ellerinde tutarak fiziki çevrelerindeki kaliteyi kontrol
edebilmektedirler; sağlık politikalarını kendi istedikleri gibi şekillendirmek
için kullanabilmektedirler; hayatta daha başarılı be daharahat olabilmek için
gücü kullanırlar yada örneğin medya gücü eline geçirerek bireylerin çeşitli
konulardaki fikirlerini şekillendirebilmektedirler. Bu bazen yasaların
bireylere tanıdığı sınırlar çerçevesinde gerçekleşmektedirler. Bazen de
bireylerin oto kontrollerini geliştirilerek aynı amaca hizmet etmeleri
sağlanabilmektedirler. Böylece gücün bir tür kullanım amacı olan toplumsal
kontrol mekanizmaları, toplumsal düzenin korunmasına ve toplumsal hiyerarşinin
devamının sağlanmasına yaramaktadırlar.
Kısacası, sağlık/hastalık dolayısıyla sağlık
psikolojisi alanı temel olarak, toplumsal gücün dağılımı ve toplumsal kontrol
mekanizmalarının kullanımı ile yakından ilgili görünmektedir. Hatta idealist
yaklaşımlar bir tarafa bırakılacak olursa sağlıklı bir toplum yaratmak,
yönetimin kendi arzusunun dışında, gücün o toplumdaki dağılımıyla ilgili
olacaktır. Doğaldır ki gücü/iktidarı eline geçirenler yada bu noktada etkinliği
olan kesimler diğerine göre taleplerini daha etkin gerçekleştirebileceklerdir.
Oysa diğer sosyal gruplar güce/iktidara daha direkt olarak
katılabilmektedirler. Bunun toplumsal platformda görünümü söyle olmaktadırlar:
alt sınıfların sağlık sorunu her zaman gündemde kalmakta, üst sınıflar bunu bir
şekilde halledebilmektedirler. Güç ile sınıflar arasındaki ilişkiler toplumdan
topluma farklılık gösterse bile temel ilkeler her yerde aynı kalmaktadırlar.
Özellikle kapitalizm in daha fazla geliştiği toplumlarda bu tür ayrımlar daha
fazla su üstene çıkabilmektedirler.
HASTALIK VE KÜLTÜREL, EKONOMİK, SİYASAL İLİŞKİLER
Hastalık kavramı toplumsal ilişkiler bağlamında ele
alınabileceği gibi, kültürel, ekonomik, siyasal bağlamlarda da ele alınabilir.
Toplumlar kendilerine özgü toplumsal ilişkilerle farklılaştıkları kadar,
özellikle bu yapılar açısından da farklılaşmaktadırlar. Örneğin, (Hastalık ve
sağlığın tanımı), (kültürden), (alt-kültüre) ve (topluluktan) (topluluğa) ve
hatta bir ev içerisinde kuşaktan kuşağa değişmektedir.
Hastalıkların farklı toplumlarda nasıl farklı
algılandıkları ya da yorumlandıklarına ilişkin çalışmalar daha çok
antropologlar tarafından yapılmıştır. EVANS –PRİTCHARD (1937) Sudan da
yaptıkları araştırmada hastalıkların kaynağının cadılar olduğunu ve bu
cadıların hasta kişiyi sevmeyen komşuları tarafından harekete geçirildikleri
inancını saptamışlardı. Buna göre hastalıkların iyileşmesi ancak komşunun
cadılardan isteğini geri çekmeye razı edilebilmesi ile geri çekilebileceğini
ispatlamışlardı. Tanrının gazabı kötü ruhlar ve cadılar. Benzer bir anlayışın
Güney Amerika nın bazı bölgelerinde de rastlandığı belirtilmiştir.
Bireylerin hastalıkları nasıl algıladıkları hastalık
semptomlarını da nasıl karşıladıklarına bakılarak izlenebilir. Semptomlara
ilişkin tutumun kültürden kültüre göre değiştiği oldukça ayrıntılı bir şekilde
vurgulanmıştır. Dolayısıyla bireyler ağrı ve hastalığa karşı uyarılmış
olmaktadırlar. Oysa bir ABD de yerli ailesinde büyüyen çocuğa hastalıklar
karşısında bir erkek gibi davranması ve ağlamaması gerektiği öğretilmekte ve
hastalığın nasıl üstesinden geleceği anlatılmaktadır. Böyle bir gelenek
içerisinde büyüyen birisi ise muhtemel bir psikolojik rahatsızlık karşısında
bunu alenen itiraf edemeyecek olsa olsa fiziksel bir rahatsızlık şeklinde ifade
edebilecektir. Diğer bir araştırma ise benzer sonuçlara başka bir yolla
erişmiştir. Bu araştırmada Kleinman (1980) Tayvan da aslında psikiyatrik
sorunları olan depresyon geçiren hastaların neden kendilerine fizikse şikayetlerle
geldiklerini araştırmıştır. Sonuçta bunun nedeninin Tayvan dilinde çok sayıda
insan bedenine ilişkin sözcük bulunmasına karşın özellikle batı ülkelerinde
geliştirilen insan psikolojisine ilişkin benzer kavramların bu dilde olmadığını
saptamıştır. Amerikalı öğrenciler ise Çinli öğrencileri denek olarak kullanmış
ve her iki gruba da psikolojik sorunları içeren bir liste vermiş ve bu
sorunların kendilerince mümkün olan her türlü nedenini yazmalarını istemiştir.
Bu sorunlar arasında uyku güçlüğü, kaygı ve gerilim hissetme, baş ağrısı,
yalnızlık hissi gibi sorular vardı. Amerikalı öğrenciler sorunların kaynağı
olarak daha çok kendi iç duygusal durumlarını gösterirken, Çinliler daha çok
dışsal etkenleri örneğin aile baskısı ve ekonomik hayattaki güçlükleri göstermiştir.
Amerikalı öğrenciler içsel Çinliler dışsal faktörlere önem vermektedirler. Batı
tıbbı kalbin kan dolaşımı ile bağlantılı görürken doğulu toplumlarda kalp
duygusal hayatın merkezi olarak görülmektedir. Bunun yanında yine hastanın
geldiği kültür eğer hastalıklara karşı hastayı bilgilendirmişse buda
semptomlara ve hastalığa karşı göstereceği tepkide etkili olmaktadır. Yinede
bir bireyin bir hastalık durumunda hekime baş vurması kolay olmamaktadır. Birey
hastalığın semptomlarını gözlese ve bundan emin dahi olsa başka tür etkenler
onu hekime başvurmaktan alıkoyabilmektedir.
İçinde yetiştikleri koşullar gereği hastaların hekime
başvurmaları çeşitli etkiler altında kaldığı gibi hekimlerde aynı nedenlerden
dolayı hastalara çeşitli gözlüklerle bakmaktadırlar. Hakimler kendi
meslektaşları ile birlikte nasıl bir dayanışma sistematiği kurmuşlarsa,
hastalarda içinden geldikleri kültür kalıplarına göre kendi danışma ağlarını
oluşturmaktadırlar. Örneğin bir hasta ameliyat olmayı kabul etmeden önce
genellikle akraba eş ve dosttan oluşan bir dayanışma sistemi kurmaktadır. Bu
durumda bireylerin kendi sağlıkları ile genelde popüler alanda kalarak
ilgilendikleri vurgulanmaktadır. Örneğin bireyler hastalandıklarında ilkin
kendi kendilerini tedavi etmeye çalışmaktadırlar yada tıpla hiç ilişkisi
olmayan fakat öğüt verebilecek durumda olan tanıdık eş ahbap ve dostlardan
yardım almaktadırlar. İkinci olarak yine modern tıp ve tıpçılarla hiç ilişkisi
olmayan uzman oldukları düşünülen kişilere başvurmaktadırlar. Bu kişiler tıpçı
olmamalarına rağmen tıpta alternatif olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak üçüncü
olarak profesyonelleşmiş hekimlere başvurmaktadırlar.
Bu açıklamalardan anlaşılan tıp ne kadar kendi
profesyonelliğini ve dokunulmazlığını ilan etmiş olursa olsun nihayette kendilerine
hastalar başvurduğu ölçüde inanılır ve güvenirliğini koruyacaktır. Buda
gösteriyor ki hastalık ve sağlık anlayışı tamamen belli bir kültürel ortam
içinde şekillenmektedir. Hatta bir iddia ya göre özellikle batı kültüründeki
laikleşme süreci göz önünde bulundurulduğunda zaman içinde din olgusu toplumsal
gücünü kaybetmeye başlamış tıp bundan doğan boşluğu doldurmuştur. Toplumda
hekim ve din adamının işi farklılaşmış kiliselerin yerini tıp klinikleri almaya
başlamıştır. Kiliselerde yapılan günah çıkarmanın yerini artık psikoloji
klinikleri almıştır. Günümüzde tıp artık fiziksel sorunların giderildiği
ortamdan çok daha farklı ortamlara işaret edebilmektedir. Artık günümüz modern
toplumların dinsel olguların yerine diyet, spor, doğum kontrolü, sigara karşıtı
gösteriler almış gibidir. Şu ana kadar görünen odur ki gelişmiş ülkeler kendi
yurttaşlarının sağlıklarını diğer ülkelere göre daha iyi koruyabilmekte ve
hastalıkları daha farklı yollarla tedavi edebilmektedirler.
Hastaların hastalık semptomları karşısında
takınacakları tavır kültürel geleneklere ilişkin olduğu kadar içinde yaşanılan
ekonomik yapıyla da ilişkilidir. Hastaları da ekonomik toplumsal köken
açısından birbirlerinden farklı olmaktadırlar. Dolayısıyla doktorlara baş vurma
alışkanlıklarının genelde hastalığın ciddiyetiyle ilgili olabilir. Kısaca
özetlemek gerekirse hemen hemen her toplum hastalıklara karşı farklı tepkiler
gösterseler bile minimum düzeyde dahi olsa bu tepkilerin bazı ortak yanlarından
söz edilebilir.
Bir trafik kazası sonucunda ortaya çıkabilecek bir
hastalık farklı olanaklara sahip ülkelerde farklı şekilde tedavi edilir. Çünkü
bu tür hastalıklar sonuçta tedavi edilmeleri kaçınılmaz türden hastalıklardır.
Hastalıkları tedavi etmek açısından ülkeler farklı farklı bakım ve tedavi anlayışı
gerçekleştirmiş olsalar bile hastalıkları önlemek açısından alınabilecek
tedbirlerin nitelikleri ülkelerin ekonomik durumları ile yakından ilişkili
oldukları kendiliğinden açıktır. Sonuç olarak vurgulanabilir ki modern
zamanlarda sağlığı direk olarak etkileyen birkaç önemli yaşam alanı
bulunmaktadır. Bu alanlar ülkenin ekonomik etkinlikleriyle yakından
ilişkilidir. Bu önemli yaşam alanları şu şekildedir; sigara içilmesi, diyet
yapılması, fiziksel aktivitelerdeki eksiklikler, alkol alınması, cinsel açıdan
yaşanan sorunlar ve trafik kazaları. Ekonomik alanda çok gelişmiş toplumlarda
hastalıklara karşı, korunmanın başarıldığı ve ekonomik etkinliklerle direkt
olarak çakışmayan en gelişmiş alan ise doğum evleri, dişçilik, bağışıklık,
erken kanser teşhisi, yüksek tansiyon araştırmaları olmaktadır.
Her devlet ve toplum sağlık etkinliklerini belli bir
plan ve program çerçevesinde gerçekleştirmek istemektedir. Nihayetle zengin
olsun fakir olsun her ülke ve toplum sınırlı ekonomik kaynaklara sahiptir.
Sınırlı kaynakların akılcı bir biçimde yönlendirilmesi akılcı politikaların
üretilmesini gerekli kılmaktadır. Bunun için sağlık alanlarının organize
edilmesi radikal ve evrimsel değişikliklerin yaratılması akılcı sağlık
politikalarının yaratılıp yaratılmamasına ilişkin gösterilmektedir. O halde
sağlık hastalık sorunları sadece hastane ilişkileri içerisinde halledilemeyecek
kadar geniş bir içerik ve kapsama sahiptir.
O halde medikal sosyolojinin temek konularından birini
oluşturan hasta-hekim ilişkisinin çeşitli boyutlarına bu noktada daha
ayrıntıları ile bakmak faydalı olacaktır.
5-) HASTA HEKİM İLİŞKİLERİ
Sağlıklı bir toplum yaratılması ya da mevcut sağlıklı
ortamın sağlanması hasta ile hekim arasında kurulabilecek ilişkilerin
nitelikleriyle de yakından ilgilidir. Hastanelerdeki tanı koyma ve tedavi
etmede başarılı olma, hastalarla kurulabilecek olumlu ilişkilere bağlıdır.
Diğer yandan, iyileşmek ve hastalığının gerçek nedenlerini ve tedavi yollarını
öğrenmek isteyen her hastada doğal olarak hekimlerle iyi ilişkiler içerisinde
olmak isteyecektir. Genel olarak hekimler bilmelidir ki; hastalığı hakkında
bilgi vermeyen ya da yeteri kadar konuşmayan hasta üzerinde kendi başarısı da
sınırlı kalacaktır. Kendini hastane içerisinde özgür ve rahat hissetmeyen bir
hasta hekimi yanıltıcı konuşmalar içine girebilir. Hekim şunun bilincindedir ki
hastaya bu türden bir ortam sağlayamadığı durumda yani hastayı hastalığı
hakkında tatmin edici bir şekilde bilgilendiremediği durumda mesleğinin özünü
oluşturan tedavi amacına kolayca erişemeyecektir. Oysa, bu atmosfer her zaman
yaratılabilmekte midir? Kendi ülkemizdeki hastane koşulları böyle bir ilişkinin
yaratılmasını destekler ya da köstekler nitelikte midir? Açıktır ki, bu
soruların cevaplanması hastalık ve sağlık ikileminin aydınlatılması açısından
önemli bir durumu sembolize etmektedir.
Parsons’ a göre hasta bir bireyden dört farklı rolü
yerine getirmesi beklenmektedir. İlkin bu birey, günlük olarak sürdürdüğü
etkinlikleri ve sorumlulukları bırakmak durumundadır. İkinci olarak hasta birey
kendi ihtiyaçlarını karşılayamadıklarından kendisine bakılması gereken kişidir.
Ancak hasta bireyin bu iki koşulu yerine getirmesi içinde bulunduğu durumun
kritikliği ya da ciddiliği ile yakından ilgilidir. Dolayısıyla hasta rolü
PARSONS için toplum içinde sürekli olarak yerine getirilmesi gereken bir rol
değildir. Hasta bu rolü yerine getirirken bir çok kültürel kalıpların etkisi
altında da kalmaktadır. Hastalar nasıl ki tedavileri için hekimlere yardımcı
olmaları gerekiyorsa hekimlerde tüm bilgilerini hastalarına iletmek amacıyla
kullanacaklardır. Bundan dolayı hekim tedaviyi tam yapabilmek için genel olarak
hastanın hiçbir zaman bir başka kimseye söylemeyeceği sırlarını bilmek
isteyebilecektir. Ancak hekim bütün bunları bilmesinin arkasında sadece hastayı
tedavi edebilme amacının yattığını unutmamalı elde ettiği bilgileri kendi
lehine başkalarının aleyhine kullanmamalıdır.
Parsons un bu klasik görüşü bir çok açıdan eleştiriye de
açık görülmektedir. Örneğin; Parsons hastalığı normalin dışına çıkan geçici bir
durum olarak tanımlamaktaydı. Bu anlayış neredeyse Parsons modelinin en merkezi
noktasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla kronik hastalık durumunda da kendini
yeniden tekrarlayan bir ilişki doğabilecektir. Yani Parsons modeli
eleştirilerin aksine kronik hastalıklara da uygulanabilir gibi durmaktadır.
Oysa çoğu zaman bir bireyin gerçekten hasta olup olmadığına karar vermek o
kadar kolay olmamalıdır. Birçok hastalıkta hastalığın şiddetini belirlemede
hekim hastanın beyanına güvenmek durumunda kalmaktadır. Bazen de gerçekten
hasta olan biri hakkında hekim numara yaptığını düşünebilir. bu duRumda hekimle
hasta arasında gözle görülebilir bir gerilim doğacaktır. Buna benzer bir başka
örneği de adli davalar oluşturabilir. Dolayısıyla bu tür gerilimler sadece
hekimleri ve hastaları ve onlar arasındaki ilişkileri ilgilendirir türden değil
aynı zamanda kamuoyunu da ilgilendirir niteliktedir.
Hekimlerle hastalar arasında çıkabilecek gerilimlere
diğer bir örnek ise hastalara tanınabilecek önceliklerle ilgilidir. Örneğin bir
böbrek transplantasyonu için bir hekimin birden fazla hastası olabilir. Mevcut
böbreği sadece bir hastasına takabilecektir. Hastalar arasında hangi ölçütlere
göre seçim yapılacağı hiçbir zaman açık değildir. Hekim mümkün olduğu kadar
hastalarının güvenini sarsmadan ya da en az ölçüde sarsacak şekilde sorunların
üstesinden gelme durumundadır.
Parsons tıbbın toplumsal kontrol açısından bir işlev
üslendiğinden hekim hasta ilişkisinin olumlu7 bir sonuç doğurduğunu Fridson ise
bu iki ucun birbirlerinin eksikliklerini giderici olmaktan çok uzak olduğunu
belirtmektedir. Hasta belli bir rahatsızlıkla hekim ise hastalıkla uğraşmak
durumundadır. Bunun için aralarındaki ilişki basit bir şekilde kendi rolleri
yerine getirme ilişkisinden çok derin yapısal özellikler taşımaktadır. Diğer
bir araştırmada hekimlerin Parsons’ ın iddia ettiği gibi paylaşılan değerler ya
da bu değerlere dayanılarak kendilerine verilen yasal otorite zemininde değil
sırları açıkça belli olmayan çatışma zemininde hareket ettiklerini
göstermektedir. Diğer bir araştırma ise hekimle hastanın yalnız kaldıkları
muayene odasındaki iletişimlerine bakarak benzer tirendi yakalamaya
çalışmaktadır. Bu çatışma her zaman apaçık olmayabilir. Parsons modeline
kapitalizmin uygun bir açıklama tarzı olarak bakanlarda vardır. Amerikan
toplumunda hastaneler hastanın hastalığını gidermekten çok yani ortak
değerlerin kuvvetlendirilmesinden çok hakim kapitalist ideolojinin
pekiştirilmesinin yapıldığı yerlerdir.
Bu ekole göre araştırmacılar hekim hasta ilişkisinin
sonuçta uzlaşı yada çatışma ile sonuçlanıp sonuçlanmayacağından çok nasıl
şekillendiği bu ilişkilerin nasıl devam ettiği ve nasıl değiştiği üzerinde
yoğunlaşmalıdırlar. Yine bu araştırmada hastaların hekimleri görmeden önce
onlarla ne konuşmaları gerektiği konusunda provalar yaptıkları saptanmıştır.
Kısacası hem hekimler hemde hastalar etkileşimci görüşe göre müzakere
taktikleri ve stratejileri geliştirmektedirler. Sorunlarını ortaya koyarken
kendi önem verdikleri sıraya göre bunların sunumunu yapmaktadırlar. Ve bu yolla
istedikleri yönde bir etki uyandırmaya çalışmaktadırlar. Örneğin hekimlere
hastalıklarına ilişkin kendi çevresinin söylediklerini beğenmediklerini ifade
ederek hekimin bilgisine ne ölçüde önem verdikleri izlenimi uyandırarak hekimi
kendi alanına çekmek ve kendi ile daha fazla ilgilenmesini sağlamak istemektedirler.
Hasta ile hekim arasında kurulabilecek ilişkide
hekimin kontrolü yüksek hastanınki ise daha düşük düzeyde gerçekleşmektedir.
Hasta hekiminin yapacağı her türlü hareketi önceden kabul eder gibidir. Çünkü
hekimin kendi babası gibi kendi aleyhine olan bir şeyi yapmayacağına
inanmaktadır. Hasta hekime güvenmekte ona teslim olmakta ve karar sürecine
hiçbir şekilde katılmak istememektedir. Bu tür ilişki en yaygın ilişkidir.
Diğer yandan zaman zaman hekim hasta üzerindeki
kontrolünü azaltmaya karar verir. Bu durumda hasta otorite boşluğunu ya kendisi
doldurmak isteyecek ya da böyle bir rolü kabullenmeyecektir. Şu da açıkca
bilinmektedir ki hastayla hekim arasındaki ilişki belli bir hastalığın çeşitli
aşamalarında ya da hastalığın ciddiyetine göre değişebilmektedir. Örneğin
hayati tehlike içeren çok şiddetli ağrılarla gelen bir hastaya hekim ilk olarak
bir çocuk muamelesi yaparak kendi dediklerinin yapılmasını sağlamak
isteyecektir. Ancak ilerleyen safhada hayati tehlike geçmiş olacağından daha
çok büyüklere yakışan bir ilişki içinde olmayı tercih edecektir. Örneğin genç
kızlık dönemini yaşayan birisi için yüzündeki sivilceler hayati önem
taşıyabilir ama bir hekim için çok sıradan bir vaka olarak görülebilir. Hasta
hekime baş vururken belli bir kültür içinden çıkara gelmekte ve hastalarında bu
kültür içerisindeki önemi kadar hastanın gözünde önemi olmaktadır. O halde
denilebilir ki hastanın toplumsal ve kültürel kökeni hekimle kuracağı ilişkide
çok önemli rol almaktadır.
Bazı hekimler hastaları ancak kendi tedavileri
bakımından önemli gördükleri zaman dinlemektedirler. Diğerleri ise hastaların
duygu ve düşüncelerini paylaşmak istemektedirler. Oysa hastalık sadece bir
mikrop düzeyde bir mikrobun yarattığı bir durumdan öte bir olay olarak
düşünüldüğünde hastayı daha uzunca dinleme gereği duymaktadır.
Genel olarak ülkemizde de İNGİLTERE gibi hastane
kliniklerine gelen hastalara hekimlerin çok fazla zaman ayıramadıkları bunun
için hasta-merkezcil bir tedavi tutumu sergileyemedikleri söylenebilir. Özel
hastanelerde ise her iki tutumun ortasında davranan hekimlere rastlanabilir.
Ancak hastaların büyük bir çoğunluğunun gitmek durumunda kaldıkları devlet
hastanelerinde hekimlerin İngiltere de olduğu gibi hastalara çok az zaman
ayırabildikleri gözlenmiştir. Örneğin eğer hasta hastalığı hakkında yeteri
kadar bilgili ise hekim karşısında edilgen bir durumda kalmamakta, en azından
çeşitli sorular sorarak bilgilenmeye ve tatmin olmaya çalışmaktadırlar.
Kronik hastalıklar hasta ile hekimin sadece belirli
bir dönem içerisinde karşı karşıya gelmelerini değil daha çok uzun dönemlerde
ve karşılıklı fikir alış verişlerini gerekekli kılmak gibi ilişkinin
kurulmasını gerektirmektedir. Kronik hastalığa yakalanmış kişiler ilk
zamanlarda hastalık hakkında kendi bilgileri çok sınırlı olduğundan talep edici
yada sorgulayıcı olmamaktadırlar. Ancak ilerleyen zaman içerisinde gerçektende
hem hastanelerin teknik kapasitelerine hem de hekimlerin bilgisel düzeylerine
tutum ve davranışlarını sorgulayan bir tavır gerçekleştirmektedirler. Hastanın
tıp bilgilerine ulaşım yolları daha kolaylaşmış ve çeşitlenmiş olduğundan hasta
ile hekim arasındaki ilişkilerde tıp merkezli olmaktan uzaklaşmakta hekime
bilginin kaynağı olma işlevinden başka işlevlerde yüklenmek istenmektedir.
Diğer yandan özellikle medyanın sağlık konusuna
verdiği önem gerek televizyonlarda gerekse gazetelerde bu konuya ayrılan yer ve
zamanın gittikçe artıyor olması hekimlerinde bu olanakları kullanarak halka
bilgilerini açma eğilimi içerisine girmeleri de tıp bilgisinin belli bir gruba
ait olmaktan yavaş yavaş uzaklaştırmaktadırlar. Tedavi olanakları bir çok
şekilde farklılaşmakta ve hastalar bu tür çeşitlilikten hoşlanmakta ve
rahatlamaktadır. Sonuç olarak vurgulanmalıdır ki hem tıp alanında hemde sağlık
sosyolojisi alanında hasta hekim ilişkilerini açıklamaya yönelik her kuram
pratikte çok sık gözlediğimiz şu gerçekleri hesaba katma durumundadırlar;
Genellikle hastalar hekimlerinden becerilerini sergilemelerini beklemekte bu
olmazsa iletişimlerini koparır iş birliğine yanaşmazlar, bir çok hasta hastalık
olgusuna farklı yaklaşım ve davranış içerisinde olduklarında fiziksel bir şikâyeti
dile getirseler bile duygusal ve psikolojik problemleri de beraberinde
getirmektedirler, hekim ve sağlık personelleri hastayla belli bir hastalıktan
acı çeken birisi olduğu kadar bir insan olarak ta ilgilenir, davranışsal ve
kişiler arası faktörler hastalığın seyri ile ilgilidir hekimler bunları göz
ardı edemez, tedavi sürecinde kişiler arası ilişkilerin ihmal edilmesi hasta
ile iletişim kurmanın ve bilgi edinmenin önünü tıkar hastanın yanlış
yönlendirilmesi ile sonuçlanabilir.
6.HASTA HASTANE İLİŞKİLERİ
Hekimler tedavi sürecinin akademik yada bilimsel
yanıyla ilgilenirken bürokratik yani ile hiç ilgilenmiyormuş gibi görünmeyi
tercih etmektedirler. Bunun için kısaca hastanın hastanelerde karşılaşabileceği
zorluklara kuramsal olarak değinmekte fayda vardır. Hastanelerin içinde
bulundukları genel sorunları tek tek dile getirmek bu çalışmanın sınırlarını
aşacağından bu bölümün hedefleri arasında yer almamaktadır. Bir hastane
ortamında hasta hekimle yüz yüze gelene kadar bir çok bürokratik işlemleri
yerine getirmek zorundadır. Bu işlemler çoğu zaman can sıkıcı olur. Hasta bu
işlemden ne kadar canı sıkılmış olursa olsun hiçbir zaman hekime bu işlemlerden
yakınamayacağını çünkü konunun hekimin uzmanlık alanının dışında kaldığını
bilmektedir. Yaşadığı olumsuzluklar hastayı hekim karşısında rahat bir duruma
itmeyecektir. Hastanelerden sağlık personelinin ve diğer personelin neler yapıp
yapmayacakları ayrıntılı bir şekilde taraflarca bilinmektedir. Dolayısıyla
hastane içerisinde yapılabilecek her türlü davranış bu kurallara uygunluk
göstermek durumundadır. Kuralların olduğu yerde doğallıkla bu kuralları
uygulayacak kişiler arasında belli bir hiyerarşiden bahsetmek gerekmektedir.
Dolayısıyla hastaneleri otoratif ve hiyerarşik ilişkilere dayalı toplumsal
örgütler olarak tanımlamak mümkündür. Bunun için bir örgütsel yapı olarak
hastanelerinde kendilerinin doğuş nedenini hazırlayan ve kendilerini çevreleyen
kültürel özelliklerin bir ürünü oldukları hemen hemen her kültürde benzer
olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak böyle bir tarihsel kaygıyla ortaya çıkmış
olsalar bile hastanelerin gerek ülkemizde gerekse başka ülkelerde günümüzde
geldiğimiz noktadaki kapitalist ilişkiler söz konusu olduğunda tarihsel
özelliklerinden ve hedeflerinden çok sapmalar gösterdiklerini ve bu günün
hastanelerinin hem mülkiyet hem de yönetim ve kontrol açısından çok farklı
özellikler sergilediklerini belirtmek gerekir. Günümüzde ise hastaneler daha
çok iyi bir otel iyi bir okul iyi bir laboratuar ve iyi bir tedavi ve araştırma
merkezi olma durumundadırlar. Ülkemizde ve başka ülkelerde çoğu zaman
hastaneler tıp mesleğinden ve meslekten olmayan kişilerce yönetilmektedirler.
Örneğin hekim hastanın maddi gelirine bakmaksızın gerekli olan bilimse müdahaleleri
yapmak isteyecektir. Diğer yandan tedavinin maddi durumuyla ilgili bürokratlar
ise hastanın hastaneyi zarara sokup sokmayacağı ile ilgilenecekler. Çünkü
hastanenin işlerinin yürümesi görevini bu kesim üstlenmiştir. Bir başka örnek
hekimler hastaları büyük ölçüde gözlem altında tutmaktan hoşlanmaktadırlar.
Hastanın sağlığı ve doğabilecek sorunların üstesinden gelme açısından daha emin
bir yol olarak düşünürler. Oysa bürokratik kesim hastaların bir an evvel
hastaneyi terk etmelerini hastanenin daha çok gelir elde etmesini daha çok
sayıda hastanın tedavi edilmesini talep edeceklerdir. Kısacası bu ve buna
benzeyen durumlar karşısında her zaman hekim ile hastanenin bürokratik kesimini
oluşturan memurlar arasında gözle görülmese de gizliden devam gizliden yapılan
tartışmalardan söz edilebilir. Bu da hastanenin genel amaçları ile tutarlı
durum bir durum gibi gözükmektedir. Hastanede bazı durumlarda hekimlere ve
özellikle meslekte çok tecrübe sahibi olan hekimlerin hastanın hayata dönmesi
yada acil önlemlerin alınabilmesi için çok fazla düşünmemeleri ve sadece
söylenenleri bir emir gibi düşünerek iş yapmaları beklenmektedir.
Hastanelerde asıl işin hekimler tarafından yapıldığı
düşünüldüğünden en azından hekimler böyle düşündüğünden idari kesim sadece
yardımcı bir unsur olarak görülmektedir. Hem hastanenin maddi işleri hem de tıp
temelli işleri başhekimlerce ve bunların görev dağıttığı kimselerce
yürütülmektedir. Eğer yapılacak iş sıradan ve rütin ise işin doğasına uygun
olarak iş bölümü yapılmaktadır. Başhekimler idari kesimin görüşünün önemli
olduğunu düşündükleri konuların dışında yönetim sürecine katılmalarını kendi
işlerine müdahale gibi algılamaktadırlar. Hekimler hastanelerin asıl
sahipleridirler ve böylede kalmak istemektedirler. Kısacası Türk hastanelerinde
bürokratik kesim ile hekim arasında önemli ölçüde yetki kargaşasından yada
ciddi bir çatışmadan söz etmenin mümkün olmadığı söylenebilir. Çünkü pratikte
hekimler hastanenin idare edilmesine hiç kimse ve özellikle hastanenin idari
kesimi ile paylaşmak niyetinde değillerdir. Hekimlerle hastane yönetimi
arasındaki gerilimin ortaya çıkabileceği diğer bir alan ise hastaya nasıl hangi
koşullarda bakılacağına ilişkindir. Yetişmekte olan hekimler tecrübelerini ancak
hastanelere gelen hastalara bakarak arttırabilmektedir. Oysa diğer hastane
personelinin amacı ise hastaları rahat ettirmek tedaviyle direk olarak ilgisi
olamayan konulardan uzak tutmaktır.
Hastanelerde çatışma sadece hekim idare hasta arasında
değil hekimlerin kendi aralarında da ortaya çıkabilmektedirler. Özellikle ilaç
tedavisi yapılan hastalar üzerinde hekimlerin çok farklı görüşlere sahip
oldukları bulunmuştur. Cerrahi dallarda bu farklılığın azaldığı görülmüştür.
Oysa hastaların ne tür ilaçlar kullanarak daha kısa bir zamanda iyileşebileceği
her zaman için tartışmaya açık olabilmektedirler. Hasta ile hastane arasında
ortaya çıkabilecek sorunların bir kaynağı ise hastanın birlikte getirdiği ya da
hastane ortamından kaynaklanan strestir. Hastalar zaten vücutlarında bir
şeylerinin bozuk olduğunu hissetmektedirler. Bunun giderilmesi gerektiğini
düşünmektedirler. Ve belli bir tanının konulmasını beklemektedirler. Bu
bekleyiş bile başlı başına stresin kaynağı olabilmektedir. Hastalığın
niteliğine ve ciddiyetine bağlı bu tür etkenler çoğu hastayı derinden rahatsız
etmektedir. Örneğin bir çok hasta belki de sakat kalacağını ömrünün kalan
kısmını sakat yaşayacağını hayatının bu noktada biteceğini düşünmekte bunun
endişesini yaşamaktadır. Bu doğal endişelere ek olarak hastane ortamının
kendisinden de kaynaklanan stresler vardır. Odasını başkasıyla paylaşmak
durumunda olan hastaların bir çoğu da gürültüden rahatsız olmakta ve bu stresin
diğer bir kaynağını oluşturmaktadır. Hastanın kendi evinde yaşıyor gibi hissetmesini
sağlamak çevreyi buna göre düzenlemek hasta odalarını klinik atmosferinden
kurtarmak hastaları stresten kurtardığı ve hastane hakkında olumlu izlenimlerle
ayrıldıkları saptanmış bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder